Kuyruklu Yalan, Çilem Dilber’in ilk öykü kitabı. Bu cümleye devam oluşturabilecek nesnel pek çok şey söylendiği için benzerlerini tekrar etmekte fayda görmüyorum. Soruşturma, söyleşi ve röportajlarda sıklıkla dile getirilen “eleştiri eksikliği”ni beraberce giderebilecek toplama mümkünse bir katkı sunma düşüncesiyle eğildiğim bu çalışmada, öyküleri tek tek inceledim. Çalışmayı, olabildiğince doğal hale getirebilmek için özel bir dil kaygısı gütmeden mümkün oldukça az alıntı kullanmaya, okurun heyecanını kaçırmamak adına özet girişiminde bulunmamaya ve yorumlarımı okuma anlarında oluşturmaya çalıştım. Öykülerin tek tek incelenmesinin ardından toparlayıcı bir son eklemeyi düşündüm.
Suzey: Bazı metinler için konuşmak çok zordur. Zira öyle bir yoğunluk sunarlar ki ne söyleseniz biraz eksik kalır. Suzey için söyleyeceklerimin de bu minvalde bir özelliği olacak. Konusunu anlamak, anlatmaya çalışmak belki işin kolay tarafı ancak işleniş biçiminden yola çıkarak satır araları için çeşitli yorumlara varmak mümkün. Dolayısıyla öyküyü incelerken konuyu ve biçimi ayrı ayrı değerlendirmek icap ediyor. Pastadan en büyük payı da öykünün işleniş biçimi alıyor.
Suzey; bugün de güncelliğini -maalesef- yitirmeyen, çoğunlukla toplumcu gerçekçi bir çizgide ele alınan ancak konuyu yerellikten sıyırıp evrensele taşıyan bir ölçüyle kadının ataerkil toplumlardaki sorunlarına, mücadelesine değiniyor. Bunu yaparken de alegorik bir anlatımı, büyülü gerçekçiliği tercih ederek kadına, topluma, mücadeleye, iyiliğe ve kötülüğe direkt olarak temas eden kelimelerden kaçınıyor. Bunu biraz açmaya çalışacağım.
Bugüne kadar kültüre dair neler biriktirdik, kaç farklı kültüre temas ettik, onların -başka bir yerde karşılaştığımızda- ayırt edebileceğimiz özellikleri var mıydı? Öyküde yer bulan “cadı, cadının yakılması, köylüler, masalsı atmosfer” az önce söz konusu ettiğim pek çok soruyla baş başa bırakıyor okuru. Bizim, cadılarla ilişiğimiz ne dereceydi? Genel itibarıyla kötülüğün bir simgesi olarak hafızalara kazınan, özellikle de Batı edebiyatında rastladığımız cadı; bizim öykümüzde iyiliği temsil etse onu nasıl karşılar, daha doğrusu, onun iyi bir cadı olduğuna nasıl ikna olurduk? Şu bir gerçek ki iyi bir cadı ve ona inananlar var ise de toplum nezdinde iyiliğinin kanıtlanabilmesi için onu önce bütün nefretimizle yakmamız, ardından masum olduğuna dair de özel bir pişmanlık duymamız gerekir. Suzey’de Çilem Dilber; bu durumu kültürel yapımıza uyarlayarak Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarından bu yana muhtarı, ağası, şeyhi, imamıyla anlata anlata bitiremediğimiz ancak yeni biçimiyle sevebileceğimiz bir metne dönüştürüyor. Bizi ruhları birbirine benzeyen kızlar ve hayvanlar yardımıyla metafizik alemden de güç alarak iyinin ve kötünün belirgin taraflarına yaklaştırıyor. Bu masalsı anlatıya gerçek bir fotoğrafın, yani kötülüğe önderlik eden bir muhtarın, iğrenç isteklerini dayatamadığı kadını kötüleyerek kendini temize çıkarmaya çalışan erkeklerin ve erkek egemen toplumların ürünü olarak bu egemenliği perçinleyen kadınların eşlik ettiğini gözlemliyoruz. Netice itibarıyla elbirliğiyle ceza kesiliyor ve uygulanıyor. Burada dikkate değer noktayı ise cadı-insan kıyasında -yukarıda bir cadının, iyi bir cadı olma ihtimalinden söz etmiştim- iyilikle kötülüğü simgeleme anlamında çağrışımın yer değiştirmesi oluşturuyor. Cadı “iyilik”i, insan ise (öyküdeki çağrışımıyla toplum) “kötülük”ü temsil etmektedir. Günün koşullarında iradesini eline alarak, benzerlerini üreterek çeşitli tasarruflarda bulunabilen kadın; öyküde aynı yolu deneyerek başarıya ulaşıyor. Fakat burada altını çizerek hakkını teslim etmek gerekir ki Dilber, bunu hem öykünün masalsı atmosferinden kopmadan hem de açık bir mesaj kaygısı gütmeden, okurun yorum gücünü sınırlamadan gerçekleştiriyor. Masallarda, halk anlatılarında rastlayabileceğimiz türden metafizik unsurları tercih ediyor. Bir tarafıyla da ürkütücü bir atmosfer çiziyor. Kadının kendi benliğiyle var olamadığı bir toplumun aklî ve ruhî terazilerinin de ne denli bozulabileceğini örnekliyor. Hiç dağılmayan bir duman, birbirine tıpatıp benzeyen kızlar ve hayvanlar; terazinin kollarıyla oynayan, devinimini bir düşünme eylemi olarak devam ettiren işlevsel figürlere dönüşüyor. Lanetlenen ve lanetlenmenin bir sonucu olarak uzun ve acılı bir yaşamı, toplumun süreçteki durumuna imliyor. Ancak kadının var olma çabasına yönelik bitmez tükenmez karşı duruşun devam edeceğini, buna rağmen -bütün masalların mutlu sonlarının olması gibi- kadının, mücadelesiyle bu karşı duruşu dağıtacağını hatırlatmayı da ihmal etmiyor.
Dilber, anlatıcı rolünü “Biz” figürüne bırakıyor. Ancak bu figür, metnin alegorik yapısı içinde değerli bir işlevi de yerine getiriyor. Yani öykünün konusu içinde değinmeye çalıştığım “kadın-toplum” savaşının “toplum” tarafını temsil ediyor. Bir tarafıyla da okuru, bu savaşta belli bir cepheye itmeden, onun yorumlayabilme imkanını elinden almadan “kötü”nün yanında olabilme ihtimali, dehşeti, düşüncesiyle baş başa bırakıyor. Dolayısıyla bu katmanlı metin, özetlenemeyen ancak özümsenebilen haliyle zihinlerde yer ediniyor. Bu bakımdan “Suzey” öyküsünü “büyülü” bir öykü olarak değerlendirmek isterim.
Dilber’in müstakil olarak okuduğum öykülerinde olduğu gibi Suzey’de de kısa cümlelere rastladım. Kısa ya da uzun cümleler kullanmanın kendi içinde avantajları, dezavantajları varsa da dili kısa cümlelerle kurmanın daha riskli bir seçim olduğunu söyleyebilirim. Zira kısa cümlelerle kuracağınız dil, her kelimeyi özenle seçmenizi ve yoğun bir anlatımı gerektirir. Yoğunluk oluşturmanın birinci şartı da çalakalem değil titiz yazmaktır. Öykünün genelinde bu titizliğin sergilendiğini söylersem herhalde yanılmış olmam. Olmam çünkü bu titizlik sergilenmemiş olsa öykünün büyülü bir atmosferi ve yorumla açığa çıkan mesajlar barındırması da mümkün olmazdı.
Özetle, halk anlatılarının özelliklerinden faydalanılarak, alegorik bir aktarım sağlanarak, kültürlerarası ilişkiler kurularak, son derece işlevsel bir anlatıcı ve cümle kuruluşu tercih edilerek vücut bulan Suzey’in evrensel ölçüde vermek istediği mesajı iletebildiğini düşünüyorum. Kısa vadede olmasa da bir gün mutlaka edebiyatımızın kıymetli öykülerinden biri olarak anılacağına inanıyorum.
Yolculuk: “Suzey” gibi son derece güçlü bir öyküden sonra gelecek herhangi bir öyküye açıkçası endişeyle yaklaşacaktım. Öyle de yaptım. Zira onun gölgesinde kalarak değersizleşmek çok daha olağandı. Ancak “Yolculuk”un, “Suzey”in de üzerinde bir öykü olduğunu düşünüyorum.
Yine halk anlatılarından, kültür zenginliği sunan çeşitli okumalardan toparlanmış bir öykü duruyor karşımızda. Bana kalırsa “Yolculuk” için sarf edilebilecek en güzel övgü, onu bir “dil şöleni” olarak nitelemek olurdu. Öyle ki Sevgili Çilem’in cismini görmemiş olsam onun en az seksen-doksan yaşlarında, hikayeler anlatan bir nine olduğuna ve anlattığı hikayelerinin de bir yazarın toparlayıcı dokunuşlarıyla bir araya getirildiğine inanırdım.
Pek çok metin yorumlanırken bireysel ya da toplumsal olarak iki net ayrımdan birine dahil edilir ve metin bu bağlamda değerlendirmeye alınır. “Yolculuk” için böyle net bir ayrımda bulunmak pek mümkün görünmüyor. Çünkü öyküyü “Kocanene”nin büyülü dünyası içinde değerlendirmek mümkünse de toplumsal mesajları da atlamamak gerekiyor. İtiraf etmeliyim ki hem bu özelliği hem de diliyle daha önce güçlü örneğini LatifeTekin’de gördüğüm bu öyküyü bitirdiğimde kitabı şaşkınlık ve hayranlıkla fırlatıp (Hayır, bırakmadım. Fırlattım. Bunun takdir anlayışımda özel bir yeri var.) alkışlamaya başladım, tıpkı bir zamanlar Latife Tekin’i alkışladığım gibi.
Bir özet girişimine dönüşmemesi bakımından konusundan çok biçimiyle ilgilenmek istediğim bu öykünün anlatıcı tercihinden ziyade onun kullanılış biçimini çok sevdiğimi belirtmek isterim. Şöyle ki figür olmayan anlatıcımız; anlatımı “Kocanene” ile paylaşma yoluna giderek -öyle olmasa da bu biçimde algılanabilir- cümle kuruluşu, duygu ve düşünce devamlılığı sağlamak gibi kaliteli uyumlar yakalıyor. Hatta zaman zaman tırnak içine alınmayan sözlerin “Kocanene”ye mi yoksa figür olmayan anlatıcıya mı ait olduğuna karar veremiyorsunuz. Bununla birlikte kısa ama etki gücü yüksek cümlelerin önderliğinde belki unutulmaya yüz tutmuş pek çok kelime ve kültürel ögeyle temas etme şansı elde ediyorsunuz. Bu temasın klasik, alıştığımız ve az çok ne alabileceğimizi hesap edebildiğimiz öykülerin yapısından sıyrılmamızı sağlayan özel bir işlevinin olduğunu düşünüyorum. Zaman zaman devşirme mi yoksa bize ait mitolojik ögeler mi olduğuna karar veremeyeceğiniz unsurlarla da karşılaşma ihtimaliniz var. Bu da ürünlerini, verimli okumalarla beslediğine inandığınız bir yazar tipi oluşturuyor kafanızda. Dolayısıyla bu oluşum, halihazırda metne daha ciddi bir yaklaşım sergilemenizi şart koşuyor. Bütün bu söylediklerim için yeterli bir örnek oluşturacağına inandığım alıntıyı vermeden önce öykü kişilerinin masalsı bir atmosferde de olsa yerel üsluplarıyla yansıtıldığını eklemek isterim:
“… ‘Cırlak sesli körpe seni.’ Saçının örgüsünden yakaladığı gibi çekti birini, atın sırtına oturttu. Körpe, Kocanene’den korktu korkmasına da gülmeyi kesemedi. ‘Kız bana bak, sana derim. Ne bu halin? Niye gülüp durur bu kancıklar?’ Körpe sustu. Koca koca memelere gözü takıldı. Ağız dolusu pıskırarak güldü gene. Kocanene’nin tepesi attı. Saçından tuttuğu gibi fırlattı körpeyi yere. ‘Heleeee. Şuurunu kaybetmiş kevaşe.’ Yuva yıkmaya ant içmişti ellam. Faka bastıramadı Fahri’mi. Karabüyücü fingirdek Leyla. Oda geldi geçti işte. Kadınlardan biri körpeyi kaldırdı yerden. Kıkır kıkır. ‘Koca karı huu. Kudurmayasın.’ Fıkır fıkır. Eliyle ardındaki kadınları gösterdi. ‘Bak bu karılar bir gecede gebertti kocalarını.’ Şıkır şıkır. Kocanene asıldı atının yularına. ‘Tövbe bismillah elhamdülillah.’ Arkasından bağırdı kadınlardan biri. ‘Geberttik diye delirmedik ha yanlış anlamayasın.’ Fıkır fıkır. ‘Delirdik de geberttik.’ Şıkır şıkır. Onları öylece bırakıp dörtnala yola koyuldular. Ne acıktıklarını bildiler ne susadıklarını.” (S. 22-23)
Tarihi Duvar Bakiyesi: Kitabın üçüncü öyküsü hem üslup farklılığı hem de bireysel bir konuyu seçmesi bakımından ilk iki öyküden ayrılıyor. Diyebilirim ki örneğini daha çok gördüğümüz öykülere benzer bir yapısı var. İlk üç öyküden -özellikle de Tarihi Duvar Bakiyesi’nin okur için yeterince açık olan “Galip ve Rüya/rüya” işaretinden- yazarın okuduklarıyla bağ kurarak birikim elde ettiği kadar katkı sunma güdüsüyle de öykülerini inşa etmeye çalıştığını söyleyebilirim. Bu minvalde öykünün ilham kaynağını “Kara Kitap”ın oluşturduğunu düşünebiliriz. Doğrusu, ilhamla taklidi birbirinden ayırabilmesi yönüyle de tebrik edilmeyi hak ediyor. Ancak bu öykü, çok çok başarılı ve hemen hemen her okurun sevebileceği iki öyküden sonra nispeten -başarılı olsa da- tercih edilmeyecek bir öyküye de dönüşebilir. Zira Dilber’in -Yolculuk”taki deyimiyle- “kıkır kıkır, fıkır fıkır, şıkır şıkır” bir devingenlikten içinde anne özlemi barındıran; çoğunlukla hayalin, rüyanın, geriye dönüşlerin dingin dünyasına götüren bir öyküye eşlik etmeye başlıyoruz. Öyküdeki kısmî geriye dönüş (flashback) tekniğinin bir gösterme yöntemi olan bilinç akışıyla harmanlanarak kullanımını başarılı buluyor; çoğunlukla olayları/durumları bir meddah edasıyla anlatmayı tercih eden yazarlar için bunun hem çeşitlilik sunacağını hem de anlatmanın imkanlarından birini örnekleyeceğini düşünüyorum. Toplamda her iki bakış açısı her ne kadar benzer konuları ele alsa da zaten kandırmanın bir çeşidi olduğuna inandığım edebiyatın, “anlatma”dan “gösterme”ye kayan illüzyonu değerlendirmesi gerektiğine inanıyorum. Zira bu değerlendirmenin bir faydasının da anlatıcıyı zaman zaman gözden ıraklaştırarak metne karşı ister istemez sürdürmeye çalıştırdığımız tahammülü beslemek olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde hoşumuza giden birkaç cümlenin altını çizerek ya da onları bir yere not ederek bizi sarıp sarmalayan bir konuyla yetinmek durumunda kalırız. Bu bağlamda “Tarihi Duvar Bakiyesi”inde figür olmayan anlatıcı ile figürün ortaklığında iyi bir uyumun söz konusu olduğunu ifade etmem gerekiyor. Yine kısa cümlelerin birbirini takip ettiği öyküde hayallerine, hatıralarına sarılmayı başarabilenleri masalsı bir ödülün beklediğini vurgulayayım. Son olarak da bitkilerin öyküde kendi isimleriyle (kasımpatı, begonya, menekşe, küstüm çiçeği, küpe çiçekleri vb.) var olabilmelerini hem doğa ile temas hem de sözcük dağarcığı bakımından dikkate değer bulduğumu atlamayayım.
Öykünün bilinç akışı tercihinden ziyade onun doğru biçimde kullanılışını değerli buldum. Bu tekniğin kullanımına genellikle çok fazla dikkat edilmez. Zira bilinç akışı her ne kadar karmaşık bir düzene, dış dünyadan kopuk bir yapıya sahip görünüyorsa da aslında bağlantılarını dış dünyadan alır. Bu bazen bir ses, bir görüntü (Öyküde ise bilinç akışının çıkış noktasını bir kitap oluşturuyor.) olur bu. Bu anlamda Oktay Rifat’ın “Bay Lear” romanı iyi bir rehber olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu roman, esasen, bilinç akışının doğru kullanımını göstermek için yazılmıştır.
Bir başka nedensizlik de Melek’in ölümüyle ortaya çıkıyor. Tabii burada kasıt kehanetle ilgili olan kısım değil. Her ne kadar metafizik unsur olarak bir neden var ise de mutlaka gerçekleşmesi gerektiğini düşünmediğim ya da kehaneti zayıf bir neden olarak değerlendirmekten kaynaklanan bir itiraz. Zira zaten yeterince karışık, gerçeklikten kopuk, mutsuz başkişinin Melek’in ölümüyle yalnız kalacak olması; metnin yalnızlık vurgusunun içini de boşaltıyor. Tercihen oluşan değerli bir yalnızlıktan etrafta birilerinin olmamasına dayanan fiziksel, değerini yitiren bir yalnızlığa geçiliyor. Melek’in ani ölümü, öykünün duygu toplamına kendi basitliği içinde zarar veren bir aksiyona dönüşüyor. Çünkü öykünün dokusu Melek’in ölecek olmasının değil; var olmasının, yaşamasının daha acı verici olduğunu gösteriyordu. Ancak ilk dört öyküden üçünü çok başarılı bulduğumu hesaba katınca belki de küçük ve en azından benim kişisel olarak belirlediğim bir iki zaafı olan bu öyküyü de kötü bir öykü olarak niteleyemem. Buradaki asıl amacım öykülerin olumsuz yönlerini ortaya çıkarmaktan çok nasıl daha iyi olabileceği ile ilgilenip varsa çözüm yollarını bulmaya çalışmak. Son olarak öykü için çok özel bir işlevi olmasa da Lelyo’nun kendini yazıyla ifade edişini kolaj tekniğinın yardımıyla gördüğümü, bunu en azından anlatma olanaklarından faydalanmak adına kıymetli bulduğumu unutmayayım.
Sebastian: “Tek derdi buydu. Görülmek. Bakılmak. Diğerleri gibi.” (S. 44)
Kitabın beşinci öyküsü olan Sebastian, önceki dört öyküye göre hem klasik olarak değerlendirdiğimiz Batı romanlarının üslubunu tercih etmesi hem de metni daha anlamlı hale ulaştırabilecek ve okura göre çeşitli ölçeklerde bir araştırmayı gerekli kılabilecek bir metin olması yönüyle karşımıza çıkıyor. Halihazırda Aziz Sebastian ile ilgili malumatı olmayan ve diğer öykülerin atmosferine alışan okur için ikinci bir okumayı gerektirecek düzeyde tasarlandığını söylemeliyim. Bu anlamda öyküyü ikinci okuyuşumda cümle cümle inceleme çabamın sonucunda son derece titiz, işlevsel, yoğun bir anlatımla karşı karşıya olduğumu anladım. Öyküde hem Aziz Sebastian’ın yaşadıklarının hem de bunların çeşitli ellerden tablolara yansımasının –“ok” unsuru özelinde bilgiye ve yoruma ihtiyaç duyacak düzeyde- var olma mücadelesini ustaca kamufle ettiği fikrine vardım. Bu var olma, görünür olma dürtüsünün intihar odaklı bir seçime dönüşmesini de sansasyon yaratabilmesi bakımından doğru ve etkili bir hamle olarak değerlendiriyorum. Bazı öykülerin tamamına hakim olan, bazılarının ise muhtelif bölümlerine serpiştirilen büyülü gerçekçiliğin; bu öykünün sonuna, iletiyi belirginleştiren özel bir çabayla yerleştirildiğini görüyorum. “Bakılma”nın imgesel karşılığı olarak değerlendirdiğim bu son bölümün, anlaşılma kaygısının herhangi bir yolla giderilebilecek bir kaygı olmadığını bildiren mesajını da çok sevdiğimi itiraf edeyim. Son olarak da öyküyü yine kısa cümlelerin oluşturduğunu, kolaj tekniğinin kullanıldığını ve hakim anlatıcı ile figürün ortaklığını sevdiğimi es geçmeyeyim.
Kuyruklu Yalan: Figür anlatıcının tercih edildiği bu öykü kitaba adını verdiği için, zannederim, okurun merakla beklediği bir öykü olmuştur. Açıkçası şimdiye kadarki öykülerin nispeten güçlü kurgular barındırması, bu öyküye yönelik beklentileri de doğal olarak olması gerekenin üzerine çıkarıyor.
Öykünün yapısında belirgin biçimde gerçeklikten büyülü gerçekçiliğe dönüşen iki ayrı bölümün varlığı söz konusu. Şimdiye kadar bu ayarı çok iyi tutturan öykülerin aksine Kuyruklu Yalan’ın heterojen kaldığını söylemek mümkün. Ancak bunun rahatsız edici boyutta olmadığını, sadece çok daha iyi öykülerin yer aldığı bir kitabın yüzü olmasından kaynaklandığını belirtmeliyim. Konu olarak duyarsız, sorumsuz bir baba odağa alınmışsa da öykünün gerek kız çocuğu gerekse de anne/eş özelinde kadının daha saklı aynı zamanda daha acıtıcı yaralarına değindiğini ve bunu ustaca kamufle ettiğini görüyorum. Aynı zamanda bunu; anlatmanın/aktarmanın, okurun yorum gücüne saygı duyan bir tarafı olarak değerlendiriyorum. Zira metinlerimizin sık sık ana konu haline getirdiği “kadın”ın, işleniş yönünden değişime ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Netice itibarıyla edebiyatın, bir sorunun çözümü ya da dillendirilmesi cihetinde bir görevi var ise de bunu, kendi çerçevesi içinde bazen daha derin işlemesi bazen de daha farklı boyuta taşıması gerekiyor. Kuyruklu Yalan’ın ise bu bağlamda değerli bir görevi yerine getirdiğine inanıyorum. Peki hem bu öykünün hem de geride kalan öykülerin çözüm önerileri var mıydı? Elbette. Şu ana kadar çözüm adına aldığım en kuvvetli mesaj, “Gerçekliğin çerçevelerinin kırıl”ması üzerine kuruluydu. Zira insan fiziken bir şeyleri değiştiremese de iç dünyasının tek hakimiydi.
Kral ve Adamlar: Bu öyküyü okurken Edgar Allan Poe’nun “Kara Kedi”sini, “Plüto”yu hatırlamamak mümkün değil. Öykünün figürlerinden birini oluşturan Kral’ın, Plüto’ya benzer biçimde işlendiğini ancak öyküleri kıyasladığımda Kara Kedi’nin hem korkuyu hem de kötülüğün de tıpkı iyilik gibi yuvarlandıkça büyüyen bir kar topuna dönüşebileceğini daha ustaca işlediğini söyleyebilirim. Tabii burada söz konusu ismin E. A. Poe olması, ondan çok uzun zaman sonra benzer bir öykü yazan yazarın peşinen mağlup olmasını gerektirmiyor. Bu bakımdan zaman zaman benzer özellikler sergileyen metinlerin kıyasa tabi tutulmasını faydalı buluyorum. Aksi takdirde daha iyisinin olduğu bir alanda daha aşağı metinler yazmayı kabullenmiş sayılırız ki bu da üretimlerimizi anlamsızlaştırır. Bununla birlikte iki öykünün her ne kadar birbirine benzer yönleri varsa da farklılıkları da söz konusu. Kara Kedi’de rastladığımız üzere Kral ve Adamlar öyküsünde de beklediği ya da alıştığı ilgiyi alamaması üzerine kötülüğe bulaşan bir başkişiyle karşılaşıyoruz. Dilber’in bunu gerek kâbus gerekse de gerçek hayat içinde diğer öykülere oranla biraz daha kolay anlaşılır düzeyde işlediğini görüyorum. Kral’ın ölümüyle ilgili neden-sonuç ilişkisini sunma tercihini de zaten belli başlı anlama çabaları isteyen bir metin için makul karşılıyorum. Günümüz okurlarının sevdiği sonlardan birinin “öykünün zihinde devamı” olduğu düşünülürse başkişinin, öykü bittikten sonra ne yapacağı ile ilgili merakı ruhumuza salması işlevsel bir son olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar Kara Kedi’nin aksine ödüllendirilmiş bir başkişi var ise de son cümlelerde karşılaştığımız “fısıltılar”, ödül noktasında okuru bir kararsızlığa itiyor. Daha çok bir kısır döngü… Öykünün zihinlerde devam etme gücü de buradan geliyor. Tabii öykünün kadın-erkek ilişkisi, tatmin duygusu, büyülü gerçekçiliği hediye eden ilginç atmosferi gibi değinilebilecek başka yönleri de var fakat ben biraz az rastladığım yönleri konuşmayı tercih ettiğimi belirteyim.
Şah Mat: Her ne kadar konu çeşitliliği yaratmada işlevsel bir görevi varsa da Çilem Dilber’in uzak durması gerektiğini düşündüğüm bir öykü tipi Şah Mat. Şimdiye kadar okuduklarım; duygusu, biçimi, konusuyla bir bütünlük sağlamayı başaran bir yazar profili çizmişti. Bu öyküde aslında tahminimde yanılmadığım, yanılıp yanılmadığımın da pek bir ehemmiyetinin olmadığı ancak yine de şaşırtıcı olarak değerlendirebileceğim bir son dışında elle tutulur bir yan bulamadım. Bununla birlikte güzel bir bilinç akışı sunmasına rağmen artık alıştığımız, sevdiğimiz kısa cümleleri ise bu öyküde özellikle bazı bölümlerde kulak tırmalayıcı buldum. Çünkü cümleler, önceki öykülerde olduğu gibi doğal, kendine yeter ölçüde değildi. Belki bilinç akışını, karmaşayı, heyecanı, tedirginliği daha iyi yansıtabilmek adına belirlenen bu tercihin bazen bir cümleyi ikiye bölerek ya da beraber olması gereken kelimeleri ayırarak kısa cümleler oluşturmaktan çok okuma güçlüğü yarattığını söyleyebilirim. Ancak tedirginliğin, heyecanın çok fazla arttığı anlar içinse bu tercihi son derece işlevsel bulduğumu belirtmek isterim. İtirazım sadece metnin geneline yayılmasına. Öykünün son paragrafında yüzeysel bir bakışın kaçırabileceği ancak dikkatle incelenirse tam olarak kimin vurulduğu noktasında belirsizlik yaratabilecek (en azından benim öyle değerlendirdiğim) ve çok beğendiğim cümleyi dikkate sunarak bitireyim: “Tuzağı görmediğinin farkında değildi.” S. 68
Cins İsim: Doğrusu beklentilerimi karşılayan bir öykü olmadı Cins İsim. Alegoriyi, imgeyi tercih etmeyen (Dilber’in yoğun anlatımda daha başarılı olduğunu düşünüyorum.) bu öyküyü, bir iç döküş olarak değerlendirebildim. Tabii edebiyat dünyasından özel hayata uzanan pek çok eleştiri içeren bu öykü, özellikle işin mutfağında olan okurlar için bir dert ortağı olarak düşünülebilir. Nihayetinde her metin aynı formda olmak zorunda değil. Yazarın, şimdiye kadar çok beğendiğimiz, iyi dediğimiz, fena saymadığımız öykülerinin hem kişisel değerlendirmelere tabi tutulduğunu hem de yazarın da çeşitli anlayışlarla üretme isteğini göz ardı etmemek gerekir. Bu cihetle Dilber, maharetini şimdiye kadar yeterli düzeyde gösterebildi kanaatindeyim. Ancak kişisel olarak da bir yazarın; maharetini yetkin biçimde kullanabildiği öyküler yazması ve daha da önemlisi, farklılık yaratan özelliğini sürdürmesi gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde kolaylıkla okuduğumuz, anladığımız, üzerine çok az konuştuğumuz metinler yığınına fırlatılan öyküler ortaya çıkarmış olur.
Yumruk: Kitabın son öyküsü, Çilem Dilber’in sevdiğim biçim işçiliğini sunmaktan uzak kaldı. Kadın cinayetini ve çaresizliğiyle buna alet olan bir erkeği konu alan öykü, sade bir anlatımı tercih ediyor. Benim için edebiyat malzemesi olması yönünden eskimiş ise de maalesef gerçek hayatta güncelliğini sürdüren bir konu. Bu bakımdan yazarların bu konuyu işleme isteğini hem anlayışla karşılıyor hem de bunun bir görev olduğuna inanıyorum. Fakat öykünün bir incelik olarak değerlendirmem gereken kısmı var: Cinayetin işlenme anına dair flu bir fotoğraf göstermesi. Bunu, kadının parçalanan ruhuna ve bedenine -hiç olmazsa sanatsal bir üründe- saygı olarak değerlendiriyorum. Bir bakıma bu incelik, konularını çok fazla umursamadan olumsuz eleştirilerde bulunduğum pek çok metin için de o klasik çıkış noktasını sunuyor: Ne anlattığımızdan çok nasıl anlattığımız önemlidir. Bu bakımdan “Yumruk” ile “Suzey”in birbirinden tamamen ayrı şeyler anlattığını söyleyemesek de “Suzey”in daha iyi bir öykü olduğunu anlayabiliyoruz. Üstelik öyle çok büyük edebî ya da insanî birikimlere sahip olmadan…
Sonuç: İşlevsel bir okuma aktivitesiyle birleştiğine şahit olduğumuz Kuyruklu Yalan’ın bana kalırsa en önemli özelliği; halk anlatılarından güç alması (Böylelikle büyülü gerçekçiliği kaynağından edinmiş oluyor.) farklı kültürlere kucak açması ve onları algılarımıza uyarlaması oldu. Bu anlamda ilk iki öyküyü ayrı konumlandırıyorum. Geriye kalan öyküler; zaman zaman ilk iki öyküden aldığım keyfi verse de özellikle son öykülerin bu yapıdan oldukça uzaklaştığını, anlatımı sorunsuz, çok çok iyi olmayan ancak kötü de sayılmayacak standart öykü tadını verdiğini söyleyebilirim. Yani bir bakıma öyküleri okurken sanki bir dağın zirvesinden yavaş yavaş aşağı iniyormuşum gibi hissettim. Ancak bu dağın çok yüksek bir dağ olduğunu ve zemine ulaşmak için daha çok yolumun kaldığını eklersem -herhalde- öykülerin düzeyi hakkında fikir verebilmiş olurum. Zira öykülerin bir kısmını sevimsiz bulmamın temel sebebi ilk iki öykünün gücünden kaynaklanıyor.
Öykülerde baskın olan özelliklerden birini kısa cümleler oluşturdu. Dilber’in bu tercihine sıkı sıkıya sarıldığını gözlemledim. Öyle ki zaman zaman bazı öykülerin bazı bölümlerine yeterince uyum sağlayamasa da kısa cümlelerden asla vazgeçmedi.
Kolaj, leitmotif, bilinç akışı, iç konuşma gibi tekniklerin kullanılmasını ve onlarla metnin yorum ve üslup çeşitliliğinin arttırılmasını kıymetli buldum. Başta kadın olmak üzere toplumun çeşitli tabakalarında yaşanan sorunları işlerken bazen alegorik bazen de imgesel imkanlardan faydalanılarak düşünceleri dayatma dürtüsünden uzaklaşmayı estetik bir tercih olarak değerlendirdim. Bunun yanında halk anlatılarından faydalanılmayan öykülerde de mitolojik unsurlara ya da halk inanışlarına yer verilmesinin (Belirgin bir örnek olarak “kedi”yi gösterebilirim.) yine yorum çeşitliliği yaratmada işe yaradığını gözlemledim. Yoğun olanların yanı sıra kolay anlaşılabilir öykülerin de kitaba serpiştirilmesine okur çeşitliliğinin neden olduğunu düşünmek isterim.
Kitabın çerçevesini anlama yönünden “Gerçekliğin çerçevelerini kırmak” sözünün ve büyülü gerçekçiliğin, öykülerin tamamını kapsamadığını söylemek mümkün. Büyülü olanlar kadar saf gerçekliğin, toplumsal konulu olanlar kadar bireysel konulu öykülerin varlığını olumlu karşılıyorum.
Kitabın ismini ve kapağını hem kitabın genelini yansıtamaması hem de bunu sağlasa bile bir türlü sevemediğimi buraya iliştirirsem herhalde duygu olarak bendeki derecesini de aktarabilmiş olurum. Bununla beraber geriye kalan öykülerin hiçbirinin kitaba isim olabilecek, kapsayıcı bir özellik taşımadığını da söylemem gerekir.
Kuyruklu Yalan’a okuru bol, aydınlık bir yol dilerim.