Olgun olan her şeyin temelinde aynı düşünce yatar: kötülüğe kötülükle cevap vermeyin. Bütün dinler bunu söyler. Hümanizmanın çıkış noktası budur. Sistemler iyi niyetle ve kâğıt üzerinde bu düşünce merkezinde kurulur. Romanların merkezinde bazen kendini saklayan, bazen de açık eden bu düşünce vardır. Felsefecilerin dönüp dolaşıp geldikleri yer de burasıdır. Oldukça basit ve sadece iyi olabilmekle alakalı: kötülüğe kötülükle cevap vermeyin.
Nazi Almanya’sında, üç yüz bine yakın insanın depolandığı Buchenwald Toplama Kampının girişinde Friedrich Nietzsche’nin şu sözü yazardı: “Herkes hak ettiğini bulur!” Alın size yıllarca ezilen Almanya’nın kötülüğe kötülükle cevabı!
SSCB rejiminde, iki sevgilinin birbirine yazdığı mektupların bile suç örgütü kanıtı olarak gerekçelendirilip cezalandırıldığı kampların girişinde ne yazıyordu peki? Şöyle: “Emek, SSCB’de Şeref, Şan, Cesaret ve Kahramanlık Meselesidir.” Burada ağır şartlarda çalıştırılan insanlara çoğu zaman haftada bir tane ekmek veriliyordu. Bir tabak da çoğu zaman su tadı veren çorba. Çoğu bu işkenceye dayanamayıp intihar ediyordu. İntihar etmeyenlerse kısa sürede güçten düşüyor ya dövülerek öldürülüyor ya da bir kuyuya atılarak ortadan kaldırılıyorlardı.
Yine de sevinebiliriz. Çünkü Tolstoylar hep var oldu, hep var olacak!
Yaratıcı Metinler Bütün İnsanlığın Sesidir
Bir romanı, öyküyü okurken oradaki tarihi gerçeklikle ya da uydurulan tarihle değil, biz okuru kendisine inandırmayı başaran kurgusal gerçeklikle ilgilenmeyi severim. Çünkü elimde tuttuğum şey bir romansa, bir öyküyse, yazarının benden beklediği de oradaki kurguya inanmamdır. Yani yazar, niyet ettiği şeye inanmamı ister, niyet ettiği şey de bir kurgudur nihayetinde.
Mesela birkaç gündür, J. M. Coetzee’nin “Barbarları Beklerken” adlı romanı üzerinde ilerliyorum. Beni orada, baskı uygulayan devletin hangisi olduğu, zorbalığa maruz bırakılan, yok edilmeye çalışılan barbarların kimler olduğu ilgilendirmiyor. İyi bir roman okuru, bir romanda anlatılan problemlerin bütün tarihi, bütün coğrafyaları kapsadığını ve merkezinde olan şeyin “insan problemi” olduğunu bilir. Mesela Coetzee’nin “barbarları” ezilen bütün sınıfların sesidir. Orada baskı uygulayan devlete bir ad koymamıza gerek yok. Coetzee romanındaki baskıcı rejime bugünün Amerika’sı veya tarihteki monarşik bir imparatorluk olarak bakabiliriz.
Hâkim, hücresinin yalnızlığında kendi kendine konuşuyor. Bu konuşma çok önemli, çok güçlü, çok düşündürücü oldu benim için:
“Kapı arkamdan ilk kapandığında ve kilit çevrildiğinde gülümsediğimi anımsıyorum. Gündelik hayatın yalnızlığından bir hücrenin yalnızlığına geçirilmek, beraberimde bir dünya dolusu düşünceyi ve anıyı getirebiliyorken büyük bir ceza gibi gelmemişti bana.”
Bu cümlelerle kahraman bize, hem dışarıdaki dünyanın hücre kadar kötü olduğunu hem de insanı mahkûm etmenin imkansızlığını anlatmak ister. Kafamızın içindeki dünyayı kimse hapsedemez ve aynı zamanda, çok kötü bir dünyanın hücrede olmaktan da hiçbir farkı yoktur.
Gerçek romanlar böyle güçlü cümlelerle var olurlar; insana dokunmakla, onun yüreğini okşamakla, hayata bir üst bakış getirmekle var olurlar. Roman sanatını her şeyin üstüne koyan şey, onun bütün tarihin ve bütün insanlığın ortak sesi olmasıdır. Yaşar Kemal de, onun Memed’i de; Coetzee de, onun Hâkimi de bütün insanlığın sesidir.
Flaubert ve Hızın Getirdiği Mutsuzluk
Madam Bovary’si ile bütün dünya edebiyatını alt üst eden -benim için en iyi eseri buna rağmen Duygusal Eğitim’dir- G. Flaubert’i anlayabiliyorum. İlk defa âşık olduğum ilk gençlik çağımda sevgilim bir telefon uzaklıktaydı ve birbirimizi araya araya kısa zamanda tüketmiştik. Birbirimizi aramak yerine mektuplaşsaydık daha destansı bir aşk çıkardı ortaya!
Bu günse gençler çok daha şanssız. Yetişkinler de öyle. Dünyanın en uzak köşesine birkaç saatte varmanın telaşı içindeyiz. Oysa bir şeye ulaşmanın en güzel tarafı onu hayal etmektir. Hem sırf eğlence için çıktığımız bir yolculukta aceleci davranmanın neresi eğlenceli olabilir?
Bütün bu hızdan, çabucak tüketmekten ve her şeyden yarım keyif almaktan kurtulabiliriz. Yeter ki programlanmış robotlara dönüştürüldüğümüzü anlayalım!