Melih Yıldız: Nazım Hikmet gerek şiirleriyle gerekse de siyasi düşünceleriyle dünyayı etkisi altına almış bir şair. Uzun yıllar hapis hayatı yaşamış olsa da, günlerini, ülkesinden uzaklarda farklı kültürler içinde mücadeleler içinde geçirmiş, birçok olaylar yaşayıp anılar biriktirmiştir. Numan Aydınoğlu da geçtiğimiz günlerde İnkılâp Kitabevi etiketiyle çıkan Bir Bahar Günü Sofya’da kitabında Nazım Hikmet’in Bulgaristan günlerini ve bu ülkede yaşadığı anılarını kaleme alıyor. Numan Aydınoğlu ile yaptığımız röportajı okuyabilirsiniz.
Kitabın ortaya çıkmasında İsmail Camabazov’un çok büyük etkisi olduğundan bahsediyorsunuz. Sizden İsmail Cambazov’u dinleyebilir miyiz? Nazım Hikmet’le olan ilişkisinden bahseder misiniz?
Melih Yıldız: Kitap aslında iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Türkiye-Bulgaristan ilişkileri ve Kurtuluş Savaşı yılları; ikinci bölümde ise Nazım Hikmet’in Bulgaristan günleri ele alınıyor. Cumhuriyetin yeni kurulduğu yıllarda Türkiye’nin komşusu Bulgaristan ile ilişkisi nasıldı?
Numan Aydınoğlu: Yukarda kısaca bahsetmeye çalıştım; Ülke, 23 Temmuz 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanının hemen sonrasında Osmanlının 100 milyon mark karşılığında Rumeli-i Şarki eyaletlerinden çekilmesiyle bağımsızlığını kazanıyor (Bugün Abdülhamit’e toz kondurmayanlar para ile ülkesini ve o topraklarda yaşayan halkını satan birini savunduklarını ne kadar biliyorlar bilemem). Ferdinand ve peşinden gelen oğlu III. Boris her ne kadar adil ve barışçı görünse de Bulgaristanlı Türklere karşı adil davranmanın tersine soykırıma varacak davranışlarda da bulunuyor. O dönemlerde katledilip Meriç nehrine atılan yakınlarının bedenlerini bulan Bulgaristanlı Türkler kendilerini şanslı hisseder duruma gelmişti. Ve maalesef bu baskı Cumhuriyet kurulana kadar devam ediyor ve bir İngiliz gazetecinin Ermeni Yazar Zabel Yeseyan’a dediği gibi Türklerin yazarları olmayınca, konu tarihin sayfalarında kalıyor. Hatta ciddi katliamların olduğu olaylar dahi yaşanıyor. Bu nedenle de Balkanlardan Anadolu’ya göç başlıyor. Hem etnik kimlik hem de din değiştirme baskısı Bulgaristanlı Türklerin Balkanlardaki acılı tarihinin sayfalarında yer alıyor. Osmanlı ise bu yaşananlara ses çıkartamayacak kadar düşkün durumda. Zaten parayla vazgeçtiği topraklarda yaşayan halkı hakkında ne söyleyebilecekti ki? Sonuçta Saray gözüyle onlarda kul idi ve toprakları ile satılmışlardı. Bu olaylar Cumhuriyet Kurulana kadar devam etti. Cumhuriyet döneminde yaşanan iki önemli olayı ise ben kitabıma aldım. Birisi İsmet Paşa’nın Sofya’da yaşadıkları ve Varna’ya getirilmesi diğeri ise Omurtak Paşa olayıdır. Trakya’da tatbikatta olan ordusu ile bir gecede Kırcaali yakınlarına kadar gider Paşa Atatürk’ün emriyle. Her iki olay da kitapta detayları ile yer alıyor.
Melih Yıldız: Nazım Hikmet yıllarca hapis yatmış olsa da dünyanın kabul gördüğü en büyük şairlerden biri olmayı başarıyor. Ve özgürlüğüne kavuştuğu günlerde Berlin 3. Dünya Gençlik Festivali’ne davet ediliyor. Bu festivalden bahseder misiniz? Gençlerin usta şaire ilgisi nasıldı?
Numan Aydınoğlu: 5-19 Ağustos 1951 tarihlerinde üçüncüsü düzenlenen Dünya Gençlik Kongresine Nazım jüri başkanı olarak katılmak üzere davet edilmişti. Bir önceki yıl yani 1950 yılında kendisine verilmiş olan ödülü cezaevinde olduğu için alamamış ve onu temsilen ödülü dostu Neruda almıştı. Nazım, bir yıl sonra ise artık jüri başkanı idi. Nazım’ın Berlin’de olması birçok açıdan oldukça değişik bir durum arz ediyordu. II. Dünya savaşı mağlubu Almanya kendi içinde önceleri dört bölgeye ayrılmış daha sonra ise Doğu ve Batı olarak iki ülke haline gelmişti. Berlin de bu bölünmeden pay almıştı. Doğu Berlin olarak bilinen kısım komünizm ile idare ediliyordu. O yıllarda henüz Berlin Duvarları örülmemişti. O nedenle de Doğu ile Batı arasındaki geçişler mümkün olabiliyordu. Gençler, şiir ve edebiyat düşkünleri şimdiye kadar şiirlerini hayranlıkla okudukları ama kendisini hiç görmedikleri büyük usta ile karşılaşacak olmanın heyecanını yaşıyorlardı. Toplantı salonlarında onu ilk gördüğünü düşünen hemen yanındaki arkadaşına göstermeye çalışıyor. Heyecan dorukta. Oysa Nazım gençlerin uzaktan görebildikleri ve erişilmez bir insan tablosu çizmekten çok uzakta idi. Bunun da en güzel örneğini kaldıkları otelin kapısında karşılaştıkları Bulgaristan’ın önemli genç şairlerinden Bojidar Bojilov’ın anılarında görüyoruz. Okuyucu bu anıyı da kitapta bulabilecek.
Melih Yıldız: “Bir Bahar Günü Sofya’da” Nazım Hikmet’in Bulgaristan günlerini anlatıyor. Nazım Hikmet, tutsak günlerinden sonra çok sevdiği ülkesinden ayrılıp Bulgaristan’a gidiyor. Ustanın Bulgaristan’a gitme sebebi nedir?
Numan Aydınoğlu: 1946 yılında ülkede rejim değişmiştir. Ülke, çarlık rejiminden “Halk Cumhuriyeti” rejimine geçmişti artık. Geride bırakılan acı dolu yıllar ki bu ta Osmanlı Rus savaşlarına kadar uzaman bir dönemi kapsar. Bulgaristanlı Türklerin çok temkinli olması gerektiğini göstermiştir. Zaten o döneme baktığımızda yaklaşık altı yüz bin kişilik bir Türk toplumunda bahsediyoruz. Kalanların hemen hepsi köylerde sahip oldukları arazilerde, mülklerde hayvancılık ve çiftçilik yapıyorlardı. Yeni rejim ise kooperatifçiliği ön plana çıkartmış ve mülklerin kamulaştırması adına yoğun bir tempo içine girmişti. Bulgaristanlı Türkler kendi öz tarihlerinden aldıkları dersler neticesinde mülklerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Bu önemliydi Türk halkı için. Onlar nesiller boyu alışmışlardı. Kendi toprağını eker, kendi ahırında hayvanını beslerdi. Devletin hiçbir ikna girişimi beklenen ve arzu edilen sonucu vermiyordu. Tartışmalar gizliden gizliye sertleşmeye başlamıştı. Parti, teklifleri reddedildikçe sertleşme politikası uygulamaya başlamıştı. Bu sertleşme karşısında Türkler, haklı olduklarını dile getirmeye başladılar. Bir antlaşma ortamı sağlanamayınca da kaba kuvvete başvuruldu. Arazilerini satıp anavatana dönmek isteyenlerin sayısı bir anda artınca bu defa Bulgaristan yönetimi hayvancılık ve çiftçilikten anlamadıklarını, toprağı sürecek kimsenin olmadığını fark etti. İşte sanırım en kritik nokta da burada başlıyordu.
Melih Yıldız: Nazım Hikmet’in Bulgaristan’daki Türkler arasındaki ilişki nasıldı? Kabul görebilmiş miydi?
Melih Yıldız: Bulgarlar, Türkler’i pek kabullenemiyorlar. Hatta Türklere zulmediyorlar. Ancak Nazım Hikmet iki halkın birleşmesi ve Türkler’in de Bulgar Komünist Partisi ile hareket etmesi için büyük mücadeleler veriyor. Bu mücadelesinde başarılı olabiliyor mu?
Numan Aydınoğlu: Bulgaristan Halk Cumhuriyetinin kurulması ile halk arasında din ve etnik kimlik farkı gözetmeksizin adil vatandaşlık hakkı verileceği söylemleri oldukça ciddi taraftar buluyor ve halk buna inanıyordu. Özellikle eğitim konusunda ülkenin her köşesinde yoğun bir çalışma başlamıştı. İsmail Cambazov da kendisine açılan bu eğitim fırsatlarını değerlendiren Bulgaristanlı Türklerden birisiydi. Ancak maalesef bu konudaki bahar da kısa sürmüş ve rejim ne olursa olsun ülke içinde yaşayan herkesin Bulgarlaştırılması politikası çirkin yüzünü göstermeye başlamıştı. Rejim Türklerin topraklarından ve hayvanlarından vazgeçmelerini istiyor ve yeni rejimin mülkiyete karşı olduğunu söyleyerek mülklerini devlet adına kurulan kooperatiflere devretmelerini istiyordu. Türkler direniyor rejim bastırıyordu. Yine çeteler oluşmaya başlamıştı ve nereden ne zaman geleceği belli olmayan saldırılara gebeydi ortam. Durum her geçen gün daha da dayanılmaz hal almaya başlamıştı. Neredeyse III. Boris dönemine geri dönülmüştü. Köyler basılıyor, insanlar katlediliyor, kadınlara kocaları veya babalarının gözü önünde tecavüz ediliyordu. Menderes Hükümeti ise olayları uzaktan seyrediyordu. Bulgaristanlı Türkler anavatana gitmek kararı veriyorlardı. Göçmen büroları önünde günlerce kuyrukta bekliyor sonra da izinlerinin gelmesi için aylarca umut besliyorlardı. Bu göç, Bulgaristan için tarımsal ve hayvancılık anlamında bir yıkım olabilirdi. İkna edici bir güce, öndere ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu günlerde Türkiye’den Moskova’ya geçen Nazım Hikmet devreye giriyor. O hem iyi ve güvenilir bir komünist hem de dünyaca tanınmış, şiirleri ile Bulgaristan Türklerini de etkilemiş bir kişi. Dünya komünizminin bayrak ismi. Nazım tam on gün kalıyor Bulgaristan’da. Köy, kasaba, şehir dolaşıyor rehber eşliğinde. O en sevdiği dille, anadili Türkçe ile konuşuyordu. Ayların hasretini gideriyordu dili ile. Konuştukça açılıyor, açıldıkça konuşuyordu. Onlara rejimin yaralarını ve kendilerine getireceği eşit vatandaşlık haklarını anlatıyordu. Ancak onlarla konuştukça madalyonun diğer yüzünü dinleme fırsatını da yakalamıştı. Bulgaristanlı Türklere dilleri ve dinleri yasaklanıyordu. Bu Nazım için çok önemli ve üzerinde durulması gereken bir konuydu. Komünizme inanıyor ve bu tür etnik uygulamaların ise Komünizmin içinde yer almaması gerektiğini düşünüyordu. Bulgaristan’dan ayrılırken parti genel sekreterine beş maddelik bir yapılması gerekenler listesi veriyor. Moskova’ya aklında onlarca soru ile dönüyor. 1957 yılında yeniden gelişine kadar sürekli Bulgaristan’da yaşananları takip ediyor.
Melih Yıldız: Usta şairin Bulgaristan günlerden sonra uğruna mücadelesini verdiği komünizm adına hayal kırıklıkları oluşmaya başlıyor? Hatta Bulgaristan’da, milliyetçi olmakla suçlanıyor. Bu süreçten bahseder misiniz?
Numan Aydınoğlu: Aslında burada çok ince de bir ironi var. Kitapta bu konuyu o anları yaşayan Sabri Alagöz’ün ağzından anlatmaya çalıştım. Bulgaristan’a ikinci gelişinde artık parti protokolü ile karşılanmayışı, kalacak yer verilmeyişi, Cambazov’un evinde kalma talebi ve yaşanan hüzünlü komik olaylar gerçekten çok dramatik. 1951 yılında Sofya’dan ayrılırken Bulgaristanlı Türkler için istediği talepler nedeniyle kendisine Milliyetçi damgası vuranların, Türkleri Bulgarlaştırma çabasını görmezden gelmeleri arasındaki tutarsızlığı okuyucu ile paylaşmaya çalıştım.
Melih Yıldız: Nazım Hikmet, Bulgaristan ve Sovyetlerde yavaş yavaş partiden kopartılıyor. Bunun gerekçesi neydi? Nazım Hikmet, itibarına karşı olan bu suikasta direnebiliyor mu?
Numan Aydınoğlu: Nazım’ın 1922 de Moskova’ya gidip Üniversiteye (KUTV) başlayıp komünizmi öğrendikçe yüreğindeki insan sevgisi ve insan hakları yolundaki adalet adına yapılan söylemlere bir tutku ile bağlanıyor. 1950 yılında yeniden Moskova’ya döndüğünde o uğruna hapis yattığı, insanlığın hak yolunda kurtuluşu olarak gördüğü siyasi rejimin Stalin’in elinde ne hale geldiğini, o hep savaş verdiği tek adam faşizmine nasıl dönüştürüldüğüne şahit oldu. 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra yaklaşık altı ay parti genel sekreterliği yapan Malenkov’un yerine seçilen Kruşçev de hiçbir şeyi değiştirmemiş, tam aksine artan bir şiddetle baskı yönetimine devam etmişti. Nazım’ın içinde yaşattığı insan sevgisini bütün insanlığa yayacağını düşündüğü ve kendisine “ROMANTİK KOMÜNİST” unvanı takılacak kadar tutkulu olduğu rejimin insan elinde ne hale geldiğini görüyor ve buna, üniversite yıllarından beri tanıdığı gazeteci, yazar, şair arkadaşlarının baskı altında nasıl sessiz kaldıklarına tanık oluyordu. Yaratılan korku iklimi herkesi susturmuştu. Susmayanlar ile bir bilinmez yerdeydi. Ancak Nazım sessiz kalamazdı. Önce arkadaşlarına başkaldırdı sohbetlerinde, sonra gücünü, yani kalemini, kullandı ve oyunlar yazdı rejimin başındakilerini eleştiren. Kruşçev başta olmak üzere bir anda Nazım kurtulunması gereken kişi olmaya başladı Moskova’da. Yazdığı oyun “İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?” Yasaklandı. Telif hakları ödenmez oldu. Hatta her fırsatta yurt dışına gönderilerek Moskova’dan uzak tutulmaya çalışıldı. Nazım ekonomik olarak da çökertilmeye çalışılıyordu. Sağlık sorunları her geçen gün kendini daha derinden hissettiriyordu. Hayatına Vera girdi; işte tam da bu dönemde…
Melih Yıldız: Nazım Hikmet ısrarla Stalin ile görüşme talebinde bulunuyor. Ancak bu görüşme gerçekleşmiyor… Hatta Stalin, Nazım Hikmet’i öldürtmek istiyor. Bunun gerekçesi nedir?
Numan Aydınoğlu: Bu konuda çok fazla spekülatif haberler var. Bu bilgileri birkaç anı kitabından öğreniyoruz. Birincisi Saime Göksu tarafından kaleme alınan “Romantik Komünist” diğeri ise Radi Fiş’in kaleme aldığı Nazım’ın çilesi. Nazım 1950 yılında Moskova’ya gelir gelmez hemen yıllar önce delikanlı çağında bıraktığı bütün şair, edebiyatçı arkadaşları ile bir araya geliyor. Şahit olduğu rahatsız edici rejim davranışlarını dile getirdiğinde güvendiği arkadaşlarının sessiz kalmasından çok rahatsız oluyor. Bir sinema sahnesinde de Türkler aleyhinde geçen replikler duyunca bardağın taştığı son damla oluyor Nazım için. Sahneye çıkıp “Hadi o zaman, madem öyle ben Türk’üm gelin beni de alın” anlamına gelen kısa bir konuşma yapıyor. Bu konuların tek muhatabının ise Stalin olduğunu öğreniyor ve onunla görüşmek için randevu talebinde bulunuyor. Ancak randevu geciktiriliyor ve 1953 yılında Stalin’in ölümü ile sistemin düzene girmesi bekleniyor ama gelen gideni aratıyor.
Melih Yıldız: Usta, Bulgaristan’dan ayrıldıktan sonra Bulgarların Türkler’e karşı tutumu nasıl oluyor? Nazım Hikmet bir başka hayal kırıklığına uğruyor mu?
Melih Yıldız: Kitabınızda Nazım Hikmet’in “Korku” adlı şiirinin hikâyesinden bahsediyorsunuz. Şiir hikâyeleri edebiyatseverler tarafından merak edilir. Bu şiirin hikâyesinden kısaca bahseder misiniz?
Numan Aydınoğlu: Bu soruya cevap vermeden önce sanırım. Pol Robson’u anlatmak lazım. Gerek şarkıları, gerekse de yaptığı filmlerle ciddi bir hayran kitlesi oluşturmuştu Amerika’da. Ancak dünyaya siyah derili olarak gelmişti. Amerikalıların bunu kabul etmesi neredeyse mümkün değildi ama o çok iyi bir sese sahipti ve şarkıları çok seviliyordu. Ancak bu sevgiyi bir anda ters yüz edecek bir iş daha yaptı Pol. Komünist Parti’ye üye oldu. İşte her şey o zaman başladı. Pol, Amerikan halkı tarafından resmen linç edilmeye başlamıştı. Nazım, Bursa’da cezaevindeydi o sırlar. Avluda yürüyüş sırasında eline bir gazete parçası geçti. Sayfanın Tam ortasında Pol Robson’un fotoğrafı ve etrafında onu dil çıkararak protesto eden, aşağılamaya çalışan Amerikalıları gördü. Birden; “Korkuyorlar” dedi ve cebinden defterini çıkartıp yazmaya başladı. Nazım, bu şiirinin yazım öyküsünü böyle kısa cümlelerle Bulgaristan ziyareti sırasında kendisine rehberlik eden Blaga Dimitrova’ya anlatıyor. Hikâyeyi daha geniş kapsamda bir öyküye dönüştürmek için Biraz VA_NU biraz da Nail Çakırhan anıları okumak yeterli geldi.