Yazar Tekgül Arı, 2003 yılından itibaren ağırlık verdiği yazın hayatına, katıldığı seçkilerle, yayına hazırladığı ya da derlediği öykü kitaplarıyla, gerçekleştirdiği öykü atölyeleriyle dolu dizgin devam ederken üçüncü kitabı NotaBene yayınlarından çıkan Nişa “Kaybolmaya Hazır Değilim” ile roman okurlarının karşısında. Tekgül Arı çalışkan, üretken bir yazar. Romanın yazım sürecini dostluğumuz gereği yakından izleme şansım oldu, ilk yayınlandığı kitap fuarı zamanında da Nişa’yı edindim ve hevesle okudum. Aldığım notları, kafamda beliren soruları kendisiyle paylaşmak isteğim biraz da bu röportaja bahane oldu.
Bade Osma Erbayav: Nişa-Kaybolmaya Hazır Değilim romanın birkaç ay önce okuyucuyla buluştu. Yazım sürecinden bildiğim kadarıyla başka bir projeyle ilgileniyordun sonra Nişa bir anda gelip egemenliğini ilan etti ve yazın dünyana ağırlığını koydu, o projeyi rafa kaldırdın. Nişa nasıl oluştu, o süreci biraz anlatabilir misin?
Tekgül Arı: Senin de bildiğin gibi bir distopya kurgulamıştım. Dili oturmuş karakterleri şekillenmişti. Adı bile çıkmıştı romanın. Ancak bir anda üst üste yaşanan katliamlar, patlayan bombalar ve parçalanan insanlar romanın distopik kurgusunun üzerine çıkınca yazamadım. Çünkü şaşkınlık ve suçluluk yüklü bir dönemde sorular ve cevaplar içerisinde kıvranıyordum. Psikolojik bir çöküntü içindeydim ve kaybolma noktasındaydım.
Bir sabah zihnimde beliren “Bizim mahalle hep birinci boyutta, apartman olunca ikinci boyuta geçer miyiz?” cümlesiyle uyandım ve trans halinde yazmaya başladım. Öyle sanıyorum ki farkına varmadan geçmişe, çocukluğumun mahallesinin gölgelerine tutunmuşum.
Bade Osma Erbayav: Romanda okuyucuya, kentsel dönüşüme yenilmiş, “imzaları atmış” yoksul bir mahallenin beklenen yıkım sürecindeki panaromasını sunuyorsun, yarattığın dünyada derin sosyolojik tespitler var, okur yorumlarında da özellikle bu başarına dikkat çekilmiş, yoksulluğu ve hatta varsıllığın ikiyüzlü merhametini de başarıyla işliyorsun. Sosyoloji ve psikoloji disiplinleri yazınının neresinde, bir gözlem sürecinin ürünü mü yoksa alan okumaları mı yarattığın dünyayı biçimlendiriyor?
Tekgül Arı: Yazarın öncelikle iyi bir okur olması gerekir. Sadece okuyarak yazar olunur mu? Hem okuyup hem de yaşamın içinde yer almak gerekir bana göre. Nişa’yı yazdığım dönemde henüz felsefe öğrencisi değildim. Yazarken bildiklerimden, gördüklerimden yola çıktım. Elbette okuduklarımın her zaman katkısı oluyor bana. Ben okuduklarımla pratik yaşam arasında analiz yapan biriyim. Bu yüzden hızlı okumalar epeydir yapmıyorum. Yazma sürecinde metin tamamlandıktan sonra, üzerinde akılla uzunca bir zaman çalışıyorum.
Sadece iyi bir gözlemci değilim, gecekondu yaşamını ve yoksulluğu da çocukluğumda deneyimlemiş biriyim. Sonrasında gecekondularla bağım kesilmedi, kentsel dönüşümle birlikte o bağ da şimdilerde kopmuş oldu. Romanda toplumsal olarak öne çıkan işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, eğitim, sağlık sorunlarını karakterlerim üzerinden işledim. Birincil ihtiyaçlarımız arasında yaşamımızı sürdürmek için gerekli olan beslenme sorunu, haliyle karın tokluğuna rıza gösteren bir toplumu öne çıkarıyor. Toplumsal düzenin doğasıyla ilgilenen Charles H.Cooley, toplumun birey üzerindeki etkisini, hâlâ geçerliliğini koruyan “Ayna Benlik” benzetmesi ile açıklıyor, tam da bu noktada “kadercilik” toplum üzerinde yansımasını gösteriyor. Homojen bir topluluk etrafına bakındığı zaman kendisi gibi olanların gözünde kendini görüyor. Böyle olunca yoksulluk sorunu da sanki çözülmüş oluyor onlar için.
Ekonomik güce göre mekân ayrıştırmasına 90’lı yıllarda orta sınıf da katkıda bulundu ve iktidarların işini kolaylaştırdı bana göre. Karma kültürel yapı bozulunca yoksulun kıyaslama yapacağı, öyküneceği, sorular soracağı insanlar da kalmamış oldu. Bu iktidarların da işine gelen bir durumdur, yeniden yapılan mekân kurgu planlanmasıyla hem toplum kontrolünü sağlayabiliyor hem de yoksul üzerinden siyaset yapabilme gücünü arttırmış oluyorlar.
Ortada bir sosyal devlet olmadığı için eşit eğitim hakkı da alınamıyor. Romanda, çocuklukta edinilen yanlış bir bilginin sanrılarıyla bir ailenin psikolojisi yıllarca alt üst olabiliyor. Ya da zihne yığılan hurafelerin yarattığı karmaşayla bir adam çıldırma noktasına gelip karısını bıçaklayabiliyor. Sosyolojik ve psikolojik olarak bakıldığında roman karakterler üzerinden bütünü kapsıyor.
Bade Osma Erbayav: Romanda “ötekinin ötekisi” dediğimiz durum mahallelinin Nişa ve Şükrü’ye karşı takındığı tutumdan anlaşılıyor. Görece aynı yoksulluğun içinde yaşayan, benzer biçimde ötelenen bireyler olsalar da “cahil” Çingene ailesinin diyalogları çok daha bilgece, daha eski, daha samimi, daha derinlikli bir aklın ve dilin etkisini taşıyor. Neden böyle?
Tekgül Arı: Çingeneler bana göre doğaya aittirler. Onlar yaşamı bir bütün olarak gözleyip içinde net bir birey olarak yer alırlar. Kültürel farklılıklarımız nedeniyle cahil olduklarını sanıyoruz. Öyle bir şeyin olması mümkün mü? Ayrımcılık öyle bir zerk edilmiş ki zihinlerimize, onlar gibi içten olamadığımız için hor görme hakkına da sahip olduğumuzu sanıyoruz. Ayrıca farklılıklara karşı neden bu kadar acımasız olabiliyoruz? Ben iktidarların yüzyıllardır Çingenelerin üzerine yapıştırmış olduğu tüm kötü düşünceleri, yarattığım karakterlerle kırmak istedim. Onların bizim gibi birkaç maskesi yok. Sözlerinin karşısına çıkan kişinin durumuna göre de durağı yok. Bu mu onları cahil yapan? Sokakları bilen, orada insanı görüp tanıyan biri hayatı anlamlandıramaz mı? Romanda yer alan Çingene ailesi zaten bilgiye karşı oldukça meraklı. Yaşamdan topladıklarıyla okuduklarını bir bütüne dönüştüren, sorular soran bir aile bilgeliği de hak ediyor kanımca.
Bade Osma Erbayav: Kalay yapım sürecinin anlatımı hikâye içinde önemli bir rol oynuyor. Sanırım bu konuda bir araştırma yaptın. Yazmaya başlamadan önce ya da yazarken detaylar üzerinde ne tür çalışmalar yapıyorsun, bu kalay konusunu özellikle merak ediyorum?
Tekgül Arı: Romana başladığımda hiçbir araştırma yapmadım, gözlemlerimle yazdım. Sonrasında Bakırcılar Çarşısı’na gittim. Orada bir kalay atölyesinde, Cuma Usta’nın yaptığı çalışmayı izledim, ufak denemeler de yaptım. Bildiklerimin ne kadarının doğru olup olmadığın görmüş oldum. Sonrasında bilmediklerimi metne ekledim.
Bade Osma Erbayav:Tıp öğrencisi Defne karakterinin romandaki dönüşümü, hikâyenin sonunda adeta “Laleleşmesi” kaçınılmaz mıdır? Romandaki suskun, izleyen, eylemsiz yığına karşı direnenler hep “ötekinin ötekisi” mi oluyor? Ne dersin?
Tekgül Arı: Defne, sadece bulunduğu mahallenin gözüyle görmüyor, o, okuldaki arkadaşlarının gözüyle kendine ve bulunduğu yere de bakabiliyor. Aralarındaki fark bu kez aynada netleşiyor. Lale Hoca daha orta halli bir aileden, ama o da eşitsizliğin farkına varmış, bir dönem üstüne de gitmiş. Sonrasında herkes gibi köşesine çekilmiş görünse de aslında hapse girmeyi göze alarak, mesleğiyle ilgili haksızlıklara karşı durmuş. Herkes Lale Hoca gibi topluma ayna tutabilse zaten birçok sorun kendiliğinden çözülebilecek. Defne, “Laleleşecek” gibi görünüyor. Çünkü önyargılarının ve korkularının üstüne gitti, bir Çingene kadınla dostluk kurabildi.
Aslında ötekileştirmek de iktidarların kurgusu değil mi? Yalan, yanlış bilgilerle insanların zihinleri doldurulmuyor mu? Ortaçağ düşünürü Nicolajs Cusanus’un 1400’lü yıllarda “Öğretilmiş cehalet sessiz kalmayı tercih etmektedir,” sözü hâlâ geçerli. Bu cehaletin farkına varanlar, seslerini açınca iktidarlarca damgalanıp topluma kötü yansıtılıyor. Şiddet ve korku salınarak insanlar sindiriliyor ya da kışkırtılıyor. Ah şu zihinlerimize tıkış tıkış doldurulan yalan yanlış bilgileri “annemin bit tarağı”yla bir ayıklayabilsek. Böylesi bir zihin temizliği için felsefi bilgilerle donatılmış, çağdaş bir eğitim politikası olması gerekiyor. Ancak güç kurucular kendi çıkarlarını ve devamlılığını sağlamak için buna izin vermiyorlar.
Bade Osma Erbayav: Roman temelde iki ana gramerle ilerliyor, Defne’nin ruh dünyasına içe bakışı da kapsayan bir ben öyküsel anlatıcı ve Nişa’nın masalsı hikâyesini anlatırken tercih ettiği geniş zaman anlatımı. Yazar olarak kendini aradan olabildiğince çıkarabilmek için mi böyle tercih ettin?
Tekgül Arı: Her hikâye kendi dilini de kuruyor aslında. Hayran olduğum yazar Bilge Karasu, “Herhangi bir metnin ortaya çıkması, ilkin o dilin, metni söyleyebilir hale gelmiş olması demektir./ Yazın… dilin belleğidir,” der. Bilinçli bir tercih değildi, dilin hafızası metni oluşturdu. Elbette metin derdini anlatabilir hale geldikten sonra dil, ses ve ritim üzerinde bu kez ince çalışmalar yaptım. Metni okurken mekânların seslerini ve ritmini tekrar tekrar dinledim. Şunu fark ettim, zamansal geçişlerde her mekânın dili, çıkardığı ses ve ritmi farklıydı. Bu farkı geniş zamanlı anlatım içerisinde göstermeye çalıştım.
“Ben” anlatımda, karakterin içinde yer aldığı kültürel dilsel seviyeyi yakalamıştım. O dili çok sevdim, abartıdan uzak ve samimiydi. Aslında yazarken her bir karakterin iç ve dış “ben” seslerine hiç yabancı değildim. Bu yüzden romana çok mesafeli yaklaşamadım. Aksine kendimi rahat bırakıp içine girdim. Bu ben miydim? Hayır, her bir karakterin rolünü çalan bir hırsızdım ve onların yerine geçiyordum. Bu oyunu oynarken kendimi biraz fazla kaptırdığımı anımsıyorum, Nişa gibi giyiniyor, Defne gibi konuşuyor, Salalamo gibi bilgece davranıyor, Gülnaz gibi fal bakıyordum. Çöp toplayıcılarını takip ediyor onlarla sohbet ediyordum. Güzel bir oyundu, bittiğinde gerçekle yüzleşince çok üzüldüm. Çünkü karakterlerim beni terk etmişlerdi.
Sevgili Bade çok teşekkür ediyorum güzel sohbetin için.
Harika bir soylesiydi. Tebrik ederim. Kaliteli, zengin icerikli, samimi ve icten. Zevkle okudum. Tekgul Ari’nin butun kitaplarini zevkle okudugum gibi…