Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, aynı zamanda ikinci öykü kitabına adını da veren Yaz Yağmuru adlı uzun öyküsü, bana bir ‘tuzağı’ hatırlatıyor. Kötücül birilerinin eline düşmek gibisinden bir tuzak değil, içine bile isteye girilip insana anlaşılmaz bir saadet hissi yaşatan bir kapan. Yaz Yağmuru’nu ilkin 1995’de okudum. Sonrasında 2-3 defa daha okumuşumdur. Üstelik bağımlılığımda yalnız olmadığımı da biliyorum. Söz gelimi Fethi Naci, Cumhuriyet Kitap’ta Yaz Yağmuru üzerine kaleme aldığı yazıda, öyküyü farklı zamanlarda üç defa okuduğundan söz eder. Sadece Sait Faik Abasıyanık’ın öykülerini tekrar tekrar okuduğunu da belirtir, anlaşılan odur ki Yaz Yağmuru bir istisnadır. Tanpınar’ı seven okurları arasında öyküyü aynı tutkuyla okuyan birçok kişi olduğunu tahmin ediyorum. Peki ama nedir bunun nedeni? Gerçi ilk öykü kitabına adını veren Abdullah Efendinin Rüyaları da, görebildiğim kadarıyla benzer bir etki yaratmış Tanpınar’ı yakın okumayla izleyen okurlarda. Yine de Abdullah Efendinin Rüyaları’na insanı çeken nedenler az çok ortadadır. Edebiyatımızda alışılagelmedik bir öyküdür, hayli ‘erken’ yazılmıştır, gerçeküstücülükle ilişkilendirilmiştir, ben o öykünün hammaddesinin ‘metafizik’ olduğunu düşünüyorum. Peki ya Yaz Yağmuru? Giderek kısalan ömürlerimizde hâlâ okunacak onca farklı, vaatkâr kitap varken, nasıl oluyor da yaklaşık altmış sayfalık (Varlık Yayınları’nın ilk baskısını baz alıyorum, 1955) bir uzun öykü, ikide bir kimimizin aklını çeliyor?
Genellikle bir aşk öyküsü diye tanımlanır Yaz Yağmuru. Sahiden öyle midir? Hemen tüm Tanpınar öyküleri gibi kolay sınıflandırılamayacak bir metin. Ama öykünün etrafında örüldüğü, Sabri’nin evinin bahçesinde rastgeldiği kadınla kesintilerle iki güne yayılan ilişkisi, bana aşktan ziyade ‘tutku’yu çağrıştırıyor. Genç kadının adının Fatma olduğunu öykünün ortalarında dolaylı yoldan öğreniriz ama Sabri ona öykü boyunca bir kez olsun adıyla seslenmez. Üçüncü tekil anlatımla ilerleyen öyküde, Sabri adıyla yansıtılırken Fatma’nın adının imlendiğini bir defa bile okumayız. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum, yazının son kısmında buraya tekrar döneceğim. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında hayallere dalmış, bir palmiyeyi okşayan hülyalı bir kadın, kuşkusuz sinematografik bir imge. Bir gizeme açılan öyküleri seviyorsanız, daha ilk paragrafta yazar tarafından baştan çıkarılmanın gerçekleştiği söylenebilir. Üstelik bu güçlü görsel imgeyle iş bitmiyor. Sabri, sırılsıklam hâldeki kadına hitap etmeden önce, (Tanpınar yine okuru şaşırtacak bir hamle yapar) ve Hacivat ile konuşur. Karagöz ile Hacivat, Sabri’nin görünmez arkadaşlarıdır. Sabri, çocukluğundan başlayarak gün içinde sürekli onlarla didişerek akıl yürütmeye alışmıştır. İlk elde görebildiğimiz, hayal gücü oldukça geniş, sıradışı bir erkek ile benzer özelliklere sahip bir kadının beklenmedik buluşmasıdır. Sabri’nin esas işini bilmeyiz, eşi Seher çocuklarını da alıp Antalya’ya aile evine gitmiştir. Sabri uzun süredir üzerinde çalıştığı tarihî romanı bitirebilsin diye. Evin arka tarafından denize girilir, 1944 İstanbul’unda hali vakti yerinde biridir Sabri. Öte yandan bir elitist olduğu da söylenebilir. İleride 1990’ların popüler romanları hakkında bir şeyler yazılırken mutlaka tarihî romana ayrılacak sayfalar var. Bir furya olarak o kadar çok yazıldı ki, bunların ne yazık ki pek azı edebi açıdan doyurucuydu ve pek çoğunun parlak tirajlarına rağmen şimdiden unutulduğu söylenebilir. Aynı yoğunlukta olmasa da polisiye romanın da birçok örneği o dönemde verildi ve her iki tür de popüler roman türleri içinde (tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi) aynı şemsiyenin altında bir araya geldi. Oysa 1944 yazında romanına malzeme toplamak için sık sık Topkapı Sarayı’na giden Sabri, polisiye romanı hor görür ve genel olarak türün dilindeki özensizliğin orijinal olarak algılanmasından şikâyet eder. Bu kıyaslamanın öykünün içeriğiyle bir bağlantısı yok gibidir. Buradaki vurgu, tarihî romanı polisiyeden üstün ve edebiyata dair gören Sabri’nin elitist karakterini duyurma hassasiyetine bağlanabilir. Evin beklenmedik misafiri içeride üstünü değiştirip salona döndüğünde plakları karıştırır, Tanpınar öykü boyunca disk demeyi tercih etmiş. Misafir, sevinç içinde pikaba bir Debussy plağı yerleştirir. 1944 İstanbul’unda Debussy dinleyen bir kadın ve erkek. İnce zevklere sahip, kültürlü ve duyarlı erkek karakter, tipik bir Tanpınar kahramanıdır ve müzik ikisini birbirine yaklaştırır. Sabri kadını görür görmez büyülenmiştir. Yine de dikkatini kadının anlattıklarına bütünüyle veremez, kafası karmakarışıktır, bir yandan da Hacivat ile Karagöz teklifsiz muhavereye katılırlar. Genç kadına gelince, o da kendi kendisiyle meşguldür, eskiden Sabri’nin oturduğu evin yerinde bir yalı olduğunu, yalı yanana kadar ailesiyle orada oturduğunu söyler. Fakat sonradan yanıldığını, yeri karıştırdığını düşünür, mamafih bir süre sonra yanılmadığını anlar(ız). Aralarındaki ilk fiziksel temas Debussy’nin ‘sihirli’ notaları sayesinde gerçekleşir, kadın başını Sabri’nin omzuna dayar.
Cinsel ilişkiye girdikleri kabini Sabri bir deniz mağarasına benzetir. Tanpınar oldukça dolaylı bir anlatım biçimini tercih etmiş ilişkinin evrildiği noktayı anlatırken. Dört satır kullanmıştır bunun için, ancak yaptığı benzetmelerle belki o dönemde okurun işini bir parça zorlaştırmışsa da, bu dört satır bir ‘anahtar’ işlevi görür. Kabin deniz mağarasına benzemesinin yanı sıra ıslak, loş ve serindir. Oidipus kompleksi tartışılabilir olmakla birlikte oralardadır, fakat daha fazlası var. Deniz mağarası, Gustave Courbet’in tablosunu anayım, ‘Dünyanın Başladığı Yer’dir aynı zamanda, kayıp annenin iktidarındaki ve hatta tekelindeki yitik cennet. Tepeden tırnağa entelektüel olan Tanpınar’ın psikanaliz ile ilgilendiğini biliyoruz, o kadar ki, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün sacayaklarından biri. Aslında Tanpınar’ın özellikle öykülerinde yeterince irdelenmemiş bir taraf var. Erkek karakterlerin duyduğu şehvet hissi: Abdullah Efendi’nin Rüyaları baştan sona bir şehvet risalesidir, ilkin kadınlara yönelik gibi görünür, onlara karşı bir korku mevcuttur, ama korkunun altında şehevi hisler hazır kıta bekler. Yaz Yağmuru, bana öyle geliyor ki Abdullah Efendinin Rüyaları kitabında yer alan Geçmiş Zaman Elbiseleri’nin karşılığıdır. İki öykü arasında önemli benzerlikler var. Geçmiş Zaman Elbiseleri’nin anlatıcısı geçirdiği bir kaza neticesinde geceyi geçirdiği evde ‘tuhaf’ bir genç kızla tanışır. Anlatıcı önce Alman kız Keti’yle ilgili hayaller kurar. Şaşırtıcı ölçüde şehvet öne çıkar Keti anılırken. Geçmiş Zaman Elbiseleri’ndeki iki olasılığa göre bahsedeceğim, babasının veya kocasının tahakkümündeki genç kızı anlatırken Tanpınar şehveti rafa kaldırır. Eski zaman giysileri içindeki kız büyüleyicidir, masalsıdır, neredeyse bir Tanrıça kutsallığındadır. Anlatıcı bir anda vurulmuş gibidir, ancak öykü boyunca izini kaybettiği kızı uzun arayışları, orada da art alanı aşkın değil, ulaşılamaza olan ‘tutku’nun doldurduğunu imler. Yaz Yağmuru’nun Fatma’sı da çocukluğunu üzerine oturmayan giysiler ile geçirmiştir. Ve bu tuhaflığın nedeni tıpkı Geçmiş Zaman Elbiseleri’nde olduğu gibi yine aile büyükleridir. Erken yaşta ölen teyzesine benzetilen Fatma’ya, dadısı geceleri teyzesinin elbiselerini giydirip onu taklit etmesi için saatlerce prova yaptırmıştır. Bu noktada fiziksel değil ama duygusal bir şiddetten söz edilebilir. Her iki öyküde kadınlar travmatik karakterlerdir. Ve üstlerine başlarına oturmayan, yaşlarına uymayan giysiler içinde yine de ‘komik’ değiller, daha ziyade ‘büyüleyici’ olarak aktarıyor onları Tanpınar. Sabri, Karagöz ve Hacivat’ın desteğiyle ayakta durabilen, olmamışlıktan muzdarip bir adam. Her iki öyküdeki kadınlar ise büyükler tarafından zapt edilmiş, kuşatma altına alınmış, duygusal açıdan sakatlanmış karakterler. Yaz Yağmuru’nda Fatma’nın küçüklüğünde teyzesinden kalma elbiselerle koridorlarda yürütülmesi ‘grotesk’ bir manzara ama bu tuhaf hikâyeyi dinleyen erkeğin gözünde âdeta ‘pitoresk’e açılıyor. Sabri, Fatma’nın teyzesinin giysileriyle dolaşmasını hayal ederek tekinsiz bir hayalin peşine elbette takılmıyor ama Fatma’ya yetişkinliğinde bu alışılmadık tavırları veren ve Sabri’nin ondan etkilenmesini sağlayan da çocukluğunda yaşadığı ve üzerinden atamadığı deneyimlerden başka bir şey değil. Üstüne üstlük Fatma’nın gece dolaşmalarını izleyen bir çift göz de var. Dedesinin sürekli göz hapsinde, bir gece izlendiğini fark eden Fatma hastalanır ve bir daha teyzesinin giysileriyle dolaştırılması yasaklanır. Dedesi ölüm döşeğinde sayıklarken âdeta günah çıkarıyor, ölen teyzenin (kendi kızının) yanına gittiğinde ‘onunla nasıl yüzleşeceğim’ diyor, burada bastırılmış bir ensest göndermesi mevcut.
“Birdenbire kırılmış bir aynanın dışında kalmış bir ‘hayali’ andırıyordu. Seher’in didişmesiyle, gayretiyle alınan bu evde bundan böyle hep ‘onu’ hatırlayacaktı. Çünkü bu kadar acayip, bu kadar ‘irreel’ bir mahlûk unutulamazdı.”
“Birkaç saat evvelki hazzın (cinsel ilişkinin) hatırasını kanında keskin bir koku gibi duydu. Bununla beraber bu hatırlayışta da bir çeşit ‘uzaklığın’ nizamı vardı. ‘Akla çok güç sığan’ bir şeydi bu.”
Ve nihayet ayrılırlarken hepsinden ilginç bir cümle kurar Tanpınar.
“Biraz sonra vapur kendi zamanıyla ve kendi ışıkları içinde geldi.”
Sabri’nin uzun süredir üzerinde çalıştığı tarihî romanı bitirdiğini göremeyiz. Oysa öykünün sonunda Fatma’nın ağzından, buna Fatma’nın desteğiyle de diyebiliriz, konak artığı diye acımasız bir benzetmeyle anılagelen insanların yaşamından bir kesit, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişteki zorlu toplumsal koşullar ve kaçınılmaz dönüşüm sonucunda örselenmiş dünyalardan bir kesite tanık oluruz. Sabri, iğretiliğini, olmamışlığını, ruhsal yalnızlığını bir süreliğine de olsa ‘doyurmuş’ gibidir. Romanın ne zaman biteceği sorusu artık önemini kaybetmiştir. Son sayfada, başlarda değindiğim gibi adıyla ‘hiçbir zaman’ seslenmediği ve anmadığı Fatma, “kendi zamanı ve kendi ışıkları içinde gelen” vapura binip ‘geri dönmemek üzere’ uzaklaşırken, Sabri romanı bir kenara bırakıp Antalya’ya gitme kararı alır. Karısını ve iki çocuğunu alıp dönecektir. Ama bundan evvel Fatma’yı yağmur altında okşarken gördüğü palmiyenin etrafına bir süs ağacı saracaktır. Öykü “Hayatına bütün müdahalesi kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gitmiyordu” diye biter. O hâlde ilk sahneden başlayarak deniz mağarasına benzettiği kabinde olup bitenler gerçek olmayabilir. Birlikte Debussy dinleyip kendinden geçtiği genç kız ‘gerçekse’ bile, tıpkı ilk sahnede yetkinlikle verildiği gibi varlığıyla değil, daha ziyade imgesiyle iz bırakacaktır.
TÜRK DİLİ AĞUSTOS 2019