“İnsan ölüm günlerini bir deftere yazmalı
Yoksa aman sönüp gider bir mutlunun yasında
Baksana saat olmuş kaç hâlâ uyumuyorlar”
Bu dizeler, şairin zamana karşı koyma isteğinin ve insan varlığının kırılganlığına dair derin bir kaygının işaretleri… Karacan, ölümün soğuk kaydını tutma gerekliliğiyle gündelik yaşamın sıradanlığını çarpıştırıyor. Defter imgesi, soluyan ve geçmişi şimdiyle bağlayan bir kayıt taşıyıcısı… Sözcükler, kâğıdın dokusuyla birleşiyor ve yaşantının kırılgan ipliklerini birbirine düğümlüyor. “İnsan ölüm günlerini bir deftere yazmalı” dizesi, ölüme dair kaçınılmazlığı vurgularken, insanın bu kaçınılmazlığın karşısında aldığı tavrı da ortaya koyuyor. O yüzden yazma eyleminin buradaki ağırlığı, belleğin süreksizliğine direnmek, kaybolanı tutmak ve var olma ısrarını diri tutmak adına daha anlamlı… Ölümün sarsıcılığı, bir kalem darbesiyle sayfalara işleniyor ve böylece zamanın unutuşu aşılmaya çalışılıyor. Bu dizenin hemen ardından, “Yoksa aman sönüp gider bir mutlunun yasında” söylemi de, toplumsal belleğin seçici yapısını sorgulayan bir uyarı niteliğinde… Mutluluğun içindeki geçiciliği açığa çıkarırken, yasın bile unutulabileceğini imliyor. İnsan, sevincin ve kederin kıyısında dolanırken, kendi zamanını kayıtsızlığın uçurumuna bırakmamalı diyor şair… Bireysel yazgının toplumsal bellekte ne denli kırılgan olduğunu sezdiriyor ve bunu, sayfalarla, mürekkep izleriyle ölümsüzleştirme gerekliliğiyle örtüştürüyor. “Baksana saat olmuş kaç hâlâ uyumuyorlar” dizesinde ise gece, uykusuzluk ve düşünsel yoğunluk iç içe geçiyor. Zamanın ilerleyişi, uykusuz bir kalemin sayfalara dökülen içlenişiyle buluşuyor. Bu dize, toplumsal ve tarihsel bir uyarı olarak da okunabilir… Şair, uykusuz kalanların, yani sürekli düşünenlerin, yazanların ve direnenlerin resmini çiziyor belki de, kim bilir? Saatin kaç olduğu, uykuya direnmenin sınırında bekleyenlerin varlığıyla ölçülüyor ve gece, yazının süren mücadelesine tanıklık ediyor. Karacan’ın bu dizeleri, anların kaçışını durdurma, unutuşa direnme ve yaşantının izlerini soluyan bir şiirde sürdürme isteği olarak da okunabilir…
“bana sorarsanız, kapadım kendimi çoktan
iyiye, güzele, kötüye, çirkine
ıslanmak meğer suyu duymamakmış”
Mertcan Karacan’ın dizeleri, şiirin sınırlarında gezinen, imgelerin açıkta bıraktığı boşluklardan kendine kapılar açan bir yaklaşım gösteriyor. Bu dizeler, şairin içe kapanışının duyumsal ve metaforik anlatımı olarak karşımızda: “bana sorarsanız, kapadım kendimi çoktan.” Şair burada kişisel bir geri çekilmeyi itiraf ediyor, ama bunu sıradan bir saklanmanın ötesine taşıyarak varoluşsal bir kapanış haline getiriyor. Kapıların yüzüne kapatılması metaforu, Karacan’ın şiir anlayışındaki öznel gerçekliği dış dünyaya ait tüm ölçütlerden bağımsız kılmayı amaçlıyor. Dizelerdeki karşıtlıklar, “İyiye, güzele, kötüye, çirkine” dizesinde daha belirgin… Karacan, yaşamın ve duyguların uç noktalarını kapsayan bu karşıtlıkları sıralarken, her türlü yargı ve sınıflandırmadan uzaklaştığını vurguluyor. Şair, kendisini tüm değer ve anlamlandırma dizgelerinin dışında görüyor. Böylelikle şiirin öznesi, kendi imgesel evreninde oldukça bağımsız… Bu bağımsızlaşma, şiirin anlamını sözcüklerin ötesine, duyumsamanın saf ve ölçüsüz derinliğine taşıyor. Karacan’ın şiir anlayışı, duymak ve duyumsamak arasındaki farkı ince ve lirik bir dille anlatıyor: “Islanmak meğer suyu duymamakmış.” Bu dize, duyumsamanın, duymaktan daha derin, daha ilksel ve daha sahici olduğunu öne sürüyor. Burada su, yaşamla ilişkilendirilen bir imge olarak karşımıza çıkıyor. Islanmak eylemi ise doğrudan deneyimle ilgili… Şair, yaşamı, anlamlandırmak yerine doğrudan deneyimlemeyi öneriyor. Karacan, şiiri bir deneyimleme biçimi olarak da kullanıyor diyebiliriz. Onun için şiir, okurun ve şairin birlikte duyumsadığı ortak bir suya dalış… Şairin içe kapanışı, aslında şiirini dışa açan, okurla daha samimi bir iletişim kuran duyumsal bir açılım… Böylelikle Karacan’ın şiiri, imgeler yoluyla yaşamın somut gerçeklerinden soyutlanmış, ama duyumsal olarak derinleşmiş yeni bir dünyaya açılıyor. Bu dünya, şiirin içinde çoğalan, kendi içinde nefes alan bir özgün evren…
“seni yanımda götüremezdim
aslında ben hiçbir şeyi yanımda götüremezdim
bu, sana gelirken de böyleydi
senden giderken de”
Mertcan Karacan’ın dizeleri, taşıyamamanın kırılgan ve saydam imgesi üzerinden konuşuyor. Onun dizeleri, gitmenin ve kalmanın kavşağında, yanına alabildiklerinin boşluğuyla anlatıcıyı buluşturuyor. Şair, buradaki yolculuğu, varılan ya da çıkılan noktalar üzerinden kurmamakta; aksine her yolculuğu yanına alamadıklarının anısıyla doldurmakta… “Seni yanımda götüremezdim” dizesi, uzaklaşmanın yumuşak hüznü içinde, anlatıcının çaresizliği yerine bilinçli bir kararlılığı çağrıştırıyor. Şairin sesi, yüklenmenin olanaksızlığıyla birleşerek, şiirin merkezindeki kavramı açık ediyor: taşımanın yorgunluğuna karşı bırakmanın hafifliği… Burada Karacan, taşıdığı yüklerden kurtulmak isteyen, bu nedenle ardında bırakmayı seçen anlatıcının dilini kuruyor. İkinci dizedeki “aslında ben hiçbir şeyi yanımda götüremezdim” söylemi, şiiri bir kişisel deneyim olmaktan çıkarıp daha evrensel, daha kapsayıcı bir alana taşıyor. Herkesin kendi yolculuğunda duyduğu, ancak çoğunlukla dile getiremediği bir duyguyu açığa çıkarıyor: sahip olunan, bağlanılan, sevilen her şeyin aslında sürekli bir bırakış içinde olduğunu… Şairin poetikası tam da burada kendini belli ediyor; o, dile getirdiği bırakışların acısını ya da hüznünü yükseltmiyor. Onun yerine sessiz bir kabullenmeyi, kırılmadan ayakta durmayı vurguluyor. Karacan’ın şiiri, eşyayı, kişileri, anıları yanına katmak istemiyor; onları yerinde, kendi anlam dünyalarıyla bırakıyor. Gidilen her noktada yeni bir kimlik kazanmakta, ancak bu kimlikler eski yükleri taşımamakta… Son iki dize, şiiri geçmişten geleceğe bağlayan, her şeyi eşitleyen bir çizgide buluşturuyor: “bu, sana gelirken de böyleydi / senden giderken de.” Şair, zamanın doğrusal akışını kırıyor ve taşıyamamanın döngüsel doğasını açığa çıkarıyor. Gelen ve giden, aynı çizginin iki ucunda durmakta… Gelen, yanına alabildiklerinin boşluğuyla geliyor, giden ise bıraktıklarının hafifliğiyle uzaklaşıyor. Sonuçta bu dizeler, acıyla dolu olmaktan çok bir bilinçle örülüyor: insanın her adımı, taşıyamadığı şeylerle anlam kazanıyor. Bu şiirdeki anlam, kaybedilenden öte taşınması reddedilenle bütünleşiyor. Mertcan Karacan, karmaşık anlatılarla süslenmiş, ağır bir dilden uzakta, yalınlığı ve doğrudanlığı tercih ediyor daha çok…
“yüzlerce kitap, binlerce sözcük, yüz binlerce harf
ne biriktirdiğime bir bakar mısın şu odada
rezillik, öyle ya, rezillik”
Şair, dilin anlamla ilişkisini yüzeyselleşmeye karşı duyduğu tepkisel ve isyankâr tavırla sorguluyor, kendi yaratımlarına karşı bile ironik ve sert eleştirisini açıkça ortaya koyuyor. Bu sertlik, şiirini derinleştiren ve imgesel boyutu yükselten önemli bir özellik… Şairin dizeleri, kendisiyle karşılaşan okuru dilin örtüsünü kaldırmaya ve altında biriken tozları fark etmeye zorluyor. “Yüzlerce kitap, binlerce sözcük, yüz binlerce harf” dizeleri, öncelikle şiirin varlık nedeni üzerine güçlü bir sorgulamadır kanımca… Karacan, okuduğu metinlerin, kitapların ve yazdığı şiirlerin üzerine öylesine hırpalayıcı bir eleştiri geliştiriyor ki, bu dizelerde aslında edebiyatın, sözcüklerin, harflerin anlamsız bir yığına dönüşme tehlikesine karşı uyarıyor okurunu… Şiirini bir anlam arayışından çok, anlamın dağılışı, parçalanışı üzerine kuruyor. Yüzlerce kitapta saklanan anlamların artık eskimiş, yıpranmış, işlevsizleşmiş hallerini imgeleştirerek okuyucuyu rahatsız eden bir gerçeğe çekiyor. “Ne biriktirdiğime bir bakar mısın şu odada” dizelerinde şair, adeta okuru çağırıp yüzleşmeye davet ediyor. Oda, şairin zihninin metaforu haline geliyor; raflarda dizili kitaplar, kenarlara sıkışmış sözcükler, duvarlara saçılmış harfler, bir yaşamdan öte savrulan bir belleği temsil ediyor. Karacan, dilin kendi ağırlığı altında ezildiğini, şiirin gücünü aşındıran tekrar ve kalabalığı gözler önüne seriyor. Bu oda, şairin estetik dünyasının en çıplak ve acımasız hali aslında… “Rezillik, öyle ya, rezillik” diyerek şair, acımasız ve çarpıcı bir şekilde kendi poetikasının eksenini açığa çıkarıyor. Bu tekrar, imgesel olarak şiirin açmazını, yazmanın çıkmazını ve edebi anlam üretme kaygısının bir tür trajik sonuçları… Rezillik sözcüğü, burada şiirin derinliğini artıran, okuru sarsan ve rahatsız eden bir unsur olarak işlev görüyor. Karacan, şiirin yüzey güzelliğine, süslemelerine değil, altındaki anlam kırılmalarına odaklanıyor; şiirin yaldızlı yüzünü kazıyarak altından çıkan çürümüşlüğü, tükenmişliği simgeleştirerek…
O kadar kıymetli ki her bir satır! Gururunu ömrüm boyunca boynumda taşıyacağım.