“ Tren istasyonları deyim yerindeyse onları çevreleyen
kasabanın bir parçasını meydana getirmektense, tıpkı
tabelalarında onun ismini taşımaları gibi kasabanın
kişiliğinin özünü içerirler.”
Marcel Proust
Erzurum şehrinde geçirdiğim dört yılda orada en anlamlı, en derin ve en masum bulduğum yer tren istasyonuydu. Orayı arada ziyaret etmekten, orada bir banka oturup baharda yolcuların yüzlerini izlemekten -çoğu zaman acele ile saatlerine bakarlardı ve bu çaba onları daha da telaşlı gösterirdi- büyük keyif alır, istasyon ve yüzler içimde şehre gerçek anlamını veren bir ikinci zaman duygusu oluştururdu.
Yüzyılların yok edemediği iyi, esrarlı bir kitabın sayfalarını çevirmeye başlayıp hikayede ilerledikçe hayatın mutsuz tarafları ile hikayenin verdiği mutluluk nasıl yavaş yavaş yer değiştirmeye başlarsa (hüzünlü, örnek ve zeki okur burada beni anlayacaktır) bu istasyon da bende aynı tarifsiz, derin ve kesif duyguyu oluştururdu.
Bazen güneş henüz batmışken ve güneyde ağaçların yapraklarına kızıllık çöküp ufuk eflatun bir renge boyandığında gelirdi tren. Yolcuların yüzleri en fazla bu zamanda hülyalı dururdu. Bazen de karlı kış gecelerinin son trenini ısrarla, inatla, üşüyerek ama başka hiçbir yerde elde edemeyeceğime inandığım mutlulukla beklerdim. Böyle gecelerde tabiat en güzel görüntülerinden birini alır, karın yumuşaklığını, beyazlığını ezen bedenlerle kış mevsiminin yeni bir çehreye bürüdüğü istasyon en fazla bu an birbirine benzerdi.
Önce düdüğü işitirdim. Ardından rayları eze eze ilerleyen tekerlek sesleri dolardı boşluğa ve heybetli demir yığını gecenin ortasında, karın veya ayın altında veya kızıl, yumuşak bir bahar gecesi sarsıla sarsıla önümde dururdu.
Bazen, hemen önümden geçecek ama beni görmeyecek olan bir anne inerdi trenden; ısrarcı oğlunun elini sımsıkı tutmuş olur, onu beceriksizce kandırmaya çalışırdı. Annenin onu kandıramayacağını bildiğimden hemen çocuğa koşmak, daha önce kimseden duymadığı bir masalla onu güldürmek isterdim.
“Aa” derdi bana belki de çocuk, “ başka hiçbir masalın sonu böyle bitmiyor.”
Onu kandırdığımı, masalın sonunu ustaca değiştirdiğimi ve böylece onu güldürmeyi başardığımı demezdim ona elbette.
“Sen bunu nerden duydun, sen mi uydurdun yoksa?” derdi bana belki de çocuk.
O zaman bir yalan daha uydurmam, (yalanlar sadece masallarda güzeldir) ona olan biteni anlatırdım. Belki anne de güler, bana teşekkür eder, hallerinden memnun ve gülüşerek, el ele geçip giderlerdi.
Bazen, kavga ederek yürüyen –bir zaman sonra barışıp gülüşmeye başlarlardı- ve halleri uzun zamandır evli olduklarını ele veren karı ile koca inerdi trenden. Onlar henüz kavga ederken ve onlar çoktan barışmış halleriyle gülüşürken az önceki yolculuklarının ve bütün hayatlarının, diğer bütün evliler gibi, kavga ile gülmek arasında geçtiğini anlardım. Bazen, bütün hayatını sevmekle geçiren bir adam inerdi trenden. Yüzü hayatın kederli vaktine benzer, gözleri hülyalı bakar, cepleri şiir dolu zannederdim. Bazen, şehrin kışa teslim olduğu vakitte iki yabancı inerdi trenden. Erzurum için ince sayılacak montları, kararsız bakışları, gereksiz telaşları Erzurum’a ilk defa ve büyük ihtimal zorunluluktan geldiklerini belli ederdi. Biri bavulları çekiştirir, diğeri şemsiyeyi açmaya çalışır, ikisi de hayatın bu basit derdi karşısında nafile söylenirdi. Belki de şehirden öylece gelip geçmiyorlardı ve Erzurum’a benim gibi alışacak, onun esrarına varacaklardı. Bazen de hiç kimse inmezdi trenden. Otobüsleri, uçakları ve kamyonları adeta vasıtadan saymaz, “ bugün Erzurum’a gelen olmadı” derdim içimden. İstasyonda yeni yüzlere rastlamadığım böyle günlerde elimdeki kitaba dönerdim. Petersburg’da aylak aylak dolaşır, Dublin’de parodiler arar, Neva Bulvarı’nda bir çay, Burgazada’da bir sigara içer, Pavloviç’in masasında ortanca oğul İvan’ı dinlerdim. Yaşar Kemal’in ‘çukur’una, Orhan Kemal’in eskici dükkanına uğrardım. Sonunda kitabı ve gözlerimi kapatır Tanpınar’ın ‘mübarek’inin tik taklarına kulak verirdim.
2
“Bu, Erzurum’un ikinci hayatının başlangıcı, sıcak sobanın,
gümüş çay tepsisinde küçük bir şafak gibi gülen çayların,
uzun sohbetlerin devriydi.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Erzurum’u yapan sade bu istasyon değildi elbette. Bir cami avlusunda, şehrin en işlek meydanında veya fakir düşmüş arka sokaklarında tesadüflerin bir araya getirdiği pitoresk yapıları seyretmeyi severdim. Lala Paşa Camii’nin kaldırımında Allah’a el açan yaşlı kadını, Havuz Başı’nda ayakkabı boyayan yakışıklı ve esmer çocukları, Dokuzuncu Kolordu’nun önünde hazır olda duran ve bütün şehre güvende olduklarını hatırlatan askerleri seyretmeyi severdim. Şehrin en uzun, en geniş ve en meşhur caddesi Cumhuriyet’te turlarken tespihçilerle pazarlığa tutuşan amcaları, bir kahvehane sandalyesinde uykuya dalmış yüzleri, ellerinde ders notları caddeden fakülteye yürüyen neşeli öğrenci kalabalığını seyretmeyi severdim. Şehrin ışıklanmamış ara sokaklarından elinde fenerlerle camilere, kahvehanelere yürüyen insanların hayatın labirentinde çizdikleri şekilleri, camilerden çıkan ve birazdan yeni bir hikayenin içine karışacaklarını düşündüğüm bedenleri, kaldırımlara düşen insan ve ağaç gölgelerini, akşamın hüznüyle daha da yumuşayan şehrin görüntüsünü, elektriklerin kestiği gecelerde mahalle bakkallarından, evlerin pencerelerinden daracık sokaklara yansıyan cılız mumların parıltısını seyretmeyi severdim. Şehirdeki yapıp etmelerin daha çok birbirine benzediğine inandığım akşamüstleri Erzurum’un uzak mahallelerine yürümeyi, bu mahallelerdeki evlerin aralık pencerelerinden kaldırımlara sızan turuncu ışıkları seyretmeyi severdim. Perdenin arkasında televizyon izleyen, sohbet eden, akşam yemeğine hazırlanan ev sakinlerini düşlemeyi de severdim. En samimi arkadaşımla caddeleri ve sokakları sabaha kadar turlarken (bazen şehir otobüsü terminaline gider, demli çaylar içerdik) bana dertlerini, hayallerini ve hayatları anlatmasını severdim. Bazen şehrin en tepesine çıkar, dört tarafıma yayılan ve bana sonsuzluk kadar uzak gelen Erzurum dağlarına bakarak şehrin son bin yılını, yıkımlarını, acılarını ve fedakarlığını düşünmeyi severdim. Şehrin ara sokaklarına sıkışmış ve ömürlerinin son demlerini yaşayan kundura dükkanlarından etrafa yayılan deri kokusunu içime çekmeyi severdim. Çok uzaktan ve rüzgarın yardımıyla kulağıma kadar gelen eskicilerin, simitçilerin, kalaycıların, piyango bileti satıcılarının (eskiden şehir halkı yoğurtçunun, bozacının, sütçünün sesini de duyardı) sesini işitmeyi severdim. Ramazan’da, gün boyu ıssız kalan cadde, sokak ve dükkanların geceleri bir anda tıkış tıkış dolmasını, şehrin bir anda ışıklanıp kahvehanelerdeki iskemlelerin sokaklara dek taşmasını seyretmeyi severdim. Gece yarısından çok sonra bir anda sokağa çıkmayı, caddeden fakülteye kadar yürüyüp gündüzleri şenlik içindeki fakülte önlerinin şimdi ayın altındaki geceye ve bir parça kara sığınmışa benzeyen görüntüsüne ortak olmayı severdim. (Bu gece dolaşmalarında bazen fakülte binalarının bir odasında sarı, soluk bir ışık görür, bir profesörün halen çalışmakta olduğunu anlar, kötü bir iş yapmış da şimdi yakalanmışım duygusuyla ürperirdim.) Erzurum’un görkemli ama bir o kadar da acılarla dolu tarihiyle benim kişisel ve kısa maceramın bir şekilde örtüştüğüne inanır, bu inancım bir yanılsama da olsa bu yanılsamayla mutlu olmayı severdim.
3
“ Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.”
Yahya Kemal Beyatlı
Erzurum’da geçirdiğim dört yılda şehrin benden güzelliğini esirgediği, beni kişisel maceramla baş başa bıraktığı, böylece içimi ezik, kendimi hayata karşı yalnız ve yabancı hissettiğim zamanlar da olurdu. Böyle zamanlarda, bazen, şehri avare, içime dönük düşüncelerle adımlarken bir tepeden veya bir kuyudan (şehir ana caddeden yokuş aşağı sürekli kollar verir ve bu kolların dibinde kurulan mahalleler hüzünlü zamanlarımda bana bir kuyuyu anımsatırdı) ezan sesi duyulur, yavaş yavaş bütün çevremde yükselen bu ilahi kelimeler birbirine karışır ve başka başka ağızlardan yükselen bütün bu seslerin şehrin hüznüne ait özel bir melodiyi icra ettikleri inancına kapılırdım. Bazen de şehri kasvetli bir sis kaplar, evlerin çatılarında izlediğim bir parça eskimiş kar da içimde ezici bir yalnızlık duygusu oluşturur, özel bir yaşamın kapılarını bana açan ikinci zaman duygusu da hayatımdan kayıp giderdi. O vakit bir süre daha şehirde kalıp kaldırımlarda düşünceli yürür, bir şehirli hassasiyeti ile taşların çizgilerine basmamaya özen gösterir, sonunda daha fazla dayanamaz düşünceli ve mutsuz kafamla üniversitenin yurduna dönerdim. Kantinde çalıp duran televizyon içimdeki hüznü iyice arttırır, bir kaybediş duygusuyla, kimseyle konuşmadan, yemek yemeden ranzama kıvrılır yatar, debelenip durduğum ve daha fazla düşünmekten korktuğum yatağımda rahatsız edici, kabuslarla dolu uykuma geçerdim. Gecenin bir saati yurdun sessizliğinde uyanır, koridorda bir ayak tıpırtısını, lavaboda bir musluğun inatla ve şaşmaz bir dikkatle -tıpkı saatler gibi- haznesine düşürdüğü damlanın veya çok uzakta çalışmakta olan bir makinenin sesini duyar, o an ben hariç bütün yurdun, bütün şehrin, bütün memleketin ve evrenin mutlu olduğuna inanırdım. Tekrar uykuya dalarken ikinci dünyama kaçacağım vakti hayal ederdim.
4
“Bir ambar dolusu hüzünle dönüyorsun gittiğin yerlerden.”
İtalo Calvino
Gerçekle kurguyu, hayalle hakikati henüz ayıramadığımız çocukluk çağımızda masalları dinlerken onun devlerinin, perilerinin veya cinlerinin bir köşeden çıkıp geleceğine, bizim başımıza da -masaldaki kahramanın başına geldiği gibi- en kötü işleri açacaklarına saflıkla ve içtenlikle inanırız. Büyüdükçe bütün bu anlatılanların uydurma olduğunu anlar, fakat bu sefer de hayatların masallar masallarınsa hayatlar olmadığına üzülürüz. Şehirlere, onların düz resimler olmadığını, tıpkı kitaplar gibi onların da çevrilecek arka sayfaları olduğunu anlayarak bakmak, bizi hem görüntünün arkasındaki ikinci manzaraya götürür hem de şehirlerin de tıpkı masallar gibi çocuksu bir tarafı olduğunu bize öğretir.
Bir şehre bakmak, onu anlamak, orada mutlu olmak veya hüzne kapılmak bitimsiz insan hikayesinde bir sandalın küreği ile okyanusta yol almaya benzer. Geçmişi acı ve hikayelerle dolu tarihi bir şehrin -İstanbul’un, Konya’nın, Erzurum’un- insanda uyandırdığı temel duygu -ister orada doğup büyüyelim isterse orayı ziyaret eden bir turist olalım- hüzündür.
Yarısı çökük ve geriye kalanı bir harabeyi ifade eden kaleyi izleyip ayakta kalan parçaları arasında gezinmek, üç-beş asır neşeyle ve ihtişamla dolup taştıktan sonra bir anda terk edilen medresenin odalarında gezinirken bir zamanlar bu odaların insanla ve heyecanla dolup taştığını düşlemek, (şu köşede rahle olmalıydı, hoca derslerini şu köşede verirdi, şu köşede de gençler yaramazlık yapardı) içinde alışkanlıklarımızla, vurdumduymaz bir tavırla ve çoğu zaman ona dikkat etmeden yaşadığımız şehrin yüzyıl önceki görüntüsünü anlatan bir fotoğrafa bir anda bir dükkan duvarında rastlamak, (Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlayan bir İstanbul fotoğrafını hayretle, belki bütünüyle anlamadan ama tuhaf çekiciliğini, eskiliğini ve bir şekilde değerli olduğunu da kavrayarak uzun süre kendimden geçerek izlediğimi hatırlıyorum) son günlerini bir kahvehane köşesinde kendi dünyasına çekilip sessizce geçiren ama hafızasında bütün şehrin tarihini fotoğraflamış ihtiyardan şehre ait hikayeler dinlemek, tozlu ve değerli bir kitabı şehri derinlemesine anlamak niyeti ile karıştırırken onun sayfaları arasında ilerledikçe bir taraftan kitap karşısında kendimizden geçerken diğer bir taraftan da elimizde tuttuğumuz büyülü metinle, pencerenin dışındaki hayatın içinde top oynayan çocukla, simit satan, az önce yokuşu çıkan veya şu an vapura binen adamla, akşam yemeğine oturduklarını çatal bıçak sesinden anladığımız aileyle, bir anda çıkan rüzgarla, ardından gelen yağmur veya karla ve sonunda hayatın tekrar bahara kavuşmasıyla kendi kişisel maceramız arasında bağ kurmak şehirleri, şeyleri ve bizleri hazırlayan en temel duygudur.
Şehir mutluluktur, şehir hüzündür, şehir bazen de bir kuyu…