DİZELERİN AKLI (Seçil Avcı / Uzlaşmaz / SCR Yayınları-Bi Dünya Şiir)
“Kaçılmaz ölümleri soluyan
yarı çıldırmış hikâyede
yakınlık duyacak ne var
eksik kelimeler
serin bir taşra hafif bir sis
nereye gidilir”
Seçil Avcı bu dizeleriyle, modern şiirin imgeye yaslanan yoğun anlatımıyla okuru serin bir taşranın içinde kaybolmaya çağırıyor. Eksik bırakılmış sözler, anlama ulaşmak isteyen zihnin önüne ince bir sis gibi düşüyor. Ölüm, eksiklik ve yitiklik, bu şiirsel evrenin temel izlekleri. Ancak burada ölüm, sıradan bir sonun çok ötesinde. Bir soluk alma biçimi, bir atmosfer, bireyin içine çekildiği kaçınılmaz girdap gibi… “Kaçılmaz ölümleri soluyan” dizesi, bireyi bu girdabın ortasına yerleştiriyor. Eksiklik, sözcüklerle sınırlı değil. Duygularda, mekânda, hatta zamanın kendisinde de epeyce boşluk var. “Eksik kelimeler” imgesi, dile gelmeyeni, tamamlanamayanı işaret ediyor belki de. Avcı, anlatının sınırlarını zorlayan bir şiir anlayışına sahip. Sözün yetmediği, duyumsamanın anlatıya ağır bastığı bir evren kuruyor böylelikle… Serin taşra, hafif sis, belirsizliğin içine çekiyor insanı. Mekân, fiziksel bir alanının uzağında açılan boşluk sadece. Yalnızlık, yalıtılmışlık, unutulmuşluk… Bu imgeler, yalnızca bireysel kayboluşu mu anlatıyor? Yoksa tarihsel ve toplumsal gerçekliği de içinde barındırıyor mu? Kitlesel kıyımlar, savaşlar, soykırımlar ve insanın tekrar tekrar düştüğü çıkmaz sokaklar… Tarih boyunca süregelen büyük çöküşlerin yansıması gibi… Dizelerde yönsüzlük, bir soru hâlinde çıkıyor karşımıza: “Nereye gidilir?” Bu soru, bir adres arayışı değil kuşkusuz. Kendi içine çökmüş bireyin, yolunu kaybetmiş insanın hem toplumsal hem de bireysel anlamda yönsüz kalışının sesi… Siyasi okumaya da açık, otoriter düzenlerin baskısı altında ezilmiş bir toplumun nefessiz kalışına da. Bireyin içine hapsolduğu, çıkışsız bir düzen. “Yarı çıldırmış” olan öykü belki de toplumsal deliliğin bir dışavurumu. Akıl dışı, dengesiz, adaletsiz bu dünyada, insanın kendini anlam arayışının içine savrulması. O yüzden de soruyor Seçil Avcı: Nereye gidilir? Sis, dağılmıyor. Taşra, suskun. Eksik kelimeler, eksik kalmaya devam ediyor. Cevap, belli değil. Belki hiçbir yere. Belki de sisin içine…
“yüzüm her suya eğildiğinde
bir yabancı çıkıyor derimden
genlerimde kalan kişilere şaşırmadım”
Bir insan suya eğildiğinde gördüğü şey nedir? Yüzü mü, yoksa ona miras kalan izler mi? Seçil Avcı, insanın yön arayışını ve kimliğini, tarihsel labirentlerde keşfetmesini imgelerle örmeye devam ediyor. Suya bakan göz, yalnızca surete değil, suyun belleğine de yöneliyor. Karşısında beliren yüz, tanıdık değil. Yabancı. İnsan kendini tanıyamıyorsa, geçmişini de kavrayamaz demektir. Benlik ve yabancılık, iç içe geçen iki dalga gibi çarpışıyor burada. Kimlik, sağlam bir yapı olmaktan çok, geçmişin rüzgârlarıyla ötelenen bir yaprak gibi… Şairin suya her eğildiğinde gördüğü yabancı, içsel bölünmüşlüğün dışavurumu. “Genlerimde kalan kişilere şaşırmadım” diyor Avcı. Kimlik, insanın eliyle şekillendirdiği bir şey değil, ona miras kalan iz. İnsan, ona bırakılan izlerle biçimlenir daha çok. Genetik ve kültürel miras, kimi zaman tanıdık, kimi zaman ise iç ürpertici bir yabancılık duygusu uyandırır. Şairin bu mirasa şaşırmaması, farkında olduğunu gösteriyor. Ama farkında olmak başka, barışmak başka. Bellek, yalnızca zihinde taşınmaz, bedene de kazınır. Öyle ya, kaçınılmaz bir yazgı gibi dikilir insanın karşısına. Tarihsel ve toplumsal bir gözle bakıldığında daha da derinleşiyor bu dizeler. Türkiye gibi tarih katmanlarının üst üste bindiği bu coğrafyada bireyin taşıdığı miras, biyolojik zincirin halkası değil yalnızca… Göçlerin, savaşların, kültürel kırılmaların izleri, bireyin kimliğine işlenmiş. Avcı’nın dizeleri, bireyin kendini arayışını olduğu kadar kendine yabancılaşmasına da dokunuyor. İnsan, aynaya baktığında tanıdık yüz görmek ister. Freud’un “tekinsiz” kavramı belirginleşiyor burada, ister istemez. Tanıdık ama aynı zamanda ürkütücü bir belirginleşme. Şairin suya eğilip gördüğü yüz, bilinç ile bilinçdışı arasındaki gerilime odaklı… Hem kendi hem de bambaşka biri olan bir yüz… Seçil Avcı, kimlik, bellek ve tarihle hesaplaşan bir anlatıyla yüzleştiriyor okuru. Su, yalnızca bir yansıma değil çünkü. Geçmişin sessizce aktığı bir bellek aynı zamanda. Belki de en büyük yüzleşme, suya bakıp kendini tanıyamadığın an başlıyor. Kim olduğuna karar vermek için, önce bu yabancıyla göz göze gelmek gerekiyor…
“Ah bedenim
cebime sığmayan taşlarım
evren bizden alınmıştır
yakamıyorum
tarihimi kalıba döken kürekleri”
Beden, insanın ömrü boyunca taşıdığı en ağır yüktür. Ama bu yükün salt fiziksel bir ağırlık olmadığını Seçil Avcı dizeleriyle imliyor okura. Beden bir varlık değil sadece; toplum tarafından biçimlendirilmiş bir kimlik de… İçsel dünya ile dış gerçeklik arasındaki gerilim, dizelerin her sözcüğünde beliriyor. Duygu ve düşüncenin kesiştiği noktada, bedenin bir tutsaklık olduğu düşüncesi yükseliyor. Platon’un idealar dünyası ile duyular dünyası arasında kurduğu karşıtlık, burada kendini açıkça belirginleştiriyor. Sınırları olan bir hapishane gibi beden, içinde saklı olana zincir vuruyor. “Ah bedenim” dizesiyle açılan içsel çığlık, insanın taşıdığı yükün yalnızca kendisine ait olmadığını gösteriyor. “Cebime sığmayan taşlarım” derken, bireyin yüklerinin maddi dünyaya sığamayacak kadar ağır olduğunu sezdiriyor şair. Taş, geçmişin katılaşmış görüntüsü, tarihin kemikleşmiş izidir adeta. Kişisel bir hesaplaşma değil aynı zamanda toplumsal bellekle yüzleşmedir. İnsan, kendi geçmişinin taşıyıcısı olduğu kadar, insanlığın ortak mirasını da sırtında taşır. Görünmez, ama sarsıcı bir yük bu. Omuzlardan eksilmeyen, varlığı silinmeyen ağırlık… İnsan, doğadan ve kendi özünden koparılmış. Kapitalizm ve modernleşme, insanı yalnızca emeğinden değil, dünyayla kurduğu bağdan da yoksun bırakmış. Bu kopuş, rastlantısal değil, bilinçli bir müdahalenin sonucu. Doğa, beden ve tarih, artık kişinin elinde değil. İnsan, kendi varlığıyla barışmak istese de, bunu gerçekleştirmesi neredeyse imkânsız görünüyor. O yüzden, “yakamıyorum / tarihimi kalıba döken kürekleri” dizeleriyle çaresizlik beliriyor birdenbire. Bu yalnızca bireysel bir çıkmazı anlatmıyor. Geçmişle olan bir sıkışmışlığı da gözetliyor durmadan. Geçmişle hesaplaşmak isteyen insan, onun sert yapısıyla karşılaşıyor. Seçil Avcı, bu mücadeleyi aynı zamanda bir yüzleşme, bir hesaplaşma metni olarak da sunuyor. Bedenin taşıdığı ağırlık, cebine sığmayan taşlar, elinden alınan evren, yakılamayan geçmiş…
“dilinden ve adından kurtulanların
her tohumundan
bize taze bir sevinç bakıyor”