Nilay Özer’le Söyleşi
Ercan Yılmaz: ‘Yaşam, yaşam olmayan bir şeyle çatışıyor.’ diyor Woolf ‘oda’sını anlattığı o küçük kitapta. Ben de ‘gece’yi sizin ‘oda’nız olarak okudum ‘Ol’da. Bu odada da ‘yaşam, yaşam olmayan bir şeyle çatışıyor’ gibi, ne dersiniz?


Nilay Özer: Yanlış hatırlamıyorsam Virginia Woolf bunu kadın yazarların romanlarını değerlendirirken söylüyordu. Romanın insanda uyandırdığı duyguların karmaşıklığını, kurmaca bir gerçekliğe inanmayı ve en önemlisi romandaki değer yargılarıyla yaşamdaki değer yargılarının benzeşikliği karşısında kadınların değer yargılarının farklılığını sorunsallaştırıyordu. Woolf’a göre, romanlarda gördüğümüz genel geçer değerler erkeklerin belirlediği değerlerdir ve kadın romancı onlara uyum sağlamak için kendi değerlerini değiştirir. Kendine Ait Bir Oda, yazmaya gönül koymuş her kadın üzerinde az çok etkisi olmuş bir yapıt. Beni bu değerler çatışması kadar Shakespeare’in bir kız kardeşi olsaydı diyerek kurduğu hikâye de etkilemiştir. Tiyatro oyuncusu olmak için evden kaçan, başvurduğu insanlar tarafından alaya alınan, sonunda kendine acıyan bir yönetmenden hamile kalıp intihar eden bayan Shakespeare için söylediği, bir kadın bedeninde kıstırılıp zor duruma düşürülen şair ruhunun şiddetini kim ölçebilir sözü baş döndürücüdür. Yaşamın yaşam olmayan bir şeyle çatışması bu yapıtın her yanına sinmiştir aslında. Sonuçta yaşanmakta olan yaşam, yaşanmak istenenle çatışmaktadır. Bu, düşünme yetisini kullanarak toplum içinde durumunu değerlendiribilen her kadın için kaçınılmazdı o zaman, hâlâ da büyük çoğunluğumuz için geçerlidir. Bütün bunların üstünde Woolf’un anlatısını değerli kılan, kadın olma durumunun annelere bakılarak algılandığını ve bir kadının yüce erkek yazarlardan bir yardım göremeyeceğini söylemesidir. Eline kalem alan bir kadın ilk önce erkeklerle ortak bir dili kullanmadığını fark edecektir. Kadın önce kadın olmanın farklılığını algılamak ve yazarken de erkeklerin şekillendirdiği egemen sınıf dilinden başka cinsiyeti olan bir dil üretmek zorundadır. Antropolojik çalışmaların gösterdiği üzere kadınla erkeğin farklı iki dil konuştuğu toplumlar olduğunu biliyoruz. Bu toplumlarda kadın hem kendi dilini hem de sadece erkek çocuğuyla konuşabilmek, onu hayata hazırlamak için kullanacağı erkek dilini bilmektedir. Ama bu yalnızca o toplumlara ait bir şeydir ve gerçekten de iki ayrı dil söz konusudur. Daha genel düşünürsek, acaba egemen olan erkekler değil de kadınlar olsaydı ve edebiyat da yüzlerce yıl kadınlar tarafından yazılsaydı ortaya başka bir dil çıkacak mıydı? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet diyemiyorum. Dolayısıyla erkek dili, kadın dili saptamaları bana aşırı kavramlar olarak görünüyor. Ama kadın ve erkeğin farklı duyarlıkları olduğu, bu duyarlıkların da dile yansıyacağı muhakkaktır. Dünyanın erkeklere ait kılınmak istendiği doğrudur, mesela fütürist manifestoda kadın ve çocukların duyarlılıklarını dilden ve dünyadan defetme amacını güden bir madde vardır. Ben bütün kusurlarına, acemiliklerine karşın iki kitabımın da cinsiyetinin son derece farkında olan bir kadın sesini duyurduğunu düşünüyorum. Bu, şiirim hakkında yazan birkaç kişinin de özellikle vurguladığı bir durum. Ayrıca iki kitabımda da şiirlerin büyük çoğunluğunda yer verilen anne, anneyi bir çıkış noktası olarak belirleme bu anlamda önemli bir tavırdır. Ol!’da “bana daraltılmış gençliğiyle annemin/yürünmezmiş geniş kaldırımlarda” diyen sesi anlamak zor değil. Bu sesin geceye sığınması, baskıdan düzenden, gündüzün dirliğinden kaçarak karanlığın ve yalnızlığın alanına çekilmesi, çatışmadan kurtulmanın en pratik yolu olarak görünse de gecenin şiirli bir odaya dönüştürülmesi son derece külfetlidir. Bu odada şiir yazan kadın hem tehlikeli ve büyük yolculuklar yapacak, hem de kendini bu yolculukları yaptığına inandırabilecek kadar ikircikli olmalı, sürekli bir çatışmayı yaşamaya ve dillendirmeye karşı bağışıklık geliştirmelidir.
Ercan Yılmaz: Kâh bir başka zamirin kâh O’nun yerini tutan bir zamir olarak karşımıza çıkıyor ‘Ol’da ‘gece’… Ya da bütün Varoluş’un sıfatı olarak… Dil, Varlık; Gece, Varoluş; -Heidegger gibi söylersek ‘burada-olmak’ı mı içeriyor ‘Ol’?
Nilay Özer: Heidegger’i iyi bilmediğim için Ol!’la “burada-olmak” arasında bir ilişki kuramayacağım. Gece içinde şiirin var edildiği yerdir ve şiir varoluşsal bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Bunu en iyi açıklayabileceğim argüman, Maurice Blanchot’nun Yazınsal Uzam adlı kitabında geçen “öteki gece” kavramı. Bir ozan olan Orpheus çok sevdiği karısı ölünce Hades’e inip Tanrılarla konuşur ve onlarla karısının yeniden dünyaya dönmesine yönelik bir anlaşma yapar. Orpheus söylediği şiirler ve şarkılarla Tanrıları eğlendirecektir. Tanrıların tek şartı Orpheus’un Hades’ten dünyaya çıkana kadar, yüzü gözü örtülü biçimde peşinden gelmekte olan karısına dönüp bakmamasıdır. Nihayet ikisi birlikte Hades’ten çıkmak üzereyken Orpheus dayanamaz ve nasıl bir halde olduğunu merak ettiği karısına bakar. Onun o örtülü, saklı gizli halini kavramak ister. Böylece Euridice tekrar Hades’e, yani öteki geceye kayar. Orpheus şansını kaybetmiştir çünkü bilinçaltındaki bir gücü bilinç düzeyine ya da dilin düzeyine çıkarırken yaşaması gereken sürece müdahele etmiştir. Bunu sözcüklerle ifade etmek gerçekten zor ama şiir yazarken tutunduğumuz bir şey vardır, onu tanımlamaya, müdahele etmeye, kontrol altına almaya çabaladığımız noktada elimizden kayıp gider. İşte öteki gece içinden şiiri çıkardığımız “şey”dir. Ol’da şiirin mekânı ya da düzlemi olarak tanımlanan gecenin yüzlerinden biri bu. Bir diğeri ise gecenin örtücü yanına ilişkin. Bu bağlamda dilin düşünceyi, şiirin anlamı örtmesi gibi gece de şeyleri örtmektedir. Işık ortadan kalktığında, ışığın içine oyulmuş nesneler ve onların düzeni ortadan kalkar ve görmek başka olanaklar kazanır. Kitapta gece’nin farklı zamirler yerine kullanılması bu şekilde açıklanabilir. Gece bizi, içine doğduğumuz ve kabul etmek durumunda kaldığımız öteki’ler kadrosundan korur, ancak gündüze oranla çok daha tekinsizdir. Orada suçla, aşkla ve üstüne projeksiyon tutulmamış gerçeklerin ayıklanmasıyla uğraş söz konudur ve bu uğraş insanı olduracaktır. Kitabın “gece’yle olduğuma” diyerek geceye adandığına ve gecenin Bilge Karasu’nun Gece’sine dair bir içermesi olduğuna da dikkat çekmek isterim.
Ercan Yılmaz: Kitapta sık sık ‘anne’ imgesiyle karşılaşıyoruz; “annem ayrı bir kıvam zamanın akışında” bunlardan sadece biri. Nedir bu kitapta annenin payına düşen?
Nilay Özer: “kımıltı” adlı şiirde anne bir gurbet olarak çizilmiştir. Kısa bir şiir olmasına karşın üzerinde durmak gerekir, çünkü bu şiirlerde anne ve babayı birer kavram, imge ve sorunsal olarak belirlemeye, şiir için ne anlama geldiklerini temellendirmeye çalıştım. İlk soruda Virginia Woolf’tan söz ederken kadın olma durumunun anneye bakılarak gerçekleştiği görüşüne değinmiştim. Bir kadın olarak kimlik kazanmamda annemin payı büyük oldu. Annem iyi bir eğitim alamamış, hayatı hakkında erkeklerin karar vermesi yüzünden zekasının ve duyarlılığının onu getirmesi gereken yere gelememiş bir kadın. Buna karşılık ele geçirdiği her fırsatta kendini bir adım ileri taşıma gayreti içinde olmuş ve uğraşları, hobileriyle sanatkâr yanlarını geliştirerek özgüvenini onurlandırmayı başarabilmiş modern bir insan. Yine de çektiği acı çok büyük ve kızlarını yetiştirirken ona tanınmayan tüm fırsatları fazlasıyla tanıyarak, sanki kendi hayallerini de gerçekleştirmemiz için bizi çalışkanlıkla, bilgiye karşı doyumsuzlukla besleyen biri. Gerçekten de attığım her adımı biraz da annem için attığımı her zaman hissettim. Bu bir gövdede iki zihin taşımak gibiydi ve gurbeti alt etmenin simgesel bir yoluydu. Bilirsiniz psikanaliz, insanın doğum yoluyla anne bedeninden ayrılma durumunu ilk eksik olarak kavramsallaştırır. Eksik’in dille ifadesi mümkün değildir çünkü tekrar annenin bir parçası olmak isteyen insan, bu arzuyu simgesel düzlemde anlamlandıramaz. Şiirde gurbet hem annenin somut olarak uzaklığı hem de bileşik bir kelimenin bölünmesine dayanan basit bir kelime oyunuyla ifade edilmiştir. “mektubumu yollasam adresin günden öte”, “sende kımıldayan son bende soluyan bahar”. Bundan sonra “aramızı köhnemiş bacaların isiyle / yalnızlıkla sıvadılar ne çirkin bir bezeme” dizeleri anneden ayrılmakla beliren siyahî boşluğa vurgu yapar. Zaten doğarak anneden ayrılmış olmanın ve bir daha ona dönemeyeceğini bilmenin yanında bir de annenin hızla yaşlanması sorunu vardır. Yani sonbahar parçalandığında kızın payına bahar, annenin payına son düşmüştür. Gurbet farklı düzlemlerde kendini göstermektedir. Gerek Zamana Dağılan Nar’da gerekse Ol!..’daki pek çok şiirde anneyle ilgili dizelerin çoğu toplumun anneye uyguladığı baskıya direnen, anneyi kızda mutlu etmeye çalışan bir içeriğe sahiptir. Ama kız da mutsuzdur çünkü anneyi kızda mutlu etme arzusu ne annenin kendisini ne de kızı tatmin edecektir. Anne’nin konuşma evreninin sınırlılığı bu bağlamda önemlidir. Düğme kutuları, yüksükler, sarnıç, mektup, akan kumaşlar ve saire. Birinin böyle bir dizesi mi vardı tam hatırlamıyorum ama ölünce beni anneme gömsünler isterim.
Ercan Yılmaz: Anneden babaya geçersek ‘babam için bir sonsuz’ Ol’un dikkat çeken şiirlerinden biri; bir ırmak şiir, usulca ve derinden akıp gidiyor ‘baba’ ile varolmanın sularına. Irmağın Varlık denizine döküldüğü yerde sanki bir hüzün/hüsn deltası; Zaman’ın sığlaştığı bir delta, ne dersiniz?
Nilay Özer: “babam için bir sonsuz”da babama ilişkin otobiyografik malzemeyi kronolojik bir şekilde kullandım. Tam olarak “babayla varolmanın suları” sözleriyle ifade ettiğiniz gibi, çok mahrem bir düzlemde babamla ve onun dolayımında geliştirdiğim baba kavramıyla ilgili büyük bir potansiyel harekete geçmişti. Babam benim için her zaman keder sebebi oldu. Bu dünya için yanlıştı, eksik uzuvları vardı, kanatları çok kısa, vantuzları çok güçsüzdü, çok yalnızdı. Bu yalnızlık bana onun ve onu hırpalayan düzenin diliyle konuşma yeteneği kazandırdı. Böylece onun ve benim kırıldığımız yerlerde buluşmak mümkün olacaktı. Bence bu şiiri dilsel bağlamda özel kılan budur. Şiirin anlatıcısı, konuşmayı yeni öğrenen ve etraftan duyduğu söylemleri taklit eden küçük bir kız çocuğu gibi babanın, annenin, çevredeki insanların, zorbanın, iktidar sahiplerinin söylemlerini kullanıyor, babaya babanın kendisini ve başkalarını yineliyor. Erkek söylemi içinde bu kadar rahatça gezinebilen kız bir yandan oğul doğmadığı için sözümona özür diliyor. Belki erkek doğar umuduyla doğurulmuş, bebekliğinden kalan ve hâlâ saklanan tüm giysi ve malzemeleri mavi renkli ipliklerle işlenmiş, anne karnındayken bir erkek adıyla sevilmiş, çok nazlanarak, üstüne düşülerek büyütülen ablasının tersine kendi haline bırakılan evin erkek kızları ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini bir hayal kırıklığı olarak görmekten kurtulamazlar. Bu onlara belli bir özgürlük bile sağlar. İşte ben bir oğul gibi babanın yanında gezme özgürlüğünü dilsel bir düzlemde kullandım. Babanın dünyasına ait olan hartama, fiğ, keneset ve benzeri kelimeleri kullanırken, onun bebekliğinde, çocukluğunda ve ilk gençliğinde yaşadığı olayları anlatırken zaman hiç yokmuşcasına ve bütün bunları onunla birlikte yaşamışcasına betimledim. Bu çok politik, sosyolojik ve psikolojik dilin amacı, kırsalın soğuk ve kurak ortamında büyümüş asker bir babayla, şehrin duygusal ve kültürel bombardımanıyla şekillenmiş şiirli bir kız arasındaki mesafeyi kapatmaktı. İlk kitabımda da babayla ilgili dizeler vardır. 1997 ya da 98’de Yine Hişt dergisinde yayımladığım “Şarab-ı Ruh” ve “İki-Bir” adlı şiirler “babam için bir sonsuz” ve “ol!..”daki söylemin öncülüdür. Bu söylemin baba kavramıyla birleşmesi ve dolayısıyla kızın babayla hesaplaşması ise ilk kez “babam için bir sonsuz”la olmuştur.
Ercan Yılmaz: Zaten ‘Zaman Dağılan Nar’da, Ol!..’daki birtakım izleklerin köklerini bulmak mümkün. Bununla birlikte iki kitap arasında çok temelli farlılıklar olduğu da muhakkak! Ol’ daha isminden itibaren farklı bir yeri işaret ediyor; gelenekle ilişki kurma biçimin, geçmişten ödünç alınan ân’lar, dinsel göndermeler, serinkanlı bir metafizik, âhenk arayışı… Şaşırtıcı bir tekâmül! ‘Kırık ve ince’de kalmış’ bir insanın, bu yeryüzünde konaklayışını daha şiirli kılmak için mi bu gayret, bu söz, bu aşk, bu hüsn?
Ercan Yılmaz: ‘bir avluda zaman da göze görünebilir’ mısraı bana Hilmi Yavuz’un ‘ben hep zamanı bahçelerde aradım’ mısraını hatırlattı. Zaman, hangi sûrette görünür gözümüze biz ‘şiiri bir yaz gününden öğreniyorken’?
Nilay Özer: “dead can dance I”de geçiyor bu dize. Lisa Gerard ve Brendan Perry’yi dinlerken ölümü düşünmek, ölümle ilgili anıların bahçesinde dolaşmak yakıcı bir haz verir. Yaşımı tahmin edemediğim kadar eski bir ölü yıkama sahnesi hatırlıyorum. Anneannemlerin arka bahçesindeydik. Pekçok yerde yapıldığı üzere biz çocuklara gelen misafirlerin ayakkabılarını dizme görevi vermişlerdi. Bir yanda koca kazanlarla su kaynıyordu diğer yanda güneş altında parıldayan şeffaf yeşil çimenler vardı. Dut ağacının az ilerisindeki merdiven basamaklarına diziyorduk ayakkabıları ve arada bir korkuyla karışık bir merakla ölünün yıkanacağı yere bakıyorduk. Çimenler, ölüm ve zaman hakkında bir imaj olarak kalmıştır aklımda bu. “dileyin ölüler dans edebilir / ayakkabıların ıslak otlarla bakıştığı / bir avluda zaman da göze görünebilir”. Bahçeler zamanı duyumsamak için en ugun yerlerden biri kuşkusuz. Salt mevsimlerin getirip götürdükleri bile buna yeter. Bir şeyin başlangıcıyla sonucu arasında olup bitenleri görmek o şeyin zamanını görmektir kanımca.
Ercan Yılmaz: ‘Ol’daki kimi şiirler, Eliot’ın da ifade ettiği gibi, ‘şairin Tanrı ile aynı titreşimi (resonance) yaşadığı kusursuz psikolojik denge ânları’na işaret ediyor ve şiirlerdeki ‘her kelime grubu ve her mısra hem bir başlangıç hem de bir son’ gibi.. Terazinin bir kefesinde varlık diğerinde yokluk; -nedir öyleyse ‘yüce denkleşme’yi sağlayan?
Nilay Özer: Aslına bakarsanız kusursuz sayılabilecek şiirlerden korkarım. Satranç ustalarının ne bir hamle eksik ne bir hamle fazla maçları gibi ne bir kelime eksik ne bir kelime fazla şiirleri çok teknik, insani hatalar için tolerans barındırmayan, coşkuyu sürekli kontrol altında tutmaya çalışan, stratejik, otosansürü yüksek bir ruh haline bağlıyorum. Yani tam olarak biçimde içerikte bir ölçülülüğü, gerçek bir dengeyi temsil eden şiirler var diyorsanız bu benim için sevindirici olmaz. Şiir yazmak konusunda psikolojik denge anlarından çok dengesizlik anlarının işime yaradığını belirtmeliyim. Kimi kelime gruplarının, mısraların hem bir başlangıç hem de son gibi olması dizeyi önemsememle açıklanabilir. Her dize kendi başına ayakta durabilsin isterim. Başlangıç ve son için varlık ve yokluk analojisi kurmanız çok hoş, hatta bu ilginç bir okuma biçimi olabilir, çünkü son safhada melankolik bir cesedin vurup durduğu iki kıyı gibi bu kavramlar. Başlangıçtaki son, varlıktaki yokluk zaten bir denkleşmeye ihtiyaç duymadan iç içeler ve bu halleriyle ıstırap verici oldukları kuşkusuz. Eliot’un cümlesi ise üzerinde düşünülemez bir cümle gibi geldi bana. İnsanın yaratıcılığı başka argümanlarla açıklanmalı.
Ercan Yılmaz: ‘gece mi tek gerçeğimiz’ sevgili Nilay Özer?
Nilay Özer: Bakın bu bana çok etkilendiğim bir hikâyeyi hatırlattı. İki adam bir arabada gitmektedirler. Direksiyon başında oturan adam yanındakine gerçeğin ne olduğunu sorar. Adam arabanın penceresinden görünen gökyüzünü, ağaçları, yolları göstererek bunların gerçek olduğunu söyler. Biraz sonra direksiyondaki adam diğerinden pencereyi açmasını rica eder. Diğeri pencerenin kolunu tutup çevirmeye başlar ve camla birlikte camdan görünen tüm manzaranın da aşağı doğru kayıp yok olduğunu ve içeriye siyah yoğun bir sıvının dolduğunu görür.
Yanlış hatırlamıyorsam Nietzsche “Gerçeğin ne kadarına dayanabilirsin?” diye soruyordu. Lise yıllarımda odamın duvarına yazmıştım bunu. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyin ne kadarına dayanabileceğimi de bilmiyordum. Şimdi ise olup bitenlerin ne kadarının gerçek olduğunu düşünüyorum. Irak’ta Amerikan askerlerinin işkence ettiği insanlar gerçek, Bush’un terörist ilan ettiği insanlarla iş ilişkileri olduğu gerçek. Gerçeklerin bahanelerle yaratıldığı bir dünyadayız. Acı çektirerek tahakküm kurmak üzere, yalanlar uydurulup gerçek olan sonuçlar alınıyor ve bizler sadece izliyoruz. Dünya bizi gerçeğin tamamına dayanabilir bir hale getiriyor. Ve sorunun değişmesi gerekiyor belki de. Gerçeğimizin ne olduğu ya da onun ne kadarına dayanabileceğimiz değil de yaratılmış gerçeklere nasıl engel olacağımız önemli. Gece tek gerçeğimiz değil, sadece bir sığınak.
ilk yayın ada dergisinin 6. sayısı 2005
Teşekkür ederim.