Ben bu konuşmamda; Cahit Külebi şiirinin bana fazla fazla yansımış, gereğince içime sinmiş hatta ete kemiğe bürünen özelliklerini genel hatlarıyla özetleyerek, geri kalan zamanı da Külebi şiirindeki kadın olgusuna ayıracağım…
Ama önce; Cahit Külebi ile ilgili beni çok duygulandıran bir hikâyecik var. Onu paylaşarak bir giriş yapmak istiyorum.
Biliyorsunuz ki, Cahit Külebi’yi 20 Haziran 1997’de yitirdik. İlginçtir Külebi ilk şiirini 1938’de yayımlamıştır. Şiirin adı Haziran’dır. Konusu da ölümdür. İşte o şiirden kısacık bir bölüm:
Her akşam bulutlar
Bilmez telaşımı
Her akşam bulutlar
Belki de haziran
Bulacak naaşımı
Belki de haziran
(Bütün Şiirler / Bilgi Yay. / Sf: 114)
Doğa ve insan merkezli şiirler yazarken, bu kavramları besleyen diğer temaları da bolca şiirine çekmiştir. Çünkü onun şiiri, birey ile toplum arasındaki söz köprüsünden çokça geçen hatta sürekli gidip gelen bir duyarlılıklar özelliğine sahiptir. Bu yüzdendir ki, bir denge şiiridir Külebi’nin yazdığı.
Coşturduğu oranda geri geri çekilerek sessizliğe, suskunluğa ve dinginliğe de ulaşır dizeleri. Koyu bir karamsarlıkla iyimserlik arasında da çok uzak bir zaman yoktur. Yurdun geri kalmışlığının karşısına doğanın benzersiz güzelliğini koyarak, umudun üretilebilecek bir ışık olduğunu da sezdirir okura. Ona göre, “Her şiir bir konuşma, kendini ve çevresini anlatma olduğu gibi, her çevre gözlemi de şiirdir.”
İşte bu söz ve gözlemin içeriğini, yükselen ve alçalan duygu temelli yoğunluklar; onun şiirinde coşkuyla hevesi, sıkıntıyla umudu dengeler.
Gülten Akın bir konuşmasında; “O bir Anadolu çocuğudur, bunu hiç unutmadı,” demişti. Çocukluk yıllarının çağrışımlarından tutun da gezdiği Anadolu coğrafyasındaki tanıklık ve yaşanmışlık, o coğrafyanın insanına eklemlenen duyguları, kendi şiir sesinin yaratılmasına doğal bir kaynak oluşturmuştur. Yani, kent yaşamında kendisine farklı bir kültür oluştururken doğduğu yerleri, oraların kültürünü de bırakmamıştır. Hatta Cahit Külebi Anadolulu yaşam tarihi ile bütün bütün kaynaş olmuştur. Böylelikle türküleriyle de bağ kurup o büyük deryanın etkisi altına girmiştir. Türkülerle yoğrulmuş, elif elif işlenmiştir. Zaten kendisi şiiri tanımlarken: Şiir insanın kendi anadilinin çalgısında söylenen bir türkü olduğu düşünülebileceği gibi, gerçek şiirin de ulusal çalgıyla çalınan bir ezgi olduğu da düşünülebilir,” diyor. Ama şiiri bir türkü söyleyişi gibi değildir, Cemal Süreya’nın dediği gibi; “Türküden geçen, türküye ulaşan şiirdir.”
Külebi’nin böyle bir tanımlamaya girmiş olması; aslında öze vurgu yapmasından ötürüdür. Yapmacık ve ilkelden ziyade yalınlığı ve gerçekliği öne çıkarmasındandır. Bu anlamda Külebi şiiri için ilk aklımıza gelen tanım; rahat bir söyleyiş tarzına sahip olduğudur.
Diğer taraftan Cahit Külebi’nin şiiri kendi halinde bir şiirdir. Halkın kullandığı sözcüklere hâkim olmasından doğan bir rahatlıkla ve halk şiirine olan yatkınlığından olsa gerek, şiir anlayışı olarak benimsediği tarz, içses, dış yapı, söylem biçimi, tema seçimleri hep tutarlı ve sapmayan bir çizgide ilerlemiştir.
Yenilikçi şiire, manifestolara ya da ne bileyim dönemsel şiir anlayışlarına çok fazla itibar etmemiştir. Zaman zaman Orhan Veli söyleminin etkisinde kalmış olsa da; o doğanın, o kırın, o ağacın, o çiçeğin geleneksel güzelliğine yeni bir söylem katıp da bozmak istememiştir şiirini. Bugünkü şiir anlayışından, şiirin söylem ve biçem olarak çok daha bireyselleştiği bu dönemden bakarak Cahit Külebi şiirinin modasının geçtiğini düşünenler, hatta bunu açıkça dillendirenler de olabilir.
Evet, büyük kentlerdeki hızlı ve acımasız yaşam ve teknoloji, modayı bir ayda değiştiriyor, sokakları da değiştiriyor, binaları da… Parkları da değiştiriyor, alış veriş kültürünü de… Sevgi biçimlerini de değiştiriyor, aşkları da… Oysa Cahit Külebi’nin doğduğu köylerde hâlâ; âşık olunca dudakları pembeleşen kızlar var. Yoksulluk var, o köylerde bir halk ya gülemiyorsa endişesi var. Saf sevgi, özlem ve gerçek şiir var. O yüzden köylerin modası ve şiiri belki de yüz yılda bir değişiyor…
Üçüncü ustamdı kadınlar.
Tekdüze yaşantıya.
Kaynar dururlar semaver gibi.
Onlar öğretti bana sevgiyi.
Gözleri çıra gibi yanar,
Ak badem olur tenleri,
Güvercin kanadına benzer elleri.
(Bütün Şiirler / Bilgi Yay. / Sf: 333-334)
Cahit Külebi, “Şiir Yöntemim” adlı şiirinde üç ustasından söz eder; “İlk ustam oldu benim halk,” der ve “İkinci ustamsa doğa”dır diye devam eder. Üçüncüsü ise az önce okuduğum dizelerde anlattığı gibi: Kadınlardır…
Kadınsız, tekdüze, monoton bir yaşam alanının kupkuru bir çöl dramı yaratacağından hareketle; kadın, toplumsal işleyişteki dengeyi bir semaver gibi canlı tutarak hatta neşeli ve biraz da cilveli taraflarını da düşünerek güçlü bir etkileşime sokuyor Külebi’yi. O nedenle şair, kadın figürünü de kendi şiir poetikasının öğretici bir öznesi “ilham perisi” olarak görüyor ilk başta.
Haklı olarak cinsiyetçi ayrımcılık gözüyle bakılınca, kadının kullanıldığı, meta gibi görüldüğü yargısı çıkıyor önümüze ama değil işte; Anadolu kırsalındaki görme-hissetme-anlatma biçimi böyle olmuş tarih boyunca. Severek dinlediğimiz o halk türkülerini düşünün, bu Anadolu saflığını ve bakış açısını ya da ironisini onlarda da görüyoruz. Öyle ya Karacaoğlan’a hepten kızmamız gerekiyor ki Cahit Külebi de Karacaoğlan için “Bacanağımdır” diyor bir şiirinde.
Şimdi Cahit Külebi’nin kadın temalı şiirlerine baktığımız zaman, sevgi ile kadını hep yan yana düşürmüş olduğunu görüyoruz. Sevmeyi öğreten, sevinçleri paylaşan, acıda ortak olan, ayrılıkların genelde hep özlem çeken tarafı ve yüksek bağlılıkları olan varlıklardır ona göre. “Narin” sözcüğü onun şiirinde çok anlamlı ve katmanlıdır. Cana yakınlık, yumuşaklık, temizlik, zariflik, çiçek kadar estetik, mutluluk sembolü gibi… Buna rağmen Külebi’nin şiirlerinde rastladığımız kadın, yine de çözülemeyen ve anlaşılamayandır.
O yüzden Bilinmeyen adlı şiirinde ikircikli bir hal içerisindedir. O ki bardağa dökülen şaraptır ama öyle midir gerçekten? Yoksa Bal yoğunluğundadır, sıcaktır, ışıktır mıdır acaba? O ki bir ince kızdır ak tenli diyor ama hemen arkasından da; Yaşamdır, umuttur, gözyaşıdır, diyor. Yani Külebi zaman zaman kadını tanımada ve anlatmada kararsız kalabiliyor. Kadının doğası gereği böyle bir yaratılışa sahip olduğunun da hakkını teslim ediyor sonrasında da.
Diğer taraftan Cahit Külebi, farklı sınıftan ve yaşayıştan olan kadınları da şiirine alarak; ya çok yüceltip sevmiştir ya da ciddi ciddi yermiştir. Daha çok köylü-kentli kadın figürü üzerinden seslenmeler ve çözümlemeler yapmıştır. Buna en iyi örnek Rüzgâr kitabındaki üç bölüm halinde yazdığı Kadınlar şiiridir. Birinci ve ikinci bölümde; süslü, boyalı, kaprisli, yüksek topuklu ve yüksek mevkilerdeki insanlarda gözü olan ve dişiliğini ön plana çıkaran bir kadın algısı yaratırken alttan alttan da güçlü ve isteklerini yerine getirebilen bir kadın profili sunar okura.
Diyor ki:
Öyleleri var ki hey Allah’ım hey!
Geç karşıdan bak,
Ak topuk beyaz gerdan,
Tüy döşekler kadar yumuşak.
(Bütün Şiirler / Bilgi Yay. / Sf: 109)
Külebi, bu üç bölümlük şiirin ilk iki bölümünde kentli kadınların giyim ve süsleniş tarzından ortaya çıkan can alıcılığını ve çekiciliğini teslim ederken, hafif bir imrenme duygusunun yarattığı küçümsemeyi de beraberinde işliyor aslında. Çünkü varoşlardaki, taşradaki, kırsaldaki erkeklerin; kent yaşamını benimsemiş kadınların dünyasına girmesi, sevmesi, birliktelik sağlaması neredeyse imkânsızdır. Sınıfları farklı, hayalleri farklı, istekleri ve sahip olunan değerler bile farklı… Bundan doğan bir eziklik duygusu söz konusu ve bu eziklik; küçümseme, eleştirme, yer yer aşağılama ve öç duygusuyla su yüzüne çıkar. Sonuçta da hemen arkasından kendi sınıfının artı değerlerini, sade yaşamını ya da zor şartların kartını sürer ortaya. Ve üçüncü bölümde der ki;
Sade bunlar mı Cahit Külebi!
Doğup büyüdüğün Niksar’da
Kadınlar görmedin mi?
Kaybolur gider sanırdın
Tarla çapalarken güneş altında
Karanlık odalarda tütün dizerlerken
Yanıp sönerdi ıslak ıslak
Yeşil tütün renginde gözleri.
(Bütün Şiirler / Bilgi Yay. / Sf:111)
Bu karşılaştırmayla Külebi, her iki sınıf arasındaki uçurumun ne denli derin olduğunu da okuyucuya hissettirir. Bu üçüncü bölümde kırsaldaki kadınları anlatırken kullandığı sözlere baktığımızda -ki bunlar; yanmış ten, yorgunluk, hüzünlü haller, uykusuzluk çeken gözler, çalışkan eller, saf güzellikler, kanaatkâr oluşlar gibi…- Külebi, hayat mücadelesi veren ama sessiz sabırlı kadınların yanında yer aldığını söyler aslında. Yani hem güçlü bir gözlem hem karşılaştırma hem de kendi köklerinin nereye ait olduğunu açık açık belirtir.
Cahit Külebi’nin şiirindeki kadını; salt bir sevgili, âşık olunan bir varlık olarak görmek ya da algılamak da son derece eksik bir okuma olur. Anne kavramı da çok güçlü bir şekilde şiirlerinde yerini almıştır. Tek başına anneyi anlatan şiiri yok belki ama doğurganlık özelliği de olan doğayı anne ile eşleştirmiştir mesela.
Doğa anne, yalnızlığı biliyor musun?
Sen nasıl yücelttin, dayanılmaz kıldın?
Coşkun dağ suları gibi akıp geldin
Özlem ve yaşantımın üstüne yığıldın.
(Bütün Şiirler / Bilgi Yay. / Sf:323)
Anne olgusunu, o imgeyi çağrıştıran, annelik duygusunun yüceliğini anımsatan diğer yan kavramlarla da bu duyguyu hissettirmiştir. Özellikle yurt sevgisini konu alan şiirlerinde bu özelliğe daha çok rastlıyoruz. Anası, bacısı, kızı, kızanı / Bizim millet gibi görülmemiştir… derken Kurtuluş Savaşı’ndaki kadının ya da üretimdeki kadının fedakârlığına vurgu yapmıştır.
Yine sevdiği bir kadının üstün özelliklerini anlatırken, yani; şefkatini, güzelliğini, yumuşaklığını yine anne kavramı üzerinden yürümüştür: Anne gibiydi, ılıktı, ılımandı / Saçları uçurmaya hazır rüzgâr…
Toparlarsak; Cahit Külebi şiirindeki kadın:
Köyde; cefakâr, çalışkan, sessiz, suskun ve kanaatkâr.
Kentte; süslü, ak gerdanlı, çalışkan ama daha özgür.
Bir anne, bir eş, bir sevgili, aslında hepsi…
*7. Uluslararası Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Şiir Buluşması kapsamında düzenlenen Cahit Külebi panelindeki konuşma metnim. (Ö. Turan)