“ve tanrı, insana emretmeliydi:
cennetime zincirlerinle giremezsin!
işte bu, özgürlüğün ayeti olurdu.”
Her çağ, kendi zincirini kuşanmış bir insan bırakır ardında. Ve o zincir, çoğu kez bilekten değil, usun en karanlık kıvrımlarından geçer. A. Bedir’in yukarıdaki dizeleri, bu karanlık kıvrımların içinden sökülüp alınmış bir bağırış… Sanki isyan değil de, bir uyanış! Ne din karşıtıdır ne de inanç yadsıyıcısı; tersine, inanca bulaşmış boyunduruğun, koşulsuz bağlılıkla kirletilmiş arılığın karşısında bir duruş… O dize, zincirlerin dokunduğu her yerde tedirginliği arayan bir sezgiye sahip. Cennet… İnsana vaat edilen son sığınak, son susuş. Ama bir koşul içindedir bu düşsel bahçe; günahların arındırılması, öznenin eritilmesi, bir tür silinme eylemi. Oysa özgürlük, silinmeyi değil, görünürlüğü istiyor. A. Bedir’in dizesi, bu açıdan bakıldığında, cennetin bir ödül değil de bir aldatmaca, bir tutsaklık tasarımı olduğunun sezgisini taşıyor. Zincir metaforu, burada yalnızca fiziksel kısıtlamayı simgelemiyor; inançla örülmüş bağların, ahlaki kodların, toplumsal yargıların ve bireyin üzerine çökmüş soyut yasaların biçimlenmiş hali… Zincirle girilen bir cennet, özgürlüğün değil, boyun eğişin tapınağı çünkü! Ve işte bu yüzden, Tanrı’nın insana, “zincirlerinle giremezsin” demesi gerekirdi. A. Bedir’in bu dizesi, tek başına bir dizgeyi yıkacak güçte. Çünkü önerdiği şey bir din ya da inanç reddinden öte; temizlenmiş bir özgürlük anlayışı… Kendini inkâr etmeden, bağını sorgulamadan, bağışla değil, bilinçle çıkılan bir yolculuk… Sartre’ın “İnsan özgürdür, hatta özgürlüğe mahkûmdur, çünkü yaratılmamıştır” savıyla ortak bir salınımda bulunuyor bu dize; fakat Bedir, mahkûmiyeti değil, tercihi seçiyor. Ona göre, özgürlük, bir yazgı değil, bir ayettir; kendiyle ilan edilmiş bir iç yasa! Ne kutsal kitapların içinde ne de buyurgan seslerin dışında… Sözkonusu ayet, gökten değil, insanın kendi içinden damlıyor. Korkuyla yürüyen, ödülle yaşayan, cezayla biçimlenmiş bir insan, hiçbir bahçeye layık olamaz. Hele ki o bahçe, özlemlerin en yoğun duyulduğu yer ise…
“nereye aksa, son bir göç için bekleyen ölüler.
ve yüzünü nereye sürsen aynada ağıt…
kalbin, dağılan yuvası kırlangıcın
aynamızda yeri yok hiçbir suretin!”
Nereye aksa, ardında yüzyıllık susuşlar bırakan bir su gibi akıyor bu dizeler… Ama o su, duru değil, bulanık! İçine gömülmüş ölüler taşıyor, zamanın bile unutmaya çalıştığı ölüleri… Topraktan önce belleğe gömülen, göz çukurlarında yalnızlık çiçekleri açmış ölüleri! Son bir göç için bekliyorlarsa, ilk göçte eksik kalan bir şey var demek. Belki bir sözcük, belki bir bakış, belki de hiç dokunulmamış bir el. Bu “bekleyiş”, insanlığın eksik bırakılmış yaslarını, tamamlanmamış vedalarını, yarım kalmış düşlerini taşıyor sırtında… A. Bedir’in imgeleri, tam da bu yarı karanlık bölgeye yaslanır hep: yitenle kalan arasındaki çizgiye, o ince, keskin, yürek yakan çizgiye! Buradaki yüz; çocukluğun, terk edilmiş bir annenin soluğu ya da bir sevdanın ardında bıraktığı koku… Ve ayna da bir iç geçişin aynası, bir içe düşüşün… Yüzünü nereye sürsen, karşında ağıt; demek ki gülümseyişin bile yas tutmakta, demek ki bakışların kendini ararken ölen bir dil gibi susmakta. Ayna, yansıtmıyor artık; yutuyor, siliyor, saklıyor! Bir tür iç yoklama bu: insanın kendine çarpıp parçalandığı bir yüzey. Kalp de etten bir odacık değil burada; bir yuva, bir sığınak, bir umut mekânı… Ama artık dağılmış! Tıpkı rüzgâra kaptırılmış kırlangıç yuvası gibi. Kim yapar yuvayı? Dişi kırlangıç mı, yoksa özlem mi? Kim dağıtır? Göç mü, zaman mı, yoksa unutuş mu? A. Bedir’in dizelerindeki kırlangıç, kuş olmaktan öte sürgün duyguların, mevsimsiz ayrılıkların, dönmeyecek olanın imgesi… Kalbin dağıldığı yerde sevda kalmaz; sevda kalmadıysa, dünya bile eksik kalır! Ve nihayet: “aynamızda yeri yok hiçbir suretin!” İşte burası bir çığlık noktası! Ne varsa silinmiş ne kaldıysa yabancılaşmış. Kimse kimsenin aynasında durmuyor artık. Yüzler var, evet; ama suretler yok. Herkes kendi iç yansısını taşırken başkasına kör kalmış. Ayna, birlik değil artık, bir ayrışma yüzeyi! Ayna bile tanımıyor bizi; ya da biz, kendimize o kadar ırak düşmüşüz ki, yansımamız bile başka birine ait! İşte bu dize, günümüz insanının en çıplak söylemidir: topluca bakıyoruz aynaya, ama hiç kimse kendi yüzünü bulamıyor!..
“belki birazdan uyanır gece.
belki suretimi geri verir aynalar.
suskunluğum uykusunda sesim ve yüzün”
Gece belki de uyanarak, kendini uzun zamandır fark etmemiş olanın, ilgisizliğinden sıyrılma dileğine dönüşüyor usulca. Suretini aynalardan geri istemek, belirsizliğin koynunda kimliğini yitiren insanın, silikleşmiş benliğine olan özlemini simgeliyor gibi görünüyor. İkinci dizedeki gece, bilincin karanlık ve bilinmez kıyılarında gezinirken, insanın içine döndüğü, özüne yaklaştığı, belki de asıl kendisiyle yüzleşmeye hazırlandığı bir anı imliyor. Uyanan gece, güncel yaşamdaki uykudan farklıdır elbet; çünkü o, bilinçaltının karanlık odalarında gezinerek, saklı kalmış anıların, dile gelmemiş sözcüklerin kapısını çalıyor yeniden. Gece uyanırsa insan da kendi içine doğru bir yürüyüşe zorlanır ve yüzleşir aslında derindeki ötekiyle, gizlenmiş olanla… “Belki suretimi geri verir aynalar” dizesinin aynalarına gelince, yansımanın getirdiği gerilimli seslenişle kendini gösteriyor burada. Ayna, kişinin kendi kendisiyle, kimi zaman barışık kimi zaman da kırılgan bağlamda kurduğu ilişkiyi simgeler. Suretimi geri ver diyor şair aynaya; belki zamanla solmuş, belki yaşamın ezici dönüşümleriyle yüzleşemeyip kendinden ayrılmış bir parçanın arayışına koyuluyor böylece. İnsan, kendini yitirmenin eşiğinde, hep bir imgeye ihtiyaç duyar; bu imge, yitip gitmiş benliğin yerine koyabileceği bir tutamak noktasıdır aslında. “Suskunluğum uykusunda sesim ve yüzün” dizesinde ise daha derin bir anlam katmanı seziliyor. Şairin suskunluğu, kendi sesinin ve sevdiğinin yüzünün uykuya dalışıyla tanımlanıyor. Suskunluk, sessizliğin ötesinde anlamların gizli yatağı; orada söylenemeyenler birikir, dile gelmeyen düşünceler demlenir. Belki de en güçlü sözler, en içten duyumsamalar suskunlukta gizli… Suskunluk, vazgeçiş veya derin bir umut; dile gelmeye hazırlanan düşüncelerin eşiğinde bekleyen bir sessizlik hâli gibidir! Sesim ve yüzün imgesi, şiirin en incelikli anlatım noktası… Çünkü kişinin sesi, kendi varlığını kanıtlayan en güçlü imge; sevilenin yüzü ise bellekte iz bırakan, anıları sonsuzca tazeleyen değerli bir görüntü. Şair bu iki unsuru aynı anda suskunlukla ilişkilendirerek, özlemin, bekleyişin ve derin bağların ortaklaşa yaratımını koyuyor ortaya…
“her at, sahibini de öldürür, ölürken!
müntehir atlar
ki zamana ve kine koşulurlar.”
Her at, sırtında taşıdığı kişiyi sonsuzluğa uğurlarken, kendi yaşamını da alır yazgısıyla! Zamandan kurtulmak için atılan her toynakta gizlidir bu ölümcül eylem! Zira zaman, usulca kinle koşullanmış dizginlerin ucundan çeker canlıyı; yürüyüşe geçer at, durmaz ve durdukça aldanır ölüm! Zamana karşı açılmış savaştan sağ kurtulan yoktur; hele ki insan sözkonusuysa… Her insan ömrü aslında bir ata eyerlenmiştir; dizginleri gevşettikçe kişi, özgürlük sanır, koşar durur. Oysa her adımda, bir parça koparılır yaşamdan; yitirdikçe çoğalırız yanılgısıdır bu koşunun gerçeği! Atın her ilerleyişinde saklıdır ölmekte olduğumuzun imgesi. A. Bedir’in de duyumsadığı, ancak şiirlerle dillendirebildiği iç sızısıdır bu; akıntının tutunulmaz gergin ipinde yürüyüşümüzdür bizim bu büyük koşu! “Müntehir atlar”dır bunlar; onlar ki bilinçle çıkmışlardır yola… Bu ölüme yatkın bilinçtir belki, belki de yaşamın boşunalığından duyulan bezginliğin dilsiz başkaldırışı… Kendilerine iliştirilen yaşam yükünü sırtından atmanın, kurtuluşu sonsuz uykuda bulmanın derin anlamıdır bu başkaldırıcı intihar! Her at aslında sahibinin sonsuzluk aynasıdır! Atların hareketinde görebiliriz yaşamın bizi nereye sürüklediğini. İnsanın içinde sürekli büyüyen öç alma tutkusunu da bu koşu açık eder! Zamanın geçişinde birikmiş gizli öfkeler, beklenmedik bir anda patlayarak çıkar gün yüzüne! Sonsuzluk, atın gidişinde değil, durduğu yerdedir ya da! Eylemsizliğin sonsuzluğa ulaşan en kestirme yol olduğunu düşünür A. Bedir! Sürekli ilerleyerek yenildiğimiz savaşı ancak durarak kazanabileceğimizin bilincindedir o. Ama insan dediğin, durmayı bilmeyen bir canlıdır; kendi yenilgisine sürüklenir sürekli, hep biraz daha hızlanarak, hep biraz daha uzağa savrularak. Durmak, biz insanlar için en zor eylemdir; bu yüzden her ilerleme, bir yok oluşu da beraberinde getirir kaçınılmazca! Atların intiharı, aslında insanlığın kendiyle yaptığı en sessiz hesaplaşmadır! Zaman ve kinle koşullanmış atlar; işte onların başkaldırısı da budur! Sahibini öldürürken, belki kurtarıcıdır aslında; sahibinin tutsaklığını ortadan kaldıran suskun isyancılardır onlar! İnsanın kinle örülmüş yaşamını söndürmek, atların belki de en soylu eylemi… İnsanın atlarla olan bu garip bağında, ölürken bile ayrılmaz iki yazgı; yürüyüş ve duruş, yaşam ve yok oluş arasında salınır durur! “Her at, sahibini de öldürür ölürken”; bu gerçeği duyumsayanlar bilir ancak, eylemini susarak yapanların, ölürken bile özgür kaldığını!..