Arzu Alkan Ateş’in “Yarım Hikâyeler Dükkânı Trabzon (Çömlekçi’den Ortahisar’a) adlı kitabı, Heyamola Yayınları’nın “Trabzon’dur Yolumuz Dizisi”nin 28. kitabı olarak çıktı ve okuyucuyla buluştu nihayet…
Arzu Alkan Ateş, “Yarım Hikâyeler Dükkânı Trabzon (Çömlekçi’den Ortahisar’a) kitabında mekânlara, sadece fiziksel varlıklar olarak bakmıyor, aksine derin anlamlar ve insana dokunan önemli roller de yüklüyor. Trabzon’un sokakları, semtleri ve tarihi yapıları, yazarın çocukluk anılarından toplumsal dönüşümlere, bireysel keşiflerden kültürel direnişlere kadar birçok temanın taşıyıcısı çünkü. Bu mekânlar, şehrin kimliğini oluşturan ve zaman içinde yaşanan değişimlere tanıklık eden sahneler…
Ben de, sözkonusu mekânların her birinin yazarın içsel dünyasında, Trabzon’un kolektif hafızasında ve kendi düşüncemde nasıl yankılandığını anlatmaya çalışacağım bu yazımda…
Yolculuklar, belki de her şeyin başladığı yerdir; hem içsel hem de fiziksel boyutlarıyla insanın ve mekânların kimliğini şekillendiren. Bu uzun yolculuk, bir evde başlar. Trabzon’un tarihi Çömlekçi Mahallesi, yazarın anılarında bu yolculuğun ilk durağı olarak belirir. Her şeyin başladığı yer, dedesinin yaptırdığı apartmandır; burada geçen çocukluk yılları, insanı şekillendiren, onu bir şehre kök salmaya zorlayan bir deneyimdir. Bu apartman, sadece bir yaşam alanı değil, bir hafıza alanıdır da. Taşları, duvarları, zamanla değişen, yenilenen yüzüyle bu apartman, bir yandan yazarın kimliğini şekillendirirken diğer yandan Trabzon’un geçirdiği kentsel dönüşümünü de anlatır. Çömlekçi’nin taş sokakları, Karadeniz’e inen dik yokuşları, denize açılan limanları bir zamanlar yaşam doluyken şimdi kentsel dönüşümün ağır beton yükü altında ezilmektedir. Şehir, ona yapılanları unutmaz; aksine, her yıkımda, her yeniden inşada bir parçası silinir, bir başka parçası eklenir. İnsanlar gibi şehirler de yaşlanır, eskir, belki de bu yüzden kentlerin hafızası, onları yaşatan insanlarla birlikte kaybolur.
Trabzon Limanı, Ateş’in anlatımında hayallerin ve umutların bir durağıdır; Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla büyülenmiş bir şehir, rüzgârın taşıdığı tuz kokusuyla sarılıp sarmalanan bir çocukluğun durağı. Liman, bir yandan şehrin can damarı; yaşamın aktığı, ticaretin döndüğü, insanları bir araya getiren merkez, bir yandan da limandaki gemileriyle yazarın çocuk zihninde keşfetme arzusunun, özgürlüğün ve sınırları aşma isteğinin ilk kıvılcımlarını ateşleyen yerdir. Bu bağlamda liman, sadece fiziksel bir mekân değil, yazarın içsel yolculuklarını ve kişisel gelişimini simgeleyen bir metafordur da. Arzu Alkan Ateş için dünya denizleri arasında Karadeniz’in özel bir yeri vardır, öyle ya çocukluğun hayal dünyası bu denizle filizlenmiş, bu denizle büyümüştür. Çünkü Karadeniz’in öfkesi, azameti ve kükremesi, onun içindeki fırtınalarla paralel ilerlemiş ve o denizle kendi rengine ve kişiliğine ulaşmıştır aslında. Bu bilinmez derinliklere dalmak, onun kendi içsel yolculuğuna çıkışının ilk eylemidir. Başka denizlere açılan kapılar gibidir; her dalgasında farklı bir ülke, her dalga köpüğünde farklı bir kültür saklıdır çünkü…
Trabzon’un bir başka güzel yüzü de pazar yerleridir. Şehrin sosyal yaşamını, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini en iyi yansıtan mekânlar. Yazar, Çömlekçi’de kurulan perşembe pazarını anlatırken, bu pazarın sadece bir alışveriş alanı olmadığını, insanların bir araya geldiği, sosyalleştiği bir yer olduğunu vurgular özellikle. Pazar yerinde sabahın erken telaşı; hızlı adımlarla yürüyen kadınlar, çocuklarını komşulara emanet eden anneler, çabucak yapılan işler… Pazar, yalnızca bir alışveriş alanı değil, aynı zamanda topluluğun kalbi; kadınların hem sosyalleştiği hem de yaşamı paylaştığı bir yer. Yazarın çocukluk anılarındaki bu kadınlar, yaşamın yükünü taşıyan, o yükün altında ezilmeyen, tersine güçlenen figürler olarak beliriyor. Bu kadınlar, yazarın gözünde kahramanlar, çünkü onlar sadece yaşamı çekip çevirmiyor, aynı zamanda yaşamı mümkün kılıyorlar. Ancak zaman, bu huzurlu tabloyu karartıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Çömlekçi semti bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Onun çocukluğundaki pazarın yerini “Rus Pazarı” alıyor. Bu pazar, artık çocukluğun masumiyetini değil, gerçeğin acımasızlığını ve insanların zor şartlarını temsil ediyor. Ancak en ağır çürüme, Çömlekçi’nin geneleve dönüşmesiyle yaşanıyor. Bir zamanlar yazarın gözünde bir mabedi andıran bu yer, sonunda bir bataklığa saplanıyor. Fuhuş, otellerin yükselmesi, ailelerin dağılması… Şimdilerde ise, Çömlekçi’nin kentsel dönüşümle yavaş yavaş silinişi, aslında o semtin tarihinde bir dönemin kapanışı demek…
Eski zaman bahçeleri, Trabzon’un ahşap evlerle dolu mahallelerinde filizlenir. Bu evler, sadece mimari yapılar değil, aynı zamanda geçmişin izlerini taşıyan mekânlardır. Emine Teyze’nin bahçesi, Kemal Amca’nın ahşap evi, Ateş’in çocukluk anılarında yer etmiş fotoğraflardır. Bu evler, insanlarla birlikte yaşlanır, insanlar gibi zamanla ölür, yerini yenilerine bırakır. Ahşap evler, bir zamanlar mutluluğun imgesiyken şimdi sadece geçmişin izlerini taşıyor olmayanın sırtında. Bahçelerde oynanan oyunlar, ağaçların altında geçirilen zamanlar, eski zamanların birer yansıması; ancak bu bahçeler de tıpkı ahşap evler gibi zamanla kaybolur. Arzu Alkan Ateş, bu kayboluşu derin bir iç çekişle anlatır; çünkü zamanın ve mekânların değişimi, yaşamların değişimiyle eşitlenmiştir artık. Eski zaman bahçeleri, sadece çiçeklerin değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin ve yaşanmışlıkların da birer kulak misafiriydiler.
Maşatlık semti ve çevresi, sadece bir coğrafi alan değil, aynı zamanda yazarın çocukluğuna, eğitimine ve ilişkilerine dair bir hafıza deposu. Maşatlık’ın sözcük anlamı olan “gayrimüslimlerin gömüldüğü mezarlık” ile onun çocukluk anılarının birleşmesi, sembolik bir dönüşüm yaratıyor aslında. Çocukluk yıllarındaki okul günleri, öğretmenleriyle olan ilişkileri, merdivenli yollardan geçişleri, mahalle insanlarının sıradan ama sıcak yaşamlarına dair gözlemleri… tüm bu anılar, bir şehrin dokusunun insanlarla nasıl biçimlendiğini gösteriyor. Gecekondu tarzı evlerin ve yoksul görünümlü yapıların hüzünlü atmosferi, aslında içlerindeki hikâyelerin canlılığıyla zıtlık oluşturuyor. Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur şarkıları gibi detaylar, oradaki yaşamın atmosferini oluştururken, ağlayan çocuklar, kapı eşiğinde soğan doğrayan anneler, bu gerçeklik içinde samimi bir sahne yaratıyor. Merdivenlerin bitmek bilmezliği, çocuk aklında bir tür sonsuzluk gibi yankılanıyor, basamakları saymanın unuttuğu bir ritüel olması, zamanın geçişini imgesel olarak temsil ediyor. Öyle ki Maşatlık, sıradan bir Trabzon mahallesinden öte, yazarın belleğinde bir dönüm noktası. Yeşil yamaçlar, çeşmeden akan su, oyun oynayan çocuklar ve mahalle kadınlarının el işleriyle ilgilenmeleri hem geçmiş zamanların masumiyetini hem de o dönemlere duyulan bir özlem… Yazarın çocukluk arkadaşı Meryem Bülbül ile kurduğu yakınlık, çocukluktan dostluğa evrilen ilişkilerin sadakat ve paylaşımla nasıl derinleştiğini gösteriyor. Dostlukları, sanki Trabzon’un yokuşlarına, merdivenlerine, eğimli sokaklarına benzer; zorlu ama kalıcı…
Trabzon’un yazları, boğucu nemin altında geçen şehir günleriyle başlar; şehrin bunaltıcı havasından kaçış bir zorunluluk, köylere göç ise bir alışkanlık. Her yıl tekrarlanan bu göç, bir tür yeniden doğuş, mevsimsel bir devinim. Bu devinimin içinde çocuklar, özgürlüklerine kavuşur; köy, onlar için sınırsız bir oyun alanıdır. Fakat bu özgürlük sadece fiziksel bir serbestlik değil, aynı zamanda zihinsel ve ruhsal bir hafifliktir. Çocukluk arkadaşlarıyla geçirilen zaman, tarlalarda yapılan yardımlar, köydeki iş bölümü, aralarındaki paylaşım, kaybolmaya yüz tutan bir köy yaşamının izleridir. Boztepe’nin serin rüzgârları, Maçka yoluna sapılan yokuşlar, çocukların suyun kenarında balık tutmaya çalışmaları, annelerinin sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bahçeye gitmesi… Bütün bu imgeler, doğayla insanın ayrılmaz bir parçası olduğuna dair eski bir inancı çağrıştırır. Bu, modern dünyada unutulan, kaybolan bir inançtır. Yazarın anlatımında köy ve şehir arasındaki ayrım, yalnızca mekânlarla sınırlı kalmaz. Şehir, insanı yoran, sıkıştıran, hızla tüketen bir yer olarak betimlenirken, köy doğanın insan üzerindeki rahatlatıcı etkisini temsil eder.
Trabzon’un bitmeyen yokuşları, bir şehrin fiziksel yapısından daha fazlasını anlatır belli ki. Bu yokuşlar, yaşamın sürekli iniş çıkışlarını, insanın karşısına çıkan engelleri, zaman zaman yorucu ama her seferinde güçlendirici bir yürüyüşü temsil ediyor. Her adımda biraz daha nefes daralır ama sonunda zirveye ulaşıldığında hissedilen tatmin hem coğrafi hem de ruhsal bir ferahlık yaratır. Bu kitaptaki yokuşlar, bir tür zaman metaforu olarak da karşımıza çıkıyor. Ateş, gençlik dönemindeki inişli çıkışlı, heyecanlı ve coşkulu anılarını, yokuş aşağı bıraktığı adımlarla özdeşleştiriyor galiba. Bu inişler, kontrolsüzlüğün, yaşamın bir anlık akışına kendini kaptırmanın simgesi. Yokuş aşağı koşmak, bilinmeze doğru yapılan heyecan dolu bir yolculuktur; gençliğin korkusuzca süzülüşüdür. Bahçecik yokuşu, bu anlatıda bir geçiş kapısıdır; çocukluktan gençliğe, sınırlı bir dünyadan sınırsız hayallere doğru bir geçişin somut bir anlatısı. Sonuçta, Bahçeçik yokuşu, Affan Kitapçıoğlu Lisesi ve arkadaşlıklar birer anıya dönüşür yazarın anlatısında. Yokuşlar, birer arınma yolu olur; yokuş aşağı bırakılan yaşamlar, artık yetişkinliğin sorumluluklarıyla yüzleşir.
Kitabın odağındaki Sümela Manastırı, Maçka’nın Altındere Vadisi’nde, doğanın en sarp yerlerinden birine konumlanmış, bir tür ruhani taç gibi vadinin zirvesini süsler. Manastırın hikâyesi, iki rahip olan Barnabas ve Sophronios’un aynı rüyayı görerek uzun ve çileli bir yolculukla Trabzon’a gelmeleriyle başlıyor. Aziz Lukas’ın gösterdiği Kutsal Meryem Ana İkonu’nun izini süren rahipler, manastırın temellerini Karadağ’da atıyorlar. Doğanın zorlu koşullarına rağmen bu inanç abidesinin kurulması, azınlıkların tarih boyunca maruz kaldığı baskılara karşı gösterdikleri direncin bir simgesi gibi anlatılıyor. Manastırın her bir köşesi, içinde barındırdığı freskler ve mimarisiyle Hıristiyan inancının önemli bir yansıması olarak anlatılıyor. Yazar, manastırı ilk gördüğü lise yıllarından itibaren hayranlık, saygı ve merakla dolup taştığını, fakat daha sonraki ziyaretlerinde fresklerin tahrip edilmiş olduğunu görünce utanç duyduğunu ifade ediyor özellikle. İnsanın doğa ve tarihle kurduğu bağın, sorumluluk duygusunu da beraberinde getirdiğini; ancak bu bağın kimi zaman ihmal ve saygısızlıkla zedelenebileceğini acı bir şekilde dile getiriyor. Sümela Manastırı’nın coşkulu Meryem Ana Deresi ile iç içe geçmiş görüntüsü, doğanın ve tarihin nasıl iç içe var olabileceğini gösteriyor.
Arzu Alkan Ateş, Boztepe’yi hem bir mekân hem de bir duygu haritası olarak ele alıyor. Boztepe, sadece Trabzon’un fiziksel bir yüksekliği değil, aynı zamanda yazarın gençlik yıllarına ait anılarının da zirvesi olarak şekilleniyor kitapta. Bir yılan gibi kıvrılarak yükselen yollar, yaşamın belirsizliklerine ve beklenmedik sürprizlerine dair bir metafor oluşturuyor. Boztepe’ye çıkarken yaşanan heyecan, yazarın yaşamın kendisine duyduğu derin merak ve tutkunun yansıması gibidir. Boztepe, bir bakıma geçmişin, gençliğin ve dostluğun bir simgesi olarak karşımıza çıkıyor. Ateş, şehri ve Karadeniz’i seyrederken içindeki coşkuyu ve hayranlığı hissediyor, ancak bu manzara zamanla bir hüznü beraberinde getiriyor. Yıllar önce şehri seyretmek bir hayranlık uyandırırken, günümüzde kentsel değişimin bu manzarayı nasıl dönüştürdüğünü derin bir kayıp duygusuyla özdeşleştiriyor. Hatice, Emine, Meryem, Gül ve Nilgün ile yapılan akşam gezileri ve o kıvrımlı yollarda yaşanan her macera, o dönemdeki gençlik heyecanının, arkadaşlıkların ve yaşamın bilinmezliğine duyulan ilginin bir parçası olarak betimleniyor. Özellikle semaverde çay içme ritüeli, Boztepe’nin varlığını ve Trabzon’un samimi atmosferini özetleyen bir detaydır. Güneşin batışı ise, zamanı, değişimi ve kaçınılmaz sonları imliyor. Yazar, güneşin alfabesiyle yüzüne yazılan sözcüklerden söz ederek, Boztepe’de geçirdiği zamanların onun kişisel gelişimine olan katkısını anlatıyor aslında. Boztepe’den yürüyerek iniş, bir yolculuğun bitişi ve yeni bir aşamaya geçiş belki de…
Trabzon’un Ganita sahili, şehrin sosyal yaşamının önemli bir parçası. Yazar, Ganita’da yapılan sohbetleri, burada toplanan insanların edebiyata ve şehre dair konuşmalarını anlatırken, bu sahilin şehrin sosyal dokusunu nasıl şekillendirdiğini de gösterir adeta. Ganita, sadece denize açılan bir kapı değil, aynı zamanda şehrin insanlarını bir araya getiren bir mekândır nihayetinde. Ancak Ganita da zamanla değişip dönüşmüştür; denizin kenarında yükselen beton yapılar, sahilin doğal yapısını bozmuştur. Ateş, Ganita’daki bu değişimi hüzünle karşılar; çünkü sahilin bu dönüşümü, şehrin sosyal yaşamının da bir yansımasıdır. Şehirdeki her dönüşüm, insanların yaşamlarını da etkiler; Ganita’da yapılan sohbetler artık eskisi gibi değildir, çünkü şehir değişmiş, insanlar da değişmiştir.
Arzu Alkan Ateş, Trabzon’un Meydan Parkı’na nostaljik bir bakış sunarak, kentin geçmişteki atmosferini, sosyal yaşamını ve bugünkü değişimlerini etkileyici bir dille anlatıyor. Yazar, geçmişin sokaklarını adımlarken, insan ilişkilerinin doğallığını ve yavaşlığın o dönemdeki kıymetini vurguluyor. Meydan Parkı, şehrin kalbi olarak tasvir ediliyor; bir buluşma noktası, yarım kalmış yaşamların mekânı. Cep telefonlarının olmadığı o dönemlerde insanın gözlerini etraftan alamadığı ve yaşam çeşitliliğinin izlenecek en değerli manzara olduğu anlatılıyor. Çay masalarında oturan insanlar, eski dünyanın huzurunu ve dinginliğini yansıtıyor. Gelip geçenlerin her biri, yazarın gözünde bir hikâyenin parçası. Necip Fazıl’ın Trabzon’daki deneyimleri, Yeşil Yurt Oteli’nde geçirdiği zamanlar ve “Bu Yağmur” şiirini yazdığı o ıslak ruh hali, şehrin yağmurla bezeli doğasıdır aslında. Meydan Parkı’nın bugünkü hali, geçmişteki sakinliğini ve derinliğini kaybetmiş, süs havuzları ve plansız çevre düzenlemeleriyle yozlaşmış olarak betimleniyor yazarın kaleminde şimdi. Fakat her şeye rağmen, şehre canlılık katan sokak kemençecileri ve insanların hâlâ Meydan’da bir araya gelmesi, bu zenginliğin tamamen kaybolmadığına dair bir umut ışığı bırakıyor.
Arzu Alkan Ateş, Trabzon’un kalbinde yer alan Uzun Sokak’ı, kişisel hafızasında büyütülmüş bir simge olarak sunuyor okura. Bu sokak, sadece bir mekân değil, onun gençliğinin, anılarının ve Trabzon’a duyduğu aidiyetin aynasıdır. Aylaklık, bu sokakta adeta bir yaşam felsefesi haline gelmiştir, varoluşun derin sorgularına zemin hazırlayan bir eylem biçimi olarak karşımıza çıkar. Uzun Sokak’ta yürümek, yalnızca bir yolu katetmek değildir, aynı zamanda içsel bir yolculuğa çıkmak, geçmişle bugün arasında köprüler kurmaktır ona göre. Bu bağlamda, Trabzon simidi, lokantalar, kitabevleri, sinemalar ve arkadaş buluşmaları, yazarın gençliğinin izlerini taşıyan fotoğraflardır. Mekânların değişmesi, pidenin eski tadının bulunamaması, Ateş’in kişisel anılarına dokunan küçük hayal kırıklıklarıdır, ama bir taraftan da zamanın ve değişimin kaçınılmazlığına yapılan bir göndermedir. Bu nostalji, yazarın kişisel hafızasında yer eden bu sokakla olan duygusal bağı vurgular; sokak bir yandan somut bir yer, öte yandan imgesel bir evrendir…
Arzu Alkan Ateş’in “Yarım Hikâyeler Dükkânı Trabzon (Çömlekçi’den Ortahisar’a) kitabı, sadece bir şehrin anlatısı değil, aynı zamanda insan hafızasının, anıların ve kaybolan değerlerin bir yansıması. Kitap, imgelerle dolu bir dünya sunarak, okuru Trabzon’un sokaklarında, limanlarında ve evlerinde bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Bu yolculuk hem şehrin hem de insanın iç dünyasında derin izler bırakan bir anlatı. Bu anlatı aynı zamanda Trabzon’un bir zamanlar kültürel anlamda ne denli zengin olduğunu ve bu zenginliğin korunması gerektiğini vurgularken, günümüzde bu mirasın nasıl yok edildiğini de eleştiriyor fazlasıyla…