“Tabii ki ölümü çok düşündüm
Tabii ki ölümü anlayarak yaşlandım
İyi ki güzelliğin sonunu önceden bilmedim
İyi ki ayrılığın acısıyla donandı kalbim”
Şükrü Erbaş, ölüm kavramını eline alıyor ve onu hüzün duygusundan çıkarıp, yaşam deneyiminin gözeneklerine dağıtıyor. Sözkonusu dört dize, yüzleşmekten çekinmeyen bir şiir kuramının küçük özeti gibi… Şair, “sonrası” korkusunu büyütmek yerine, her soluğu şimdiki anın sorumluluğuna dönüştürüyor ve okura açıkça işaret ediyor: güzellik kaybolacak, ayrılık yakacak ve biz buna rağmen yürümekteyiz. Bu yaklaşım, Erbaş’ın şiir poetiğinin başlıca özelliği olan toplumsal bellekle kişisel sezgiyi aynı anlatımla buluşturma tekniği… Kırsal sözvarlığının zengin dokusunu güncel kentsel anlatım yöntemiyle buluştururken, lirizmi ham duygusallıktan uzak tutuyor. Burada ölüm, soyut bir korku noktası olmaktan sıyrılıyor; organik, hatta sıradanlaşan bir yoldaş… Kalbin dayanıklılığını “acıyla donanmak” eylemi üstünden kurgulayan şair, Türkçede sık rastlanan mağduriyet retoriğini deşifre ediyor ve cesurca yerine direngen bir sevinç imgesi kuruyor. Ayrılık ögesini dramatik bir ağıt olmaktan çıkarıp insanın içsel dünyasını güçlendiren bir atölye biçiminde konumlandırıyor. Böylece acının içinde kıvranmak yerine, acıyı dönüştüren bir şiirsel bulgu oluşturuyor. Erbaş, yaşamın kırılgan coğrafyasını kabul ederken okura karanlık sunmuyor; tam tersine, tutarlı bir bağlantı ağı örüyor ve her dizeyi soğukkanlı bir umut damlası olarak sızdırıyor. Bu dizeler, estetik cesaretini ölüm düşüncesinden devşirirken, okuru kayıtsız bırakamayan güncel bir etik bellek de yaratıyor. Ve bu bellek, sözgelimi en dilsiz akşamda dahi içimizde çoğalıyor, ışımayı sürdürüyor ve geleceğe dair bakışı onarıyor…
“Sussam yara, söylesem yara
Geçmiş kimi iyileştirmiş ki…
Ben artık ot bitmeyen bir yerden
Anlamanın yalnızlığına gülümsüyorum.”
Şükrü Erbaş’ın şiir anlayışı, insanın içsel kırılmalarını yalın ve derin bir biçimde anlatmaya odaklıdır. Onun şiirlerinde insanın iç sesiyle boğuşması, geçmişin yükünü dirençli bir sezgiyle çözerek sözcüklerin yeni kapılarını aralamasında gizlidir… Şair, sözün ve suskunluğun birbirine eklenmiş, ayrışması imkânsız bir bütün olduğunu duyumsatıyor yukarıdaki dizelerde. Konuşmanın da susmanın da kendi içinde yaralayıcı bir yönü vardır; çünkü söz, kimi zaman acıyı hafifletmek yerine daha da derinleştirebilir… Susmak ise, acının içinde daha da büyümesine yol açabiliyor. Bu çift yönlü sıkışmışlık, insanın içsel çölünde susuz kalan seslenişe dönüşüyor. Erbaş, geçmişin onarıcı bir güç taşımadığını, aksine yaraların üzerine yeni yaralar eklediğini de imliyor. İnsanın kendi içindeki bu çatışma, zamanın yaraları saracağına dair umudun giderek sönmesine de neden olur haliyle… Geçmiş, hiçbir zaman iyileşmeyen bir yara gibi, şimdiki zamanın huzursuzluğunu beslemeye devam eder öylece. Bu şiirsel düşünce, içsel bir kuraklık tasviriyle derinleşir ve şair, umutların filizlenmediği, düşlerin solduğu bir yerde var olmaktan söz eder. Bu yer, insanın kendi içine çekildiği, anlam arayışının artık tükendiği bir boşluktur. Umutlar ve sözler, bu kurak topraklarda kök salamayan kırılgan fidanlardır… Ancak bu kabullenmişlik, aynı zamanda bir dirençtir. Anlamak, her zaman dinginlik getirmese de, içsel bir durulma da sağlıyor. Bu durulma, kendiyle barışmanın getirdiği bir gülümseme olarak belirir. Anlamın ağırlığı, insanın kendi suskunluğuyla kurduğu kırılgan bir dostluktur adeta… Erbaş, bu noktada acıyı kabullenerek, onunla yaşamayı seçiyor. Bu seçim, yenilginin içinden yükselen bir bilgelik… Şükrü Erbaş’ın şiirlerinde, var olmanın sıkıntısı, geçmişle hesaplaşmanın sancısı ve içsel kabullenişin kırılgan yapısı hep bir aradadır…
“Bir gün
Herkesin öldüğü bir eski sokakta
Dönüp gelmeyen bir yankı.
Hepsi bu…”
Geçmişle bugünün iç içe geçtiği, kendi içine kapanan bir sahneyi çağrıştırıyor bu dizeler. Şöyle ki, yitip gidenin, eskiyenin ve bir daha dönmeyecek olanın derinliği… Öyle ya, şairin sözcük seçiminin anlattıkları: yaşamın kıvrımları, sokağın taşına sinmiş adımlar ve duvarları anımsatan eskiler… Şükrü Erbaş, çoğu zaman günlük yaşamın içinden süzülüp gelen, kırılgan ve içsel bir anlatımla şekillenen bir şiir anlayışını benimser. Onun şiiri, acının ve özlemin katmanlarında gezinirken, sözcüklerin ağırlığını duyumsatan, kısa ama yoğun imgelerle örülü hep… Burada da eski bir sokağın taşlarına işlemiş geçmişin izleri, tükenen anıların yansıması biçiminde beliriyor. Sözkonusu dizelerde, terk edilmiş bir mekânın, eskiyen zamanların ve tükenen anıların bir araya gelişi var… ama Erbaş, yokluğun yankısını duyurmadan anlatmayı seçiyor. Bir sokak, yüzlerin, anların gömüldüğü bir mekân gibi. Dönüşsüzlüğü ve kaybolmuşluğu, geçmişin izlerinde dolaşan bir rüzgârın izi gibi hâlâ. Erbaş’ın şiirlerinde sıkça rastlanan bu yoğun dalgalanma, arka planda yatan duygusallık gerçeğini açığa çıkarıyor aslında. Dize yapısı, sert kırılmalarla değil, daha çok ince geçişlerle, zamanın ve yaşamların iç içe geçtiği, anıların katmanlaştığı bir anlatımla şekilleniyor. Bu kısa ama güçlü imgeler, hem kişisel hem de toplumsal bir ağıtın titreşimleri… Erbaş, sözün ötesinde duran, anlatılmadan sezdirilenin peşinde yürüyen bir şairdir. Onun şiirinde, bakışların ve suskunlukların kendi dilini yarattığı bir evren var. Sözgelimi, taşların, duvarların, yolların üzerine sinmiş geçmiş, her adımda içe işleyen bir iz gibi, ama kendini açığa vurmayan, sadece sezdiren olarak bekliyor. Bu dizelerin içinde saklı olan, eksik kalanın ve geri dönmeyenin hafif ama derin sızısı… Bu sızı, sözcüklerin arasına gizlenmiş, unutulmuş sokakların taşlarına işlemiş gibi, kalıcı ve dokunaklıdır.