“BİR ÖLÜM BİR KALIM” ÜZERİNE
“Bir Ölüm Bir Kalım” Emrah Kurul’un ilk öykü kitabı. Eylül 2023’te okurla buluşan kitap, Mahal Edebiyat etiketiyle yayımlandı. Kitabı inceleme yöntemimi, öykülerin okunma anlarına ait yorumlarımla belirledim. Okurun hevesini kaçırmamak için içeriğe dair detaylar vermemeye gayret ettim. Mümkünse terim kullanmamaya özen gösterdim. Öyküleri tek tek inceleyip bir sonuç kısmı yazmaya çalıştım. Aynı değerlendirmeleri yapmamak adına bazı öyküler için daha az konuştum.
İman Kâğıdı: Taşra öyküsü denildiğinde akla genellikle taşra insanının yaşadığı imkansızlıklar, kavuşamama, kız kaçırma gibi son derece sınırlı konular gelir. Ama biliriz ki Anadolu’nun kendine has korkuları, kendini gerçekleştirmek ya da iyi hissetmek arzusu ve elbette buna benzer pek çok amaç için sığındığı alanlar, anlar, nesneler vardır. Bu çeşitliliği anlatmak, kültüre hakîm olmayı gerektirir. Hakimiyet için yalnızca bu kültüre dair okumalar yapmak yetersiz kalabilir. Biraz da kültürün içine doğmak, onun havasını solumak, süreç içinde bütünü sindire sindire kavramak gerekir. “İman Kâğıdı”nı bu bağlamda değerlendirmenin yerinde olacağını düşünüyorum.
Öykünün başlığı olma görevini üstlenen “iman kâğıdı”, merak unsurunu kendine has bir “katlanma”yla metnin finaline kadar sürdürecek bir işlevselliğe sahip. Okur, öyküyle bir tanışma gerçekleştirecek. Beri yandan günümüzde artık adını bile duyamadığımız kültürel bir ögeyi de tanıyacak. Tabii kültürel ögelerin tamamının faydaya yönelik olduğunu iddia edemeyiz. Burada kimine göre batıl, kimine göre ise gerçekliğini ilk günkü gibi koruyan tılsımlı bir mevzu söz konusu. Öykünün mesajından ayrı bir yorum olarak da sanatın o her zaman inandığımız büyülü dünyası…
Öykü, hakîm anlatıcıyı tercih etti. Özetleme mecburiyeti doğurabilmek gibi olumsuz bir özelliği var bu anlatıcının. Bir yazarın anlatma yeteneğinin yanında yazının akademik yönünü takip edip yeni anlatım imkanları yaratması, hiç değilse var olan yöntemleri süslemesi ya da çeşitlendirmesi gerektiğini düşünürüm. Bu bakış, işin sonunda belki ortaya güzel bir metin koymayabilir fakat uzun vadede yeni imkanlar yaratmaya yardımcı olur. Kurul, burada tekniği devreye koyup metnini klasik ölçüde seyreden bir anlatımdan kurtarabilmiş. Hakîm anlatıcının zaman zaman kısmî geriye dönüşlerle neden-sonuç ilişkisi kurmasıyla yetinmemiş, kültürel açıdan fikir sahibi olunmayabilecek nesneler ya da olaylarla ilgili ona açıklama yapma şansı da tanımış. Bu çözüm, elbette bir yenilik değil. Olsa olsa var olan anlatım olanaklarının bir araya getirilerek çeşitlenmesi şeklinde değerlendirilebilir. Ancak bu hamle, öykünün gidişatındaki tekdüzeliği kırabilecek cinsten bir hamle olamazdı. Bunun çözümü için de –yanılmıyorsam ilk yetkin örneğini Tanpınar’ın Huzur’unda gördüğümüz- anlatıcı-figür ortaklığını kullanarak sağlamış. Zaman zaman söz konusu anlatımın değerini düşüren “diye geçirdi içinden, diye düşündü” gibi kalıp ifadelere rastlamasam daha memnun olacağım bu çözüm için önce kulak tırmalayan bir bölüm örnekleyeyim:
“On yedi yıldır küs oldukları kayınbiraderinden gelmiş olabilirdi zarf. ‘Meymenetsiz! Yine ne yumurtlayacak hakkımda?’ diye geçirdi içinden.” s. 12
Bir de figürün aklından geçirdiklerine karşımadan ama onun söylediklerine paralel devam eden anlatıcıyı görelim. İçinde bir tane de “dedi” fiili eklenmiş cümle var. Kıyas için yerinde bir bölüm olur, zannederim:
“Derken zarfın üzerindeki cümlenin bozuk bir el yazısıyla yazılmış olduğunu fark etti. ‘Eyvah!’ dedi içinden, boğazını sıkıyorlarmış gibi öksürdü birkaç kez. ‘Zelâkadın olmasın gönderen?’ Kayınbiraderi haklıydı, Hümeyranım oldum olsası düşkündü muskaya. Zelâkadın’a çeşit çeşit muskalar yazdırmış, tomar tomar paralar dökmüştü. Seksenine gelmiş kadın şimdi gerçeği söyleyip günah mı çıkaracaktı? Yoksa üstü kapalı tehdit mi ediyordu? ‘Vay orospu vay! Vay orospu vay!” s. 15
Alıntıda vurgulamak istediğim nokta, figürün düşüncelerine dokunmadan ama ona paralel bir anlayışla öyküyü sürdürmenin akıcılık sağlaması. Müdahalede bulunulan bölümler, zaten bir düşünce ya da ifade olduğunu bildiğimiz cümleler için gereksiz bir yönlendirme meydana getiriyor.
Yansıtmacı anlayışla kaleme alınan metinler, iyi bir gözlem gücünü şart koşar. Zira figürün iç dünyasına dair genellikle çok az veri sunar. Çözümü de ilahi gücüyle sağladığı duygu tasvirinin yanında dış dünyanın detaylarıyla sağlar. Bu noktada pek çok metnin dış dünuyayı betimlemekle sınırlı kaldığını gözlemleriz. Ele aldığımız metin, birtakım kültürel ögelerin ifadesiyle zenginleşebilir. Bu bağlamda öykünün iki kaynaktan da beslendiğini gözlemliyorum. Dış dünya için:
“Birinin toprak damı diğerinin bahçesi badanası kirli evler, yürürken daima yere baktıran çukurlu şose yollar, ucuz ürünler satan köşebaşı mahalle bakkalı, yabancı bir kadın gördüğünde erkekliği kabaran delikanlılar…” s. 20-21
Kültürel öge için:
“… Şimdi mevtayı hastanenin morgunda yalandan yıkayıp çuvala sokar gibi kefenliyorlar. Sonra da doğru mezara. Eskiden öyle miydi? Ha? Mevta baba ocağında güzelce yıkanırdı, çoluğu çocuğu eşi dostu mevtaya bir tas su dökerdi. İmam olsun, gassal olsun, okuya üfleye yur yıkar tertemiz kefenlerdi. Ahan da bu iman kağıdını da koyarlardı göğsüne.” s. 20
Öykünün içeriği, yorumlanması zor bir yapıda değil. Dolayısıyla bir özet girişiminde bulunmayacağım. Ancak her figürün bir tip olarak öyküde varlık gösterdiğini ve buna uygun olarak da metnin toplumsal mesajlar içerdiğini belirteyim. Gerilimli havasını son ana kadar sürdüren en sonra da okuru gülümseterek uğurlayan güzel bir öykü olduğunu söyleyebilirim.
Mandalina Bahçesi: Yoğun olma çabasında bir öykü. Bazı göndermeler içeriyor gibi görünse de başarılı olmuşa benzemiyor. Belki Mandalina Bahçesi filmiyle bir bağ kurma çabası da güdebilir ancak öyküde “müzik”le ilgili bir detay var. Yüksek duyarlılıkla kentli diyebileceğimiz bir figürün yalnızlığını konu alması ve biraz da yazmak eylemine odaklanması dışında kayda değer bir şey göremediğim bir içeriğe sahip. Tabii bu kıymetsiz bir içeriği olduğunu göstermiyor. Biçim olarak üzerinde durabileceğim önemli bir özelliğe rastlayamadım. Muhtemeldir ki “İman Kâğıdı” gibi çok güçlü bir metinden sonra okurunu memnun etmek zor olur bu öykü için.
Bir Ölüm Bir Kalım: Öykü, biçimsel bir çabaya sahip. Fantastik, diyebileceğim bir kurgu var. Özellikle Çehov’un bir öyküsüyle -Çehov’un öyküsündeki kızın tasvirini göz önünde bulundurduğumda adı verilmeyen öykünün “Besleme” isimli öykü olduğunu düşünmekle beraber Çehov’un buna benzer başka öykülerinin de varlığını göz önünde bulundurarak ve dolayısıyla bir kesinlik iddiasında bulunmayarak yorumlayacağım- kurulan bağ, yorumlamanın önünü açabilecek bir anahtar gibi görünüyor. Atıfta bulunulduğunu düşündüğüm öyküde Varta isimli besleme, beşik sallamak ve evin rutin işleriyle dur durak bilmeden ilgilenmek zorundadır. Uyumaya bile zaman bulamayacak bir tempoda çalışır ve öykünün finalinden anladığımız kadarıyla uyuyabilmek için bebeğin hayatına son vermek gibi son derece zor bir karar almak zorundadır. Bunun vicdani yönünü ya da başkişi açısından yorumuna girişmeyeceğim.
Öyküye dönecek olursak yukarıda da belirttiğim üzere fantastik diyebileceğim bir içerik söz konusu. Bir tarafta karıncalarla ilgili büyük harflerle yazılmış bölüm ilerlerken bir taraftan “gerçek” olarak algıladığımz diğer bölümü takip ederiz. Bütün bu özellikleri düşündüğümde öyküyü sağlıklı biçimde yorumlamanın yolunun bu üç unsuru –Çehov’un öyküsü, büyük harflerle yazılmış karıncalar bölümü ve “gerçek” olarak algıladığımız bölüm- birleştirmekten geçtiğini düşünüyorum.
“Besleme” öyküsünü özetlemeye çalışmıştım. Aynı öykünün detaylarından, toplumsal anlamda nasıl bir davranış sergilersek o doğrultuda sonuçlar alırız, minvalinde bir yoruma daha varmak mümkün. Zira benzer yorumu, karıncalar bölümüne de rahatlıkla uyarlayabiliyoruz. “Besleme” öyküsüne yapabileceğimiz yorumların da “Bir Ölüm Bir Kalım” öyküsünün başkişisine uygun düşeceğini söyleyebiliriz. Zor bir matematiği olduğunu düşündüğüm için öykünün içeriğine dair mümkün olduğunca az detay vererek kendimce bir yol haritası çizmeye çalıştım.
Konusu gereği soğuk bir atmosferi vardı öykünün. Buna dilin de eşlik ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla solmuş, kıpırtısız bir yaprağı seyreder gibi okudum. Öykü kişilerinden Mukaddes’in hayali varlığı ve ismi elbette tesadüf değildi. Fakat yorumlanması zor bir tercih de değildi. Halihazırda başkişinin anlatıcı rolünü üstlenip bütün öyküye donuk üslubunu yaymasını engelleyecek bir yol vardı. Mukaddes’i mukaddes kılan anıların gücünden faydalanılarak belki dile biraz canlılık getirilebilirdi.
Öyküyü yazarların zaman zaman okur ya da genel anlamıyla toplumla yaşadığı ilişkinin dışavurumu olarak değerlendirdiğimde öyküden haklı bir serzeniş de duydum. Niteliği iki parçaya böldüğümde, başlığından da ilham alarak, şu kanıya varabilirim: Ölümün soğukluğu son derece keskindi, kalım için dilin biraz daha canlılığa ihtiyacı vardı.
Mirav: “Mirav” sözcüğü, zannederim, pek çok okurun kelime hazinesine katkıda bulunabilecek türden bir sözcük. Güncel sözlükte rastlayamadığım bir kelime olsa da günün şartlarında herhangi bir şeyin gizli kalması pek mümkün değil. Ona bir şekilde ulaşabiliyoruz. Çocukluğumda nasıl telaffuz edildiğine çok dikkat etmeden duyduğum ama sonuç itibarıyla hangi iş ya da kimler için kullanıldığını hatırladığım bir sözcük. İşin aslı, öykünün gidişatında da anlamı kolayca kavranabilir. Yanı sıra “uğul uğul” ikilemesinin “üğül üğül” gibi yerel söyleyişteki biçimini gördüğümüz başka sözcükler de barındırıyor öykü. Bunu, sözcüklerin yerel söyleyişteki canlılığını koruması bakımından son derece kıymetli buluyorum. Zira metinlerimiz her ne kadar sanatsal çerçevede hikayesini anlatmayı temele oturtmuşsa da başarabildiği ölçüde kültür aktarma misyonunu da yerine getirebilmeli.
Mirav, doğayla ilişkimizin sosyal ilişkilerimizi biçimlendirmesi üzerine sessiz bir ağıdı imgeliyor. Bir tarafıyla da “Çıplak Vatandaş” filminde gördüğümüz soyunarak çıldırma halinin bir benzerine rastlıyoruz öyküde. Ayrıca öykünün kurgusu, Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” öyküsüyle de benzerlik taşıyor. Atay, başkişisini konuşturmamayı tercih etmiş. Benzer bir durum “Mirav” için de geçerli. Anladığımız kadarıyla başkişimiz sağır. Tabii öykülerin kıyasında keskin bir ayrım da söz konusu. Atay’ın vermek istediği yalnızlık anlayışı daha çok bir kentliye, Kurul’un anlayışı ise bir taşralıya uygun. Bununla birlikte başkişilerin sosyal mesajlarının ortak olduğu düşünülebilir.
Öykünün odağa aldığı duygu “yalnızlık”tı. Günümüz edebiyatında bolca kullanılan “yalnızlık” duygusu, maalesef, daha çok fiziki şartlarla ya da cılız altyapılarla işlenmeye çalışılıyor. Bu da zaman zaman kentli-taşralı çatışmasının fitilini ateşliyor. Biri taşrayı küçümsüyor. Öteki, kentliyi suçluyor. Şu çok açıktır ki nitelikli düzeyde bir hayat görüşü, düşünsel derinlik, okuma ve gözlem gibi unsurlar bir araya geldiğinde ister taşradan bakalım ister kentten varacağımız sonuç aynı olur. Değişen şey, olsa olsa biçimlerimizdir ve buna saygı duymamız gerekir. Bu bağlamda “Mirav”, “Beyaz Mantolu Adam” öykülerinin ve “Çıplak Vatandaş” filminin benzer sonuçlara vardıklarını söyleyebiliriz. Geriye işin biçimsel boyutu, detayları kalır ki o da kişisel beğenilerimizle ilgilidir.
Düğme Kavanozu: Terk edilişin sessiz karşılanışını konu edinen hassas bir metin Düğme Kavanozu. Teselliyi baba ocağında arayan başkişi, annesinin uzun yıllar sakladığı düğmeler vasıtasıyla bize özgü büyülü dünyaya bir kapı aralıyor. Aslında “İman Kâğıdı”ında uzun uzun anlatılan detaylar bunlar. Zelâkadın’a bile rastlıyoruz. Fakat metinde önemli bir husus nedensiz bırakılmış. Başkişinin neden terk edildiğine dair fikir edinemiyoruz. Öykünün yazılma fikrini oluşturan düğmeler bu hususu kurgu düzleminde gölgede bıraktığından gözden kaçmış olabilir. Düğmelere yönelik bakış hem hacim hem de yoğunluk olarak yeterli düzeye ulaşamadığından öykünün finali de aceleye gelmişe benziyor. Derin duygularla yol alan metnin finali, ona uygun sadelikte biçimlenebilirdi.
Tyana’da Kurban Kim?: Öyküleri değerlendirirken taşradan, kültürden söz ettim. Fakat kültürel birikimi daha uzak bir geçmişten de edinmeye başlayabiliriz. Bu bağlamda öykünün 8. yüzyıldan günümüze uzanan, geniş bir yelpazeye yayılan kültürel yönü var. Dolayısıyla metni daha iyi kavramak isteyen okurların Tyana ile ilgili bilgilere ihtiyacı olacak.
2023 Sait Faik Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülü alan bu öykü, üstadın engin birikimyle yazma çabasına benzer bir bakış açısıyla kaleme alınmış. Tyana Kralı Warpalawa’nın sözlerinden Kemerhisar’ın doğal, beşeri güzelliklerine kadar pek çok detay öyküye serpiştirilmiş. Bu detaylarla anlatımda imgeler üretilip günümüz dünyasıyla yörenin antik dönemleri kıyaslanmış. Fantastik örgünün ışığında yorum çeşitliliği sunan zengin bir metin ortaya çıkmış. Fakat günümüz okurlarının pek hazzetmedikleri bir kurgu bu. Değerinin anlaşılması için çaba sarf ederek okunması gereken bir özelliğe sahip. Kurul, bir söyleşisinde sanatçının yaşadığı topluma borçlu olduğunu ifade eder. İfadeyi derinleştirmeden değerlendirdiğimizde toplumun sıkıntılarını anlatmak gibi yüzeysel bir anlam elde edebiliriz. Ancak hem kitap genelinde hem de özellikle bu öykü özelinde Kurul’un ifadesini tekrar değerlendirdiğimizde toplumu gerçekleştiren çeşitli unsurları işlemenin topluma karşı sorumluluğumuzu yerine getirmede işe yarar bir yol olduğunu anlarız. Bu bağlamda söz konusu ifadeden bir sitem anlaşılacaksa bu sitem, olsa olsa meseleye sığ bir pencereden bakmakla ilgili olabilir.
Gelelim öykünün başlığıyla içeriğinin ilişkisine. Evet, ya sığ baktık topluma ya da sırtımızı döndük. Ortaya çıkacak sonuç, geçmişte bıraktığımız kültürün yok olması kadar onunla bağını kopararak yüzeyselleşen, birikimini değerlendiremeyerek ilerleyemeyen ve dolayısıyla günlük hayattaki ilişkilerinde de kopukluk yaşayan bizler için acı verici değil mi? Kuşkusuz öyle.
İzmarit: Öyküler zaman zaman masallara özgü bir atmosfer sunuyor. Bu masalsı yaklaşımı, halkın gündelik yaşamındaki anlatılara yormak mümkündü. Ancak İzmarit için aynı fikirde değilim. Beyaz karga imgesinden yola çıkarak farklılık üzerine yorumlar getirmek mümkünse de öykünün genel olarak makul bir yorumuna varamadım. Pek tabii her öykü de bir mesaj kaygısıyla yazılmak zorunda değil. Belki “Yaratılış Destanı” ile ilgi kurma amacı da söz konusu olabilir fakat bir üstkurmaca çabası varsa da sözlü ürüne bugünün bakışını, mesajını serpiştirmek ve biraz da okurun üzerine basarak ilerleyebileceği taşlar döşemek fena olmazdı.
Ters Düz: Pek çok söyleşide yazarlardan metinlerinin oluşum aşamalarında kurgu kişilerinin kendi kendini var ettiğine, kurguya yön verdiğine dair ifadeler duymuş, okumuşuzdur. “Ters Düz”, bir bakıma durumu özetleyen bir öykü. Biçimsel açıdan “Ters” ve “Düz” olmak üzere iki ayrı bölümden oluşuyor. Yazarla figür rol değiştiriyor. Merak unsurunu uzun süre ayakta tutamasa da metni oyuna dönüştürme çabası söz konusu olduğundan aslında merak unsuruna da pek gerek kalmıyor. Zira bu tarz metinlerin temel amaçlarından biri de klasik anlatımın duvarlarını olabildiğince yıkmaktır. Öykü, yazmak eylemini oyuna dönüştürme amacının yanı sıra fantastik ögelerin kullanımı, figür oluşturma gibi belli başlı noktalarda günümüz edebiyatına eleştirilerde bulunmuş. Öykünün “Ters-düz” ilişkisine yaslanarak yüksek düzeyde şaşırtma yönü olmasa da biçim ve kurgu açısından sarf ettiği çabayı ve ortaya çıkan ürünü sevdim. Özellikle taşra metinleri yazmakla bilinen bir yazarın postmodern anlayışla bir öykü kaleme almasını, metinleriyle ilgili bilinç düzeyinde bir karar verdiğini göstermesi bakımından önemli buldum.
Ahmet Karadağ’ın “Tutsaklığın Üç Hali” isimli öykü kitabını değerlendirirken metinlerin anısal yönlerini saklamadan var olduklarıyla ilgili birkaç şey söylemiş, akabinde bütün yazarların deneyimlerinden –bu düşünce boyutunda da olabilir- ayrı bir şey ortaya koyamayacağını eklemiş ve ortaya çıkan “şey”in olsa olsa onu dönüştürmek, süslemek gibi bir çabanın ürünü olduğunu vurgulamıştım. Bu öyküde ise adına iki defa denk geldiğimiz bir roman ismi var: Üç Mevsim. Emrah Kurul, ilerleyen dönemlerde bu isimle bir roman yayımlayacak mı, bilemem fakat buna benzer bir çalışmanın ya da düşüncenin varlığını okuruna -bilinçli ya da bilinçsiz- bildirmiş oldu.
Bir Mektup: Hacmi en kısa metin “Bir Mektup” oldu. Altı küçük bölümden oluşuyor. Yoğun ve vurucu olma kaygısına yenik düşmüş gibi. Bir intihar isteği var. Tabii bu intihar farklı biçimlerde yorumlanabilir. Neden-sonuç ilişkisinin epey zayıf kaldığını düşünüyorum. Kalabalıklar ortasında kalmak, anlaşılamamak gibi ifade edilmese de varabileceğimiz yorumu es geçerek söylüyorum bunları.
Bereket’te Bir Cumartesi: Akşam haberlerinde benzerlerine hatta daha beterlerine canlı kanlı şahit olduğumuz bir konusu var öykünün. Biçimi ve içeriği üzerine uzun uzun konuşmayı gerektirmeyecek cinsten örneği bol bir öykü. Hatta bir adım ileri, okumakla okumamak arasında çok bir şeyin fark etmeyeceğini söyleyebilirim. Kurul’un halihazırda Yük Edebiyat isimli derginin genel yayın yönetmeni olduğu takip edenlerce bilinir. Benim de söz konusu derginin yayın kurulunda yer almamdan kaynaklanacak, öyküde Yük Edebiyat dergisinin kıvrılarak koltuk altında durması hoş bir tebessüm yarattı. Ama hepsi hepsi o kadar.
Sonuç: Öyküleri tek tek incelerken masalsı atmosferlere, taşraya, özellikle de Niğde’nin doğal ve beşeri güzelliklerine, yöre insanının kültürüne, bazen de samimi mekanlarına konuk olduğumu hissettim. Tabiidir ki her öykü aynı derecede kuvvetli değildi. Bazısı sanatsal çerçevede ciddi kaygılar taşınarak kaleme alınırken bazısı yazar-toplum ilişkisi içinde sorumluluk hissiyle vücut bulmuştu.
Yazarın topluma karşı sorumlu olması fikrine katılırım. Ancak sanatın bir adım önde olması kanaatinde de ısrarcıyım. Sırf topluma karşı sorumluluğunu yerine getirecek diye yazarın sanatından ödün vermesini makul karşılayamam. Zira hangi konuyu ele alırsak alalım, sanat, özelde ise edebiyat; meselemizin çehresini oluşuturur ve o çehre yeterli güzellikte değilse ilgi yavaş yavaş çürür. Yazmaktaki temel duygularımızdan biri, insanların baktığımız yöne bakmasını sağlamaksa “güzellik”in önemi daha iyi anlaşılır. Bu doğrultuda Kurul’un bazı metinlerinin “sorumluluk” duygusunun etkisinde kalarak güzellik unsurundan mahrum kaldığını düşünüyorum. Burada vurgulamak istediğim şey, topluma yönelmemizin sanatımızın değerini düşürme olasılığı değil elbette. Yalnızca teknik unsurlarla bezeli bir metin ortaya koymak, beğenilme duygusuna yenik düşerek özgün olma şansını kaybetmek, mecranın baskısına boyun eğerek beğenmediğimiz pek çok metni ululamak, kişisel ihtiraslara kapılarak tarafsızlığımızı kaybetmek ya da sırf kişisel beğenilerimize uymadığı için yanlış değerlendirmelerde bulunmak gibi yüzlerce etken sıralayabilirim.
Romancı kimliğinin yanında öykü yazma girişiminde bulunmak ya da bunun tersi bir seyir izlemek, büyük oranda sendeletir. Şüphesiz Emrah Kurul da bu zorluğu yaşayarak ilk öykü kitabını şekillendirdi. Bunu yaparken son derece kıymetli bulduğum ve kimi unutulmaya yüz tutmuş yerel söyleyişleri kullanmaya, gerçekçi tasvirlerle mekân içinde yaşatmaya, kişileri kendi kültürel birikimleri ölçüsünde düşündürmeye, konuşturmaya ve anlatıcısını çeşitlendirerek öyküleri için uygun zeminler hazırlamaya çalıştı. Yanı sıra mekân (Niğde) aynı kalsa da kişilerini çeşitlendirerek modern insanın sıkıntılarına da değindi. Bazı öykülerde eksik bulduğum neden-sonuç ilişkisi genellikle bireylerle ilgili meselelerdi. Sebebi ise dozu tutturulamadığı için yoğun olma çabasının muğlak bir hal almasıyla ilgiliydi.
“Bir Ölüm Bir Kalım”a okuru bol, aydınlık bir yol diliyorum.