(Yasemin Çargıt / Taşınabilir Bulut / SCR Yayınları-Bi Dünya Şiir)
“İki kuyu birbirinin içine düştü
Su boğdu suyu
Derinlik bir suça dönüştü”
Yasemin Çargıt’ın bu dizeleri, suyun belleğinden doğan ve sınırları zorlayan bütün etkilenmelere açık… “İki kuyu” imgesi, yalnızca derinlik değil, kendi gölgelerinde kaybolan benliklerin dibe çekilişini de anımsatıyor. Kuyular birbirine düşüyor, sular iç içe akıyor, sonunda kendini yutan bir girdaba dönüşüyor. “Su boğdu suyu” dizesi, bir aynada kaybolan yüz gibi, benzerliğin içinde eriyen kimlikleri sezdiriyor da… Bu dizelerde anlam, sabit bir zemin bulamıyor ve sözcükler, dalganın kıyıya vuruşu gibi, her çarptığında yeni bir geri dönüş eyleminde. Çargıt, okuyucuyu tanıdık bir kıyıya sürüklemek yerine, bilinmez bir akıntının içine bırakıyor böylece. Gerçekliğin çözüldüğü, mantığın inceldiği noktada imge alıyor üstünlüğü… Duygularla düşüncenin, bilincin ve bilinmezin birbirine dolandığı bir doku oluşturuyor bu dizeler. Burada bir hesaplaşma var açıkçası, ama dış dünyayla değil, insanın kendi sesiyle. Su, hem yaşamın kaynağı hem de kendi kendini tüketmenin aracı oluyor. “Derinlik bir suça dönüştü” dizesi, sormaya cesaret edenin sürüklenmek zorunda kaldığı karanlık aslında. Tarih boyunca düşünce, bir deniz feneri gibi yol gösterirken aynı zamanda öfkeli dalgaların içinde yanmış, baskılanmış, yok edilmiştir. Çargıt burada, bilginin hem ışık hem de yangın olduğuna işaret ediyor… Bu dizeler bir bakıma, insanlığın tarihsel çıkmazlarına da kapı aralıyor. Doğu ve Batı, akıl ve sezgi, geçmiş ve gelecek… Karşıtlıklar içinde birbirini tamamlamaktan çok yok etmeye yatkın olan çatışmaların izini sürüyor. Jung’un “gölge” kavramı (Zihnin Karanlık Yüzü) burada suyun suyu boğmasıyla büyüyor. İnsan, kendi gerçeğiyle yüzleştiğinde, kendi derinliğini taşıyamayacak kadar ağır hissedebilir mi? Yasemin Çargıt’ın dizeleri, sözcüklerin taşıyamayacağı kadar büyük bir anlam yükünü sırtlıyor. Su, yaşam ile yok oluşun eşiğinde, insanın kendi kendini sorgulamasının imgesi haline geliyor ve sorular geliyor art arda: Derinleşmek, bir aydınlanma mı, yoksa bir kayboluş mu? İki kuyu birbirine düşüyor; bu, insanın kendi gerçekliğiyle hesaplaşmasının acı bir sonucu mu? Yoksa, her benzerin birbirini yok ettiği bir dünyada yaşamanın kuralını mı sorguluyor? Yasemin Çargıt’ın imgelem dünyası, düşüneni durduran, susanı konuşturan bir sır gibi, okuyucunun zihnine usulca çöküyor…
“İçimin hoşluğu şelale gibi çakılırdı sana
Anımsadın mı?
Dilinde bozuk süt mevsimi”
Yukarıdaki dizelerin gerçekliği, Yasemin Çargıt’ın şiir anlayışı üzerine birkaç cümle kurmanın da önünü açıyor haliyle. O, söylemini yalnızca bir anlatım aracı olarak değil, anlamın doğrudan dönüştüğü, dağıldığı ve çatladığı bir zemin olarak kullanıyor. Şiirini, alışıldık dil yapılarının dışına çıkararak, imgelere ve çağrışıma yaslanıyor. Klasik şiir düzeninden çok, sözcüklerin beklenmedik birleşimleriyle açılan katmanların derinliği önemli onun için. Buraya aldığım dizelerinde de bu anlayış açıkça ortada. “İçimin hoşluğu şelale gibi çakılırdı sana” dizesindeki edebi söylem, dilin doğasıyla oynuyor adeta. Şelale, durmaksızın akan, devingen bir öge. Ancak onun “çakılması”, akışkanlığın donduğunu, doğallığını yitirdiğini gösteriyor. Burada bir karşıtlık var. Akması gereken, bir çarpışma anına dönüşüyor. Ve belki de en önemlisi, bu dönüşüm, bir anımsama eylemiyle sunuluyor. “Anımsadın mı?” sorusu, salt geçmişle ilgili değil aynı zamanda, geçmişin nasıl çarpıtıldığını, bugüne nasıl sindiğini de gösterir. Anımsamak, yalnızca geriye bakmak değildir; aynı zamanda geçmişin bugünkü suretini de anlamak… Dizelerin ana ekseninde zamanın çürümesi var. Bellek, artık eskisi gibi işlemiyor. Eskiden olumlu olan, şimdinin içinde bozulmuş, biçim değiştirmiş. “Bozuk süt mevsimi” tamlaması burada bir eşik gibi duruyor. Süt, genellikle saflık, besleyicilik ve anne şefkatiyle anılır. Ancak bozulmuş bir süt, içildiğinde mide bulandıran, huzursuzluk veren bir şeye dönüşür. Bu imge, zamanın ve duyguların dönüşümünü anlatıyor. Bir zamanlar sıcak ve doğal olan, artık tatsız, ekşi, hatta zararlı bir hâl almış. Mevsim sözcüğünün burada kullanımı da önemli. Mevsimler, doğanın döngüsünü, sürekliliği ve değişimi anlatır. Bu, insan eliyle yaratılmış bir çürümedir. Yani, doğanın değil, insanın bozulmasına dair bir vurgu… Bu çürüme bireysel mi, yoksa toplumsal mı? Belki de ikisi birden. İnsan ilişkileri mi eskisi gibi değil, yoksa toplumun kendisi mi çürüyen bir düzene dönüşüyor? Yasemin Çargıt, burada okura bir alan açıyor. Kimi, kişisel belleğinde bir karşılık buluyor, kimi de toplumsal bilinçte. Şairin bu dizelerinde modernizmin parçalanmışlığı da seziliyor ayrıca. Sözcükler, doğrudan anlatımdan çok, sezgi ve çağrışıma yaslanıyor. Yeniden anımsama eylemine dönersek: Anımsama, Bergson’un süre kavramıyla ele alındığında, geçmişin sadece bir iz olmadığını, bugüne sızan ve onu dönüştüren bir olgu olduğunu gösteriyor. Belleğin krizi belki de… bireysel değil, toplumsal bir sorun… Çünkü, zamanın, dilin, belleğin ve anlamın nasıl bozulduğuna da gönderme var. Şair, içindeki hoşluğu çakılmaya mahkûm bir şelale olarak görüyorsa, bu çağın içinde duyguların da çözüldüğünü, anlamların da yitip gittiğini imliyor demektir…
“Sonra eve döneceğim
Artık
Bizim evin duvarları yok
Birleşmiş tuğlaları var”
Yasemin Çargıt şiirde, yalın bir çizgide yürüyor gibi görünse de alt katmanlarında dalgalanan derinlikler saklıyor. İnsan ve toplumun iç içe geçtiği, şiirin zamansız bir aynaya dönüştüğü bir doku örüyor. Öyle ya ilk dizede ne diyor? “Sonra eve döneceğim.” Ama hangi ev? Bellekte kalan bir ev mi, yoksa hiç var olmamış bir yuva mı? Dönüş, sabit bir noktaya değil, belki de her yere birden. Çargıt’ın dizeleri, bildik kavramların çehresini de sık sık değiştiriyor. Ev, düşüncenin çöktüğü bir mekân olmaktan çıkıyor; duvarlar yitiyor, ama tuğlalar birleşiyor. Bölünen, dağılan, yeniden bütünleşen bir varoluş alanı. Modern insanın “yerinden edilme” duygusu dizelerin alt katmanlarından sızıyor adeta. İnsan, toplumun içinde eriyerek yok mu oluyor, yoksa kendi bütünlüğünü dağıtıp farklı bir doku mu yaratıyor? Günümüzde ev, bırak sabit bir mekân olmayı, elle tutulur bir kavram bile değil. Sürekli bir yer değişimi, sürekli bir arayış. Belleğin sınırları, yaşananlarla anımsananlar arasında gidip geliyor. Çargıt’ın dizeleri, bu kaygan zeminde şiirin dengesini arıyor. Ev, insanın aidiyet arayışı mı, yoksa toplumsal bir bellek mi? Mekânın zamansal anlamı, bütün bu sorularla değişiyor. Düşüncenin bütünlüğü, dizelerin eksiltili anlatımında beliriyor aniden. “Duvarlar yok” diyor Çargıt. Peki, duvarsız bir evin mekânsallığı neyle tanımlanır? Ardından gelen dize, “Ama tuğlalar birleşmiş” diyerek bütünlüğü bir başka noktada yeniden kuruyor. Yıkım ve yaratım, aynı dizenin içinde yan yana duruyor. Ev, burada bir insanın değil, toplumun da belleği. Bir dönüşümün şiiri bu. Kentleşmenin, göçlerin, modern mimarinin ve insansızlaşan yapıların izini taşıyor. Duvarları olmayan evler demek, belki de sığınmacı kamplarının, sürekli yer değiştiren toplulukların, kaybolan köklerin bir dizesi. İnsan, yerle tanımlanıyor. Ama ya yer diye bir şey kalmamışsa? Bu dizeler, kayboluşun değil, yeniden yaratımın şiiri. Dağılan ama dağılırken yeni bir düzeni doğuran. Kaybolan sınırlar, ama yine de birbirine tutunan tuğlalar. Çargıt, bütün bu imgelerle, insanın ve toplumun dönüşümünü anlatıyor. Yitmek değil, dönüşerek sürekli var olmak. Şiirin ta kendisi gibi…
Yanlış yerde aşındırma ve biriktirme yapmasıdır
Ve devletle babam arasındaki gizli sözleşme
Ölüm belgemde annemin bana seslendiği adın yazmamasıdır”
Doğa ile insanın iç içe geçtiği bir imgeyle başlıyor dizeler: “Bir nehirle bir çocuğun ortak yanı / Yanlış yerde aşındırma ve biriktirme yapmasıdır.” Nehir, toprağı aşındırır, taşır, sonra olmadık bir yerde biriktirir. Çocuk da öyledir; kimi zaman kendi doğasına uygun olmayan bir biçimde eğitilir, yanlış yerde büyütülür, istenmeyen kalıplara sokulur. Zihnin ve bedenin yerleştiği alan, onun geleceğini belirler. İnsan, bazen ait olmadığı bir toprakta kök salmaya çalışır, bazen de kendi benliğini bilmeden içine doğduğu düzeni kabullenir. Şu anda da bu döngü değişmiyor, yalnızca biçim değiştiriyor. Aşınma ve birikim yalnız doğanın işi değil, toplum da insanı tıpkı bir akarsu gibi biçimlendiriyor. Devletin kolları, bir babanın elleri gibi, şekillendirici ve aynı zamanda bastırıcı… Tarih boyunca otorite, insanın ruhuna ve düşüncelerine kazınır, onlara sınır çizer. Ortaçağ’da kilise ve krallar, insanın yalnızca bedenini değil, zihnini de denetlerdi. Modern devletler ise bu denetimi daha incelikli bir biçimde yapıyor; yasalar, belgeler, isimler, kimlik kartları… Hepsi insanın nasıl tanımlandığını belirleyen araçlar. Yasemin Çargıt, “gizli sözleşme” derken, insanın varlığının nasıl şekillendirildiğini sezdirmeye çalışıyor. İnsan, hangi dilde düşüneceğine, hangi ismi taşıyacağına, nasıl anılacağına dair kararı çoğu zaman kendisi veremiyor. O yüzden bu dizelerin en çarpıcı imgesi, “Ölüm belgemde annemin bana seslendiği adın yazmaması” söyleminde beliriyor. İnsan, doğarken annesinin sesiyle kimlik kazanır; sevgiyle, aidiyetle, o sesin yumuşaklığıyla şekillenir. Ama devlet için insan, yalnızca bir sayı, bir kayıt, bir tanımlamadır. Resmi belgelerde duygular yoktur, geçmiş yoktur. Tarih boyunca adlar, soyadları, aidiyet biçimleri değişir, ama sistem hep aynıdır. Toplumsal sistem, insanın zihnine kazınıyor sonuçta. Büyürken öğretilenler, farkında olmadan kabul edilen değerler, içselleştirilen otoriteler, zamanla bir gölge gibi insanın üstüne çöküyor. Şairin dizelerindeki baba, bir aile büyüğü olmaktan öte geçmişin ve toplumun da sesi… Devlet ve ataerkil düzen iç içe geçiyor. İnsan, nehrin taşıdığı bir çakıl taşı gibi, bilmediği yerlere savruluyor ve şu an da aynı süreç devam ediyor. İnsan, kim olduğunu düşündüğünde, içinde taşıdığı isimleri, ona seslenenleri, devletin verdiği kimliği ve toplumun ona yüklediği rolleri anımsıyor. Bu dizelerde tarih, toplum ve psikoloji birbirine karışıyor aslında. Otorite, bireyi eğitirken aynı zamanda ona kim olduğunu öğretiyor. Ama bu öğreti, insanı özünden uzaklaştıran bir sistemin parçası mı, yoksa gerçekten bir kimlik oluşturma mı? Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” kavramı, burada ironik biçimde “gizli sözleşme”ye dönüşüyor. Yasemin Çargıt, bu sözleşmenin açık bir metin olmadığını, doğumla başlayan, eğitimin içine işleyen, kimlik belgeleriyle sabitlenen, yasalarla sürdürülen bir biçim olduğunu da hissettiriyor. Sonuçta insan, nehir gibi akıp gidiyor, kimi zaman kendine bile ait olmayan bir yatağa dökülerek…