Kerem Bakıcı’nın “Toprakta Büyür mü İnsan?”ı bir ilk kitap, ilk heyecan. Son zamanlarda öykü anlamında hareketli bir süreci takip ediyoruz. Hangi kitabı önceleyeceğimiz ya da okuyacağımıza dair kararları eleştiriler sonrasına bırakmayı tercih edenlerimiz vardır. Hem bu ihtiyaca cevap verebilmeye hem de alışılmışın dışına çıkmayı tercih ederek kitabı okuduktan sonra değil, henüz okurken yorumlamaya, değerlendirmeye çalıştım. Bunun, okurun daha isabetli kararlar almasına yardımcı olacağını ve mümkünse eleştiri toplamına katkı sunacağını umuyorum. Az önce de belirttiğim üzere bu çalışma, kitabın okunma anlarına ait olacak. Okurun heyecanını kaçırmamak adına bir özet girişiminde bulunmayacağımı belirtirken mümkün olduğunca az terim ve alıntı kullanacağım. Benzer yorumları tekrar etmemek adına bazı öyküler için daha az konuşmuş olacağım. Öyküleri tek tek değerlendirip toplama ise bir son eklemeye çalışacağım.
Birinci Bölüm
Oy Havar:
“Ben bir ölüyüm.
Hisli bir ölü.” s. 13
Öykünün başlığı, kültürümüzün simge feryatlarından birini oluşturuyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa dijital mecrada daha önce okuduğum bir öykü. O gün, metnin başlığıyla ilgili olumsuz hissim bu ikinci okuma da aynı biçimde var oldu. Zira son dönemlerde okuduğum pek çok öykü, metropol kültürüyle yoğrulmuş yazarların, kırsalı acemice anlatmayı tercih eden – ve bana kalırsa başlarken kaybeden- kötü metinlerinden oluşuyordu. Ancak bu öyküyü, Kerem Bakıcı’nın kültüre hâkim olduğunu hissederek okuyorum. Belki yaşadığımız coğrafyanın bize hediye ettiği bir dürtü. Onu kullanarak anlamayı tercih ediyorum. Nitekim öykünün yukarıda alıntıladığım hem başlıkla ilintili hem de son derece kısa ve vurucu iki cümleyle başladığını görüyorum. Bu titizliğe ayak uydurabilecek bir devamı şart koşuyorum. Kısa cümlelerle başlayan öykü aynı biçimle devam ediyor. Bu da öykünün dili üzerine düşünüldüğünü gösteriyor. Cümleler; bize bir olayı ya da durumu anlatmaktansa birer duygu fotoğrafı, bir kültürün hayatı algılayış ve yaşayış çekirdeklerini sunuyor. Çekirdeklerin kabuğunu kırmaya başladığınızda bir dönem sinemamızda ve pek çok değerli romanda işlenmiş, bugün tortularına şahit olduğumuz her biri kendi içinde geniş meselelerle karşılaşıyoruz. Yani “Bir dil yoğunluk bakımından nasıl tasarruflu ve doğru kullanılabilir?”in yanıtını alabileceğimiz bir öykü duruyor karşımızda. Ancak okur olarak ön yargılarımızı bir kenara itemediğimiz hesap edilecek olursa bu yoğun ve tasarruflu dil, yalnızca kâğıt tüketimine yansımakla da kalabilir. Bu bakımdan biraz da riskli bir tercih gibi duruyor. Riskli ama değerli. Tabii okurun da kendi içinde çeşitlendiğini unutmadan söylemeli ki metinleri geleceğe taşıyan zihinleri de es geçmemek gerekir. İşte risk tam da burada: Metinlerinizi, başkalarının okuma ve yorumlama inisiyatifine bırakmak. Elbette yazar, bu keşmekeşe girmeden ve iyi metin dürtüsünü kaybetmeden yazmalı. Bu öykünün böyle bir dürtüyle yazıldığına inanıyorum. Daha önce müstakil bir öykü olarak okuduğum zaman bu öyküyü beğenmemiş olma ihtimalim çok yüksek. Çok yüksek çünkü öyküyü şimdi de sevmedim. Bir çelişki yaşadığımın düşünülmesi son derece yerinde bir tespit olur. Ancak okumayı tercih ettiğimiz metinlerle başarılı metinleri birbirine karıştırmamamız gerektiği cevabını vermek durumundayım. Evet, konusu ilgimi çekmeyen, bir kez daha okumayı tercih etmeyeceğim bu metni, işlenişi bakımından son derece başarılı buluyorum.
Figür olarak değerlendireceğimiz anlatıcının aynı zamanda ölü olduğunu da eklememiz gerek. Ancak nasıl bir ölü? Bir kültürün kokuşmuş ya da kokuşturulmuş taraflarına modern bir itiraz. Anlatıma özgünlük diyebileceğimiz bir katkı sunabilirsek bugüne kadar benzerini okumaktan sıkıldığımız bir konuyu yeniden ve keyifle ele alabileceğimizi gösterir belge. Peki nasıl başarılmış? Güldürmeyen bir karikatürist marifetiyle… Bir olayın bütün detaylarını içinde gizleyen çok işlevsel bir an, bir fotoğraf ile… Mesela öykünün söz konusu ettiği toplamın cenazeleri için traktör römorku dışında ne tercih edilse biraz eksik kalacak.
Evet, öykü ile ilgili düşüncelerim belki öyküden hacimce fazla. Ancak yoğunluğu karşısında zayıf. İtirazım da olacak tabii. Hemen hemen imgesel diyebileceğim bu öyküde gayet yerinde olduğunu düşündüğüm: “Benim yüzümden katil olacaktı bir ana.” (s. 14) cümlesinden sonra -hangi dürtüyle bilemiyorum- öykünün mahremiyetine zarar veren, onu açık eden şu cümlelere rastlamak istemezdim: “Olmasın. Ben olmuştum. Bir daha olduysam ne çıkar? (…) Kendini öldürenin cenaze namazı kılınmaz, dediler.” (s. 14) ,
Doğrusunu söylemek gerekirse iyimserlikle okura yardımcı olma çabasını hiç makul bulmamışımdır. Belki yazarın tercihi, diyeceğiz ama öyle olsa bile onaylayabileceğim bir tercih değil. Öyküye hâkim olan ya da olması gereken yoğunluğu bozan bir etki olarak değerlendiriyorum. Metin özelinde belki yine de çoğunluğun aklında bir katil arayışı kalacak fakat ben bir okur olarak bir cinayetin kim tarafından işlendiğine dair netlik bulmayı ummam. Zira esas keyfin, netlik aramaya devam etmek olduğuna inanırım.
Haydar: İkinci öykü, bir anlatıcıya ihtiyaç durmuyor. Yalnızca diyaloglardan kurulu ve hacimce çok kısa. Yalnızca kısacık bir diyalogdan oluşuyor. Konu bakımından yine sinemamız ve romanlarımızda bolca işlediğimiz bir mesele seçiyor: kan davası. Emmi’nin cevaplarındaki gizlilik ya da yoğunluk, diyaloğu bir zemine oturtmak bakımından işlevsel görünüyor. Bunu uzun ve lezzetli haliyle özellikle de “Emmim derdi ki” cümlesiyle hatırlayabileceğimiz “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında Orhan Kemal zirveye ulaştırmıştı bence. O lezzeti aldığımdan mıdır, bu öyküyü çok sevdim. Konusundan çok işleniş biçimini sevdim. Bize has çaresizliğin fotoğrafı gibi. Ancak eski bir fotoğraf. Yıprak, tepkisiz, cevapsız, suçlu… Öte yandan bugün bu konulardan bir şey ortaya çıkarmanın akıllıca bir tarafı varsa o da biçim işçiliği, diyebilirim. İlk iki öyküde Bakıcı, doğru tercihleriyle bunu başarmışa benziyor.
Nasıl Bakam Ben Ona: Bu öykü için olumlu anlamda söyleyebileceğim tek şey, tetiğin çekilme anına uyabilecek güzel bir fotoğraf sunması:
“Kanat çırptı bir kuş, döküldü yapraklar.” s. 17
Yine kısa cümleler var. Hacimce çok kısa olmasına rağmen aynı oranda yoğun olmayı başaramamış bir öykü olarak yer ediyor hafızamda. Hatta başkişinin “terk edilme”si noktasında bir fırsat yakalamışsa da onu da çabucak elinin tersiyle itmişe benziyor. Açıkçası başkişinin de arzuladığım yoğunluğu oluşturmaya yardımcı olabilecek bir gücünün de olmadığını düşünüyorum. Her ne kadar ölümün kendisi çok önemli bir mevzuysa da insan için sıradanlaşan herhangi bir şeye dönüştüğü de açık. Öyle ki hasta bir adamın terk edilişi, ölüme gidişi, ardında çocuğunu ve yaşlı annesini bırakışı metne, metnin kendi başarısı içinde bir duygu katmadı kanısına vardım. Şunu söylemeliyim ki bir fotoğraf sanatçısı olsa iyi fotoğraflar çekeceğine inandığım Bakıcı, bu öyküde maharetini sergileyememiş. Sergileyememesini de yadırgayamam çünkü bunun ne kadar zor bir iş olduğunun farkındayım. Ancak İşin zor bir iş olması bu öyküye, çok iyi bir öykü, demeye yetmiyor.
Ölüm Kokan Boşluk: Birinci bölümün son öyküsü de ölümü içerse de temele aldığı konu ölüm değil. Toplumsal açıdan bir insanlık ayıbını, vahşetini tersinden işlemeyi tercih ediyor. Merkezde intikam duygusundan çok meselenin kadınlar tarafından yeniden irdelenişi var, “Tersine Dünya”daki mizahı tercih etmeyip olabildiğince gerçekçi durma kararlılığıyla. Hafızamıza, özellikle Cumhuriyet Dönemi’nin kurgusal ürünlerinden çirkin ruhlarıyla kazınmış ağalara, imamlara, katillere rastlıyoruz. Ülkemizin de hala kanayan yaralarından biri olan, çoğunlukla bir vitrin olarak kullanılan kadın cinayetlerini, yazar maharetiyle dikkat çekici bir noktaya taşımış Bakıcı. Toplumsal hayatta erkeklerin kabul edilemez davranış biçiminin kopyasını kadınlarda gördüğümüz bu öyküde Bakıcı, doğayı kadınların destekçisi kılarak onları daha da güçlü göstermeyi başarmış. Biçime de yansıttığı bu başarısıyla bir kartalı, ağacı ve taşları konuşturmayı tercih etmiş. Bunu son derece kıymetli bulduğumu ifade edeyim. Çünkü söz konusu figürler öyle gelişigüzel seçilmiş figürler değil. Ağaç, recim için kadınları bağlamak; taş, kadınlara fırlatılıp onların acılı ölümlerine neden olmak; kartal ise ölüm sonrası kadınların cesetlerini yemek işlevine sahiptir. Meselenin buradan da tersine döndüğünü görüyoruz öyküde. Üstelik bu figürlerin konuşturulması tercihinde bulunularak. Fakat söz konusu ettiğim işleyiş belki okuyucuyu fazla etkileyerek öykünün başını kaçırmasına neden olabilir ya da okur, kendi dikkatsizliğiyle öykünün başındaki erkek ve kız çocuğu arasındaki diyaloğu ve olayı anlamlandırma biçimini kaçırabilir. Günün koşullarında cinsiyet farklılığından çocukların duygu dünyalarında da bir yer değiştirme görüyoruz. Tabii kötülüğün de bize sonradan bulaştığını:
“Anne karnından adım atıyor dünyaya insan. Ağlıyor. Gülüyor. İyiliğe düşüyor önce. Sonra kötülüğe bulanıyor.” s. 20
Benim için bir diğer dikkat çekici nokta da daha çok Nazım Hikmet’in “Ceviz Ağacı” şiiriyle hayal ettiğim ağaç yaprakları ve dallarının -kökün de eklenmesiyle- bu kez güzellikleri değil de tanık olduğu vahşeti dile getirmesi oldu:
“Nasıl bir çıkmazda insan denilen bu mahlukat? Köklerimde recmedilen onlarca kadın. Başımda cıvıldayan kuşlar. Yerin altında sessiz sedasız yalayan bedenim, neden cehennemin bir simgesi? Vahşetlere tanık olmuş dallarım, neden cennetten bir parça? Hiç gören gözle görmeyen, işiten kulakla işitmeyen bir olur mu? Her şeyden haberdar olup da kılını kıpırdatmayana yazılmaz mı günah? En büyük günahkâr dallarım. En bakir tarafım köklerim.” s. 21
Doğrusu “Ölüm Kokan Boşluk” iyi kurgulanmış, iyi biçimlendirilmiş bir öykü. Üstelik belki biraz unutmaya başlanmış acıları güncele atıflayarak…
İkinci Bölüm
Kış Dönümü: İkinci bölümün ilk öyküsü bizi, ölüm teminden biraz olsun uzaklaştırıp belki yine ölüm kadar işlenmesi gereken ve öykünün çok küçük bir bölümünde sezdirilen “batıl inanç” olarak değerlendirebileceğimiz “bizim büyük kutsallarımız”a götürüyor. Figür anlatıcının tercih edildiği ve kısa diyebileceğimiz -zaman zaman da ahenk bozukluğu yaratan- cümlelerle biçimlendirilmiş. Hazro’nun kültürel çerçevesi içinde bizim için tanıdık isimlerle karşılaşıyorsak da üslupları için aynı şeyi söylemek güç. Bununla birlikte Bakıcı’nın bu üslubu da bize kolaylıkla hediye edebileceğinin farkındayım. Belki bir tercih meselesi ama bana kalırsa yanlış bir tercih olduğunu söylemek durumundayım. Metropol kültürünün her geçen gün baş döndürücü bir hızla ilerlediği günün koşullarında böyle bir konu seçiyorsanız zaten seçim aşamasında ilk risk girişiminde bulunmuş oluyorsunuz. Zira bir dönem “köy romanı” adı altında dünyada başka örneğine rastlamadığım bir dönemimiz ve şehir kültürüyle yetişmiş ya da kırsala, memleketine özlem duyanları tıka basa doyuracak epey metin örneğimiz var. Ama bugün için risk olarak değerlendirdiğim durumu, sadece bu metinlerin varlığına yormak doğru olmaz. Yukarıda da değindiğim üzere bütün dünya ile beraber biz de değişimi dibine kadar yaşıyoruz. Hele bunu kontrolsüz biçimde kucakladığımız düşünülecek olursa bir kimlik sorunu yaşamakla beraber birbirimizi anlamak noktasında da ciddi dirençler gösterdiğimiz açıktır. Meseleleri ve birbirimizi anlamak cihetinde ortaya koyduğumuz yüzeysellik, pek çok kültürel unsuru günün koşullarına uyarlarken aslında bir bakıma bu unsurların orijinal ya da hiç değilse bizden bir önceki haline sığ bir bakışı ve tiksintiyi de kusuyor. Denilebilir ki bir uyarlama deneyine girişmekte ne gibi kötülük olabilir? Evet, bir kötülüğü yok. Çeşitlilik yaratması bakımından artıları bile olabilir ancak uyarlama girişimi, çerçevesini çizebilen bir ustalık sergilemek zorunda. Bunu pekâlâ anlayabiliriz. Madem riski aldık o halde gerek farkında olarak gerekse de olmayarak toplumu yönlendirme, kültürel açıdan doğru biçimde doyurma misyonunu da peşinen kabul etmiş oluruz. Yazar, bu noktada maharetini ve inisiyatifini kullanarak topluma kültürel mirası aktarmalı ya da yalnızca farklılıklardan doğru biçimleriyle onları haberdar etmelidir. Toplamda, öykünün bu minvalde bir eksiğinin olduğunu gözlemliyorum.
Kara Yazı: Öykü, figür anlatıcının ve diyalogların devrik cümleleriyle karşılıyor okuru. Ara ara bir kafiye düzenine de denk geliyorsunuz. Bu tarzı çoğu kez yavan ve kulak tırmalayıcı bulsam da rahatsız olmadım. Bir şiir lezzeti de tatma imkânınız var. Öykü kişilerinin isimlerinden ve özelliklerinden yola çıkarak bir önceki öyküyle bağlantı kurabilirsiniz. Kişilerin üslubu noktasında bir önceki öykü için getirdiğim eleştiriyi yinelemek durumundayım. Ancak henüz kitabın yarısındayken bile okurun bazı özel işlevleri olan cümlelerden direkt bir tarih bilgisindense tarihin, yaşanmışlıkların ruhumuzda bıraktıklarına rastlaması mümkün. Söz konusu öyküde de gerek “elma kokulu kimyasal”dan gerekse de “Saddam Bandı”ndan Halepçe Katliamı’nı hüzünle anımsıyor, onu bir çocuğun anlam arayışından ve içinde bebeklerin de olduğu mezarlıklardan geçerek yeniden anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Öykülerde geçen alıç ağaçlarının da herhangi bir ağaç konumundan sıyrılıp kayıplarınıza dikilen bir anıt özelliği kazanması da ihtimal dahilinde. Ancak “Saddam Bandı”na kadar gayet yoğun biçimde işlenen iki mesele, diyaloglarla açık ediliyor. Bunun, öykünün yoğunluğunu olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Her ne kadar bir öykünün soruyla sonlanması zihinlerde bir devam sağlasa da bir diğer olumsuz eleştiriyi de eklemem gerekiyor. Zira bunu, işi kolay tarafından halletme çabası olarak yorumluyorum. Bu sebeple rahatsız edici bulmasam da pek kıymetli saymıyorum. Bu özellik, bir soruyla değil de öykünün kendi dokusu, marifeti, anlatımıyla doğal olarak sağlanabilse daha güzel olurmuş gibi geliyor.
Alıç Ağacının Bedduası: Daha önce İbrahim Varelci’nin “Sonra Konuşuruz” kitabı üzerinden kültürün önemli parçalarını oluşturan din/dinlerle ilgili kelimelerin metinlerimizde kullanımının yaşantımızla ters orantılı olduğundan bahsetmiş ve bunu mümkün olduğunca açarak, metinlerden örnekler vererek okuyucunun dikkatine sunmaya çalışmıştım. Bakıcı’nın da görmezden gelemeyeceğimiz ve kültürel ölçüde değerlendirebileceğimiz bu kelimelere (Hayy Alel-felah, Cuma, ikindi, Cenneti Âlâ, namaz, cehennem zebanisi, peygamber vb.) yer verdiğini gözlemliyorum. Tabii bu kelimeleri kullanmanın değerli ya da değersiz olarak adlandırılmasından ziyade yazarın, elindeki kültürel malzemeye sırt çevirmediğini gösterebilmek için nazara sunuyorum. Öykünün, ikinci bölümü oluşturan diğer öykülerle gerek kişi kadrosu gerekse de konu benzerliği bakımından ortaklık oluşturduğunu anlamak kolay oluyor. Bundan yıllar evvel bir öykü kitabının arka kapağında -çok iyi bir yazar olduğuna inandığım ve niyetim öyle olmasa da kendisiyle ilgili olmayan bu çalışmada adını bu şekilde anmayı saygısızlık addedeceğimden yazarın ve kitabın adını vermeyeceğim, meraklısı bulacaktır zaten- öyküler arasında koridorlar olduğunu okumuş, öykülerin içeriğine baktığımda bu koridorların gerçekten var olduğunu ancak üç futbol sahası genişliği sunarak da beni hayal kırıklığına uğrattığını hatırlıyorum. Evet, ikinci bölümün öyküleri için de ben bir “koridor” tespitinde bulunayım, tabii koridorların üç futbol sahası genişliğinde olduğunu atlamadan. Zira benim nazarımda koridor, yalnızca dikkatli okurun sığabileceği bir genişlik sunmalı, değerini burada saklamalı ve onu bulabileceğimiz yer de bir arka kapak değil, yine ancak o dikkatli okurun kaleme alacağı ciddi bir inceleme metni olmalıdır.
Öykünün kıymetli özelliklerinden biri de her öykü kişisinin sırası geldikçe anlatıcı rolünü üstlenmesi. Anlatıcı bakımından bu çok sesli hali sevdiğimi söylemeliyim. Öykü kişilerinin üsluplarıyla ilgili ise yine aynı eleştiride bulunabilirim. Bu öyküye kadar metinlerde belirgin bir sinematografi ya da fotoğraf olarak değerlendirebileceğimiz anlatım ağır basarken burada biçim işçiliğiyle beraber “gösterme”den “anlatma”ya geçildiğini gözlemliyoruz. Bir kıyas yaptığımızı farz edersek “gösterme”nin daha işlevsel kullanıldığını söylemek mümkün. Öykünün konusu ve biçimi zannederim okura “Benim Adım Kırmızı” romanını (kabaca bir ilgiyle tabii) anımsatacaktır. Ancak her ne kadar bir cinayeti ve failin bulunma hikayesini anlatsa da öykü, konu bakımından çeşitli ağırlıkta kompleks bir yapı da sunuyor. Bütün hikâyeyi bir noktada birleştirme isteği ve çabası metnin hacmini de arttırmışa benziyor. Kısa cümleli ve yoğun metinlerden ve üç aşağı beş yukarı belirlenmiş beklentilerden sonra karşılaştığımız bu öyküye mutlaka şaşıracağız. Bu şaşkınlığın olumlu ya da olumsuz biçimleri olacak elbette ancak gerek başlangıcın gidişattan biraz ayrı durduğunu gerekse de öykünün tamamında değinilen parçaların bir bütün oluşturma arzusunun kötü olmasa da çok çok iyi bir toplama ulaşmadığını düşünüyorum. Çünkü doğru anlatıcıların seçildiği bu metnin, yine fotoğraflar sunarak yoğunluğu tercih eden bir öykü olmasını arzu ederdim. Tabii bu tercihte bulunurken öykülerin sadece yoğunluk arayan okuyuculara hitap etmesi gerektiğini savunmuyorum. Hatta merak unsuru barındırması ve sonunda benim de hiç beklemediğim (bu ve önceki metinlerde çok iyi arkadaşlara rastlamıştım çünkü) bir cinayet, pek çok okuru da meraklandırıp oldukça sarsacaktır.
Üçüncü Bölüm
Kel Tepe’de Uzayan Gölge: Figür olmayan anlatıcının tercih edildiği öykülerde bazı girişler ya da betimlemeleri okurken “İnce Memed”in ilk sayfalarını anımsadım hep. Bu sebeple Bakıcı’nın Yaşar Kemal’den etkilendiğini ve onu çok sevdiğini duyarsam benim için pek de şaşırtıcı olmaz. Yansıtmacı roman anlayışını pek sevmesem de ortada bir başarı söz konusuysa bunu atlamam mümkün değil. Daha önce üslupta yerel dilin kullanılmamasını da aslında biraz da bu güzel tarafın eksik bırakılması anlamında hoş bulmamıştım. Hele öyküleri birer birer geçerken karşılaştığınız alıç ağacı, boranhane, cıbıldak, cıcık gibi hem kültürün kendine has unsurlarının hem de kelimelerinin sizi bu kadar kucakladığı, davet ettiği düşünülecek olursa…
Öykünün, daha önce çağdaş yazarlardan Hakan Sarıpolat’ın bir öyküsünde özel kelimelerle temas ettiği güvercinlerle biraz daha yüzeysel bir ilgisi var. Birkaç öyküde denk geldiğimiz karşılıksız ya da henüz dillendirilmemiş aşk var. Öykülerde ikinci bir örneğine rastladığım batıl inanç… Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ından alınan epigraf, her ne kadar başka biçimde bir yalnızlığı ifade etse de öyküyle de uyum sağlamayı başarıyor. Figür olmayan anlatıcı eşliğinde iç konuşmalara farklı yazı tipiyle rastlıyoruz. Öncelikle farklı yazı tipiyle sunulup sunulmaması çok önemli değilse de özellikle belirlenen bu yardımcı ögenin (daha hacimli ve daha homojen anlatımlarda) olmamasını tercih ederim. Bu öyküde iç konuşmanın çok az olması, belirgin bir eleştiride bulunmanın önünü keser, diye düşünüyorum. Güneş tutulması ile ilgili batıl inanca gelecek olursam başkişinin gölgesinin Kel Tepe ile kurduğu temas bakımından hem öykü finali hem de başlık seçimi için güçlü bir duruş sergilediğini söylemem gerekiyor.
Düş Artıkları: Öykülerde ara ara ölüm, katil olmanın verdiği pişmanlık, ölümlerden duyulan üzüntü gibi temlerden uzaklaşsak da onlarla yeniden buluşuyoruz. Bu öykü biraz yoğun olmayı denemişse de gerek iç konuşma gerekse de kısmi geriye dönüşlerle okura yardımcı olmaya da çalışan bir öykü. Tabii diğer öykülerde olduğu gibi bu öyküde de yalnızlık, yoksulluk, değersizleşme hissi gibi besleyici damarlar var. Yani Bakıcı’nın öyküleri sizden çok yönlü bakışlar isteyen bir yapıya sahip. Bunu zaman zaman ellerinize tutuştursa da bazen sizin yorum gücünüze de bırakabiliyor.
Tanrı Misafiri: Bu öyküde de denk geldiğim, olmasa daha iyi olurdu, hiç olmazsa tekrar etmeseydi dediğim bir cümleyle başlayayım:
“Kocaman bir boşluk. (…) İki kolumu açıp kucaklamaya çalışıyorum. Boşluk kucaklanır mı ki?” s. 57
Son cümlede yer alan soruyu, özellikle de “ki”li biçimini Bakıcı’nın figür anlatıcılarının iç konuşmalarında birkaç kez gördüğü hatırlıyorum. Her ne kadar “hiç olmazsa tekrar etmeseydi” desem de notlarımı kâğıda geçirirken gerçekleştirdiğim o kısacık değerlendirmede bu sorunun olmaması gerektiğine karar kılıyorum. Zira bu soru özelinde ister istemez şunu düşünüyorum hem Bakıcı’nın hem de okurun affına sığınarak: Evet, bir boşluk var. Göremiyoruz ama gösterdin. Kocaman hem de. Kollarını açtın, kucaklamaya da çalıştın, onu da gördük. Bir hava yakaladık, bir boşluk, belki ilk değil ama muazzam bir şey yine de. Şimdi, kucaklanır mı ki? Tabii kucaklanmaz Kerem, ne diyorsun Allah aşkına, başka bir şey kucaklayalım, kolonlara falan sarılalım, ne bileyim ben, boşluk da nereden çıktı!
Hem Sayın Bakıcı’nın hem de değerli okurun affına sığınarak açmaya çalıştığım bu sorunun gereksizliğinin -en azından benim için- bir okuru metnin atmosferinden uzaklaştırabileceğini mizahi bir dille göstermeye çalıştım. Tabii burada amaç okuru metne dahil etmek, düşünmesini sağlamak da olabilir ama bununla ilgili de düşüncelerimi izah etmiştim. Bununla birlikte eğer karşımızda gülümseten, okuru oyuna davet eden, ironiler barındıran, mizah çerçevesi çizen bir metinle karşı karşıya kalsaydım bu kez de bu soruyu değerli bulmaya başlardım.
Bakıcı’nın fotoğraflar sunduğu öykülerden birini daha okuyoruz. Bana kalırsa fotoğraf sunmada çok daha iyi bir performans sergiliyor. Uzun uzadıya anlatmak hem öykülerini hem de bakış açısını sıradanlaştırıyor. Çünkü bu öykü de gösteriyor ki Bakıcı, uzak diyebileceğimiz tarihin hep sıcak kalan toplumsal etkilerini bir bütün halinde sunmayı başarırken yakın tarihi de atlamıyor. Bunu yaparken de hem bir cesaret örneği gösteriyor hem de bunu bir edip marifetiyle gerçekleştiriyor. Nasıl mı?
“Gazete kupürü. Manşette sıra sıra dizilmiş katırlar. Üzerlerinde battaniyeler sarılı bedenler.” s. 59
Tabii ilk öykülerden itibaren dikkatimi çeken bu fotoğrafçı maharetine bir de ipucu sunuyor:
“Karşımda duran fotoğrafta dedem.” s. 59
Ötesi okurun birikimi, yorumuyla ilgili.
Buhran: Evvela iyi tarafından başlayayım. Buhran, her iki öykü kişisinin anlatımı paylaşması hususunda sevdiğim bir öykü oldu. Yalnızlığın, terk edilişin, umudun bilinç akışıyla desteklenmesi; Buhran’ı diğer öykülerden gözle görülür biçimde ayıran taraf oldu. Gelgelelim düşüncelerin, sözlerin; yazarın baskın sesinden kurtulamadığını söylemeliyim. Zira anlatıcı değiştiğinde kişilerin üsluplarının, ruhlarının da garip biçimde değiştiğine tanık oluyorsunuz. İlk anlatıcı derin bir yalnızlık içinde ruhunu ve aklını olgunlaştırmış biri gibi konuşur ve düşünürken Hale Hanım, epey yüzeysel işlenmişti. Hale Hanım’ın anlatıcı rolüne bürünmesiyle beraber ise tam tersi söz konusu oldu. Yani bir anlamda Bakıcı, anlatıcı olarak seçtiği kişilere ilk olarak biçtiği rolleri devam ettirmedi/ettiremedi. Tabii birbirimizi anlamak ya da değerlendirmek noktasında ders verebilecek tarafından da bakabiliriz. O zaman da bunu bir kusur değil, bir başarı saymak durumunda kalırız. Ancak neredeyse “yabancılaşma”ya varabilecek ilk anlatıcı izlenimini düşündükçe olması gerekenin, üslup ve ruh farklılıklarını korumak olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında eğer bir “yabancılaşma” tercihinde bulunulacaksa başkişiyi de diyaloglarda fazla derinleştirmemek icap eder. Dolayısıyla öyküde çözülmesi gereken başka bir sorun da ortaya çıkmış olur. Zira bu kadar derin bir karakterin, iç dünyasını diyalog yoluyla vermesi -umarım doğru bir tabir olur- laf ebeliği yapmaya benzer.
Kim Öle Kim Kala: Bu öykü de benim “fotoğraf öykü” olarak değerlendirdiğim öykülerden biri oldu. Öyküde kullanılan epigrafın yazarı olan Orhan Kemal’in meselelerinden birini işliyor. Çek çek arabasıyla hayatını idame etmeye çalışan bir adama rastlıyoruz. İç dünyasından uzaktayız. Ona dışarıdan bakarken bakışımıza, bizim dışımızdaki bazı bakışları da ekliyoruz. Neyi, niçin aradığını konusunda net değiliz. Epigraf bir fikir sunsa da yoruma kalması, düşündürmesi; yerinde bir tercihe benziyor.
Hükmü Veren Allah: Her ne kadar bir haber ya da kurgu olarak örneğini çok fazla gördüğümüz bir konu olsa da hukuk kurallarını kenara iterek insanları cezalandırma davranışını, sosyal psikolojiyi işlemesini değerli bulduğum bir öykü. Üstelik bunu yaparken öyle çok da göze batar, konuyu öykünün üzerine çıkarır biçimde değerlendirmiyor. Yine doğanın sesine kulak vererek, fotoğraflar sunarak kenara çekilen bir anlatıcı var. Birikiminiz, zevkleriniz, hassasiyetinizle metne vereceğiniz puanı bekliyor.
Gölge Yağmuru: Son öykünün, kitaba hâkim olan karamsar havayı değiştirmede ve en önemlisi okuru da metne dahil ederek umut aşılamada, kitaba şimdiye dek oluşturduğumuz olumsuz yargıları yıkmada özel bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Yansıtmacı anlayışın özellikle toplumsal tarafını işleyen öyküler, gerçekçiliğini de hep korudu. Bu öyküde de benzer bir konu işleniyor olsa da kurguda kıymetli ve isabetli bir seçimde bulunularak düşsel ögeler ağırlıkta tutulmuş. Tabii bunda epigraf olarak Heraclitus’tan faydalanılmasının bir ilham kaynağı oluşturduğu da düşünülebilir. Öykülerde parça parça değinilen eril ruh eleştirileri son iki öyküde çok daha çarpıcı biçimde işlenmiş. Bu öyküyü son derece başarılı bulduğumu ifade ederek öykülerle ilgili anlık yorumlarımı sonlandırıyorum.
Sonuç: Kerem Bakıcı; son dönemlerde benzerlerini çok gördüğüm ancak beğenmediğim, kişisel olarak da okumayı tercih etmeyeceğim konular seçmiş olsa da anlatım açısından ters köşe eden bir yapı oluşturarak metinlerini keyifle okuttu. Öyküleri okurken bir fotoğraf albümünü karıştırıyormuş hissini güçlü biçimde yaşadım. Özellikle bu yönünü son derece kıymetli bulduğumu ve Bakıcı’ya bir tebrik borçlu olduğumu ifade etmeliyim. Kısa cümleler, doğaya yönelik ince temaslar bunları insan gerçeğiyle birleştirme çabası; başarılı bir toplam ortaya koymuş. Ölümün temele alındığı pek çok öyküde besleyici damarların da bulunduğunu gözlemledim. Bazı öykülerin, yaşamın tek ve önemli yönünden fazlasını da barındırdığını çeşitli bağlantılar, fotoğraflarla gösterme çabasını da sevdim. Yine son dönemde artık sıkılarak okuduğum baskın yazar sesinden (bir öykü hariç) bir kitap da olsa uzaklaştığımı hissettim. Biçim işçiliğini pratik ve kendine has bir melekeyle yani sinematografi ya da fotoğraflarla süsleme tercihini dikkate değer buldum. Öykülerin hem okunmadan önce hem de okunduktan sonra epigraflarla bağlantısını düşünmenin, okuru keyiflendireceğini hiç olmazsa onlara yeni kaynaklar edinme hususunda referanslar sunacağını düşünüyorum. Zira epigraflar Ferit Edgü, Aşık Veysel, Yaşar Kemal, Edgar Allan Poe, Oğuz Atay Yusuf Atılgan, Sadık Hidayet, Heraclitus gibi kıymetli ve çeşitli isimlerden seçilmiş.
Tabii bazı itirazlarım da olacak. Bir öykü özelinde belirttiğim üzere hem aynı kalıpta hem de sayısını biraz fazla bulduğum sorulardan rahatsızlık duydum. Olmasalardı daha iyi olurmuş ya da en azından öyküler, kalitesinden bir şey kaybetmezdi, diyebileceğim türden bir rahatsızlık. Çok fazla karışık olduğunu düşünmediğim, öyle olsalar bile anlamsal ya da yazı tipi anlamında okura yardımı dokunacak bazı çabaları gereksiz buldum. Açıkçası okurun da biraz kafa patlatmasını istemekle şekillendirdiğim bu tavrın; yorum çeşitliliği, üslup güzelliği yaratmada değerli bir etkisi olacağına inanıyorum. Son bir itiraz olarak da öykü kişilerinin isimleriyle yaşadıkları coğrafyanın, diyaloglardaki üsluba ters düştüğünü, bunu hiç sevmediğimi ancak zor da bir iş olduğunu belirtmem gerekir. Eğer üslup bu şekilde devam edecekse öykülerin Hazro’nun değil; aileleri uzun zaman önce Hazro’dan İstanbul’a göçen ve İstanbul’da doğup büyüyen Hazroluların öyküsü olduğunu düşünmeye başlarım.
Son dönemde adını öykülerden birinden almayan ikinci kitap oldu benim için “Toprakta Büyür mü İnsan?”. Evet, kitap belki son öyküyle umut vermeyi başarmıştı ama buna kitabın adını da eklemek gerektiğini düşünüyorum. Yine bir sorudan oluşuyor ancak bunu hoş göreceğim. “Toprakta Büyür mü İnsan?”a konu bakımından cesur tercihleri ve daha önemlisi işleyiş biçimi için teşekkür ediyor, aydınlık bir yol diliyorum.