CUMA
Bu sabah otobüsün demirliğine tutunmuş ayakta yol alırken gözüme yaşlı adam ilişti ilk. Kahverengi bir hırka giymişti mavi çizgili beyaz gömleğinin üstüne. İlk defa üzerinde görüyordum bu giysileri. Belki kızı, belki gelini veya oğlu yeni kıyafetler almıştı yaşlı adama, bilinmez. Sekseninci yaşına yeni girdiğine altı ay önce onu ilk defa gördüğümde karar vermiştim ve o gün bugün hep seksen yaşında olduğunu düşündüm. Belki seksendir gerçekten de. Belki biraz üstü, belki de bir parça altı, bilemem. Bense yirmi yedi yaşındayım. Yani gencim. Önümde uzun ama berbat bir hayat var. Uzunluğu da berbatlığı da kesin değil elbette. Sonunda şu yaşlı adamın yaşına geleceğim. Yani yaşamaya devam edebilirsem geleceğim. Umarım o gün de bu otobüsün içinde olmam! O gün halen bu otobüsün içindeysem uzun ve berbat bir hayat geçirmiş olacağım. Her neyse.
Yollar çukur dolu. Otobüs hepimizi salladı durdu yol boyu. Haftada beş sefer aynı yolu benzer otobüslerle gidip geliyorum. Çünkü hat boyunca çalışan dört otobüs var. Hepsi aynı marka ama modelleri ve renkleri farklı. Bugün mavi otobüsün içindeyim. Tesadüf dün de mavi otobüsteydim. Çarşamba günü kırmızıydı otobüs, salı ise beyaz, pazartesi de hatırladığım kadarıyla yeşil. Yolcular sık değişmiyor. Belki hiç değişmediği dahi söylenebilir. Yukarıda bahsini ettiğim yaşlı adam, şişman yağlı bir kız, gözlüklü şık giyimli bir adam, dedikodu edip duran yaşlı bir kadın, bu yaşlı kadının anlatıp durduğu otuzlarında bir başka kadın. Otuzlarında bu kadının, yaşlı kadının kızı olduğuna, onları altı ay önce ilk defa gördüğümde karar verdim. Neyi olduğu umurumda değil artık, önemli olan benim neyi yakıştırdığım. Dikkatimi çeken başka bir sürü tip var. Kim mi onlar? Bir kısmı şöyle: Arka beşli koltukta hep aynı beş çocuk oturuyor. Üzerlerinde okul kıyafetleri var. Boyunlarında çocuk kravatları. Koltukların birinde hep aynı kız oturuyor. Siyah kotlar giyen uzun boylu bir kız. Yüzü hafif çirkin. Elinde hep bir kitap olur. Bazen eğilip, öteye beriye bükülüp çaktırmamaya çalışarak okuduğu kitapların isimlerine bakıyorum. Okudukları kalın olsun ince olsun fark etmez, her gün başka bir kitap oluyor elinde. Ya ortadan bırakıyor kitapları ya da çok ama çok hızlı okuyor. Mesela bir seferinde elinde Savaş ve Barış’ın birinci cildi vardı, ertesi günse elinde Silahlara Veda’yı tutuyordu. Belki canı sıkılmıştır, belki de insan dışı bir hıza sahip. Kim bilebilir!?
Otobüsten inme vaktim geldi. Üzgünüm ama benden bugünlük bu kadar! Çünkü iş hayatını hiç sevmiyorum. Dolayısıyla iş yaşantısına dair anlatmayı da. Pinokyo ile Ağustos böceği arasında geçen o meşhur konuşmayı hatırlayanınız var mı? İyisi mi ben hatırlatayım:
PİNOKYO: Dünyadaki bütün sanatlar, işler arasında yalnız biri hoşuma gidiyor.
AĞUSTOS BÖCEĞİ: Hangisi bu acaba?
PİNOKYO: Yemek, içmek, uyumak, eğlenmek ve sabahtan akşama kadar başıboş yaşamak sanatı.
Sonra Ağustos böceği Pinokyo’ya bir ders verir kiminizin bildiği üzere ama umurumda değil bu! Sonum ister hapishane ister hastane olsun, umurumda değil! İsterse de burnum uzasın dursun, bu da umurumda değil!
CUMARTESİ
Otobüs derdi yok. Oh ne güzel! Erkenden kalkma, acele giyinme, yetişmek için koşma, iş yerinde yapılacakları düşünme derdi yok. Oh ne güzel!
Elime kitaplardan birini geçirdim. Adı şöyle: “Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı” Ne uzun isim böyle ve keşke bizim başımıza da böyle bir şey gelse! Zaten kitabı, sırf bu uzun isminden dolayı aldım. Saat dokuz. İki rafadan yumurta, bir küçük dilim peynir, kendi yalnızlığım, mutluluğum ve kitabım hep beraber oturduk kahvaltı masasına. Keşke kitapla oturmasaydım masaya çünkü yumurtanın sarısından küçük bir parça aktı kitabın kenarına. Ne bu acele! Önünde sana ait kırk sekiz tane saat var. “Her neyse,” dedim içimden “sinirlenme, altı üstü küçük bir parça döküldü kitaba.”
Güneşli sıcak bir gün. Kapıdan çıkıp kendimi sokağa attığımda göğe kaldırdım kafamı. İnanabiliyor musunuz, gökte en küçük bir bulut parçası yok, üstelik mavi o kadar canlı ki! Gel de aylaklığı sevme! Üstelik, sadece akıllı aylaklar gökteki maviliğin tonunu ölçer. Yürüdüm.
Parkta bankın birine oturup cebimdeki ıslak mendille hafifçe biraz daha ovdum yumurta sarısının aktığı yeri. Neredeyse ortadan kalktı leke. Öyle sevindim ki! Açıp okumaya başladım. Bir sayfadan biraz fazla okumuştum ki kırklarında göbekli bir adam gelip yanıma oturdu. Ben ona aldırış etmeden okumaya devam ettim ama o sordu: “Ne okuyorsun?”
Kitabın -bildiğiniz üzere- öyle uzun bir ismi vardı ki söylesem aval aval yüzüme bakabilirdi.
“Roman,” dedim.
“Okuma,” dedi, “öyle şeyler.”
Adamın kitaplara düşman bir yobaz olduğunu düşündüm.
“Niye?” dedim.
“Hepsi yalan da ondan,” dedi.
“Ben,” dedim, “romanları gerçekleri öğrenmek için okumuyorum ki!”
“Olsun,” dedi, “sen yine de okuma. İnsanlar uydurma şeyleri niye okur hiç anlamış değilim zaten.”
“Sen ne okuyorsun?” dedim.
“Ben okumayı bıraktım,” dedi.
“Gerçekleri de mi okumuyorsun artık?” dedim.
“Gerçek yok ki!” dedi.
“Nasıl yani?” dedim.
“Yani,” dedi, “şimdi bu okudukların da bütün okunanlar da ortaya bugüne dek atılan tüm fikirler de, günün birinde yok olup gidecek. Daha öncekiler gitti mesela.”
“Ama bu konuştukların da bir fikir,” dedim. “Biz fikirler hapishanesinde yaşıyoruz, mesele bu.”
“Öyle,” dedi, “ama bundan kurtulmanın yolu yok değil.”
“Nasıl?” dedim.
“Bu, buradaki son günüm,” dedi.
“Nereye gidiyorsun?”
“Kuzeye doğru gitmeye karar verdim. Önüme ne çıkarsa.”
“Yaya mı?”
“Elbette. Dağ, bayır yürüyeceğim.”
“Ne yiyeceksin?”
“Ne mi yiyeceğim? İlk insanlar ne yiyorsa onlardan. Elbet yemeye bir şeyler bulunur. Kimse acından ölmez. Saçma.”
“Öyle,” dedim.
“İyi,” dedi o da. “Benden eyvallah!”
“Şimdi mi gidiyorsun?” dedim.
“Evet, evet,” dedi. “Şimdi şöyle kuzeye doğru gidiyorum.”
Adam gerçekten kuzeye doğru adım atmaya başladı. O uzaklaşırken saf saf düşündüm: Ya önüne bina veya araba çıkarsa ne olacak? Yahu ne safım! Elbette kenara çekilebilirdi. Her neyse. Adam ayrılınca ayaklarımın dibine beyaz bir köpek oturdu. Onun kafasını okşarken adamın söylediklerini düşündüm. Hayatımda gördüğüm en mantıklı adam buydu. Sonra dükkanların birine girerek bir parça salam alıp beyaz tüylü köpeğe verdim. Tekrar kitaba dönüp okumaya başladım ama aklım adama ve söylediklerine takılıp duruyordu. Kalkıp hızlıca eve doğru yürümeye başladım. Beyaz tüylü köpek de evin kapısına kadar takip etti beni. Sonra da geri dönüp parka gitmiş olmalı. Soğuk suyla bir duş aldım, sonra da uyuyacağım vakte kadar koltukların birine kurulup adamın söylediklerini düşünüp durdum. Oldukça erken yattım.
PAZAR
Yola çıktım. Dün parkta tanıştığım ve bana ilham olan adamın aksine güneye doğru gittim. Üç saat yol alınca şehirden çıkmış köylere varmıştım. Tek tük dizili evlere, köy meydanlarında sohbet eden üç beş adama rastlıyordum. Köy dükkanlarının birinde soluklanmak için durdum.
Bakkal sahibine, “Bir kutu ayran verir misin?” dedim.
“Büyük kutu mu olsun?” dedi bakkal sahibi de.
“Yok,” dedim, “küçük olsun, bu zaten içeceğim son ayran.”
“Hayrola,” dedi, “ne oldu ki?”
“Gidiyorum,” dedim, “ayranın da bu dükkândaki başka şeylerin de olmadığı yerlere gidiyorum.”
Bakkal önünde oturan kel ve irice bir adam söze karıştı: “Nereye gidiyorsun ki? Bakkalın olmadığı yer mi kaldı bu çağda?”
“Var elbette,” dedim. “Siz dünyayı ne sandınız, bakkal olmayan yer olanından fazladır. Kocaman boş ova, kocaman ormanlar, kocaman denizlerdir dünya.”
“Hayret bir şey,” dedi irice olan, bakkal sahibi de, “Ömrümde görmedim böyle bir iş de, böyle bir adam da,” dedi.
“Eyvallah,” deyip ayrıldım yanlarından. Üç saat daha yol alınca in cin top oynar yerlere geldim. Ağaçların boyu kısalmış, tabiatın rengi yeşilden kahveye dönmeye durmuştu. Önüm hep bayırdı, tırmandıkça tırmanıyordum. Sonunda bir tepeye vardım. Vakit öğleyi dönmüştü. Tepeden aşağılara bakınca öyle sandığım kadar uzaklaşmadığımı fark ettim insanlıktan. Çünkü aşağıda bir karınca boyu da olsa evler görülüyordu. Yarım saat soluklandım. Evden yanıma aldığım ekmek arası peyniri yedim. İlk günümde kendime torpil geçmiş medeniyet dünyasından yanıma birkaç şey almıştım. Yarın sabah ot yiyecektim. Hesabım buydu. Tekrar doğrulup iki saat daha yürüdüm. Tepeyi inmiş bir dere yatağına gelmiştim. Şimdi önümde tırmanmam gereken koca bir dağ daha vardı. Üşenmeden tırmanmaya başladım. Kaç saat tırmandım bilmiyorum ama dağın zirvesine vardığımda hava kararmaya durmuştu. Çok yüksek bir tepede, çok uzak bir yerde olmalıydım. Çünkü etrafa baktığımda gördüğüm uzaklardaki diğer dağ tepeleriydi ve insanlık namıma hiçbir şey seçilemiyordu. Bu gece buradayım dedim kendime. Boylu boyunca uzandım. Keyifle kendimden geçip orada uyuyakalmışım. Gecenin ortasında kurt ulumalarına uyandım. Uzaktan çok uzaktan geliyordu bu sesler ve içimden, “Oh ne güzel! Yarın o berbat otobüse binmeyeceğim,” dedim.