Sokağın Sesine Yürüyen Şair
Son iki şiir kitabınız; Dünyanın İlk Sabahı ve Atların Günü, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıktı. Bu kitapları ve öncesini konuşacağız ama biz öncelikle Ömer Turan’ın şiir yolculuğunu öğrenmek istiyoruz…
Şiir yolculuğumu üç bölüm üzerinden özetleyebilirim. Şiiri tanıma, şiire çalışma ve şiirlerimi yayımlama… Şiiri tanıma ile yayımlama arası oldukça uzun bir dönemi kapsar. Aşağı yukarı 20 yıl. Lise yıllarında bir heves olarak başlayan şiir yazma isteğim beni dergilere çabucak ürün gönderme yanılgısına sürükledi. Çünkü yazdıklarımın şiir olduğunu sanıyordum. Harçlığımdan biriktirerek aldığım o dönemin önemli dergileri, gönderdiklerimi çöp kutularına atıyordu. Hem üzülüyor hem de neden diye soruyordum kendime. Bu soru beni gerçek ve çağdaş şiirin neliğine kadar sürükledi. İşte o an, bugüne kadar gelecek olan yolculuğum başladı. O uzun yılları, ustaların şiirlerini çalışarak ve dünya şiirini anlayarak geçirdim. Olduğumu hissettiğim vakit, dergilere şiirler gönderdim ve peş peşe yayımlandıklarına tanık oldum. İlk kitabım Üryan ve İsyan 2008’de yayımlandı. 37 yaşındaydım…
Özellikle genç yaştaki şairler için iki yönlü etkisi vardır. Ya unutturur ya da geleceğe taşır. Ben oldum yanlışına düşüp de ne yazarsam artık şiirdir, dediği an -yani gençliğin hamurunda var olan doğal tepkiler baskın çıkarsa- elindekinden de olur, biriktirdiklerinden de. Geçmişe baktığımızda, bu gibi örneklerin sayısı azımsanmayacak kadar çok olduğunu görürüz. Oysa, metnine sesini imza olarak atmış, her bakımdan oturmuş ve şiirini sürekli olarak güncelleyen kaygılı şairler için ödüller; omuzlarına yüklenen bir sorumluluktur. Çıtayı hep yüksek tutma sorumluluğu… İleri yaş şairleri çok zor düşer ödüller çöplüğüne. Kaygılı, dedim; çünkü şiir için kaygı duymayan şair yazdıklarının da farkında değildir, gittiği yolun da. Sorunuzun ikinci bölümüne gelince; tarz, ses ya da öz farklılığı taşıyan ama iyi damardan beslenen bütün şiirler birbirinin akrabasıdır. Bu gerçeği ete kemiğe büründürürsem, şunu net olarak söyleyebilirim: Ceyhun Atuf Kansu’nun çocuk, doğa ve insan temaları benim şiirimle öz kardeştir neredeyse…
Atların Günü, söylem ve izlekler bakımından Dünyanın İlk Sabahı’ndaki çizginin devamı niteliğinde. Ama dil ve ses olarak farklılaşarak… Şiir, izlekleri belli olan bir yazın türü. Bir şair, aynı konuları yazıp ama kendine özgülüğü hiç bozmadan farklı bir sesle nasıl kurar şiirini tekrar? Yani siz nasıl kurdunuz Ömer Turan şiirini?
Dediğiniz çok doğru, Atların Günü bir öncekinin devamı. Anlatacaklarınız bitmiyorsa devamını getirmek zorunda kalıyorsunuz. İçiniz rahat değildir hâlâ. Dünyanın İlk Sabahı, toplumsal hareketliliğin yoğun olduğu (Gezi ve sonrası) bir süreçte yazıldı. Sokaktaki o dil, şiirlerime de coşkun bir söylemle girdi. Asla slogan atmadan ama… Atların Günü ise; toplumun susturulduğu, baskının ve zulmün insan ruhuna şiddetli/sessizce egemen olduğu dönemde şiirleşti. Sessiz, dingin ama duyarlılık anlamında daha zengin bir dil kurmaya itti beni. Tarzımdan ve estetik bilincimden uzaklaşmadan zamanın hissettirdiğine uygun ördüm şiirimi. Sokaktan ses gelmiyordu ama gazete sayfaları sessiz sessiz haykırıyordu her şeyi…
Şiirinizin ilgi görmesinin nedenlerinden biri de hayatta bir karşılığının mutlaka olması, düşsel bile olsa. Bu zordur aslında. Güncel olanın tuzağına düşmeden damıtıyorsunuz şiirlerinizi hayattan. Yerelden evrensele yürürken yeni bir şey söylemek/bulmak zor olsa gerek bu “uzun, ince” şiirsel yolculukta! Yanınıza imgelerden, dilin olanaklarından başka kılavuz alıyor musunuz bu yolculuğunuzda?
Estetik kaygı ve toplumsal duyarlıklarla yazdığınız şiirlerinizde kurduğunuz dilin okuyucunun belleğine sızıp kalmasını nasıl başarıyorsunuz? Ömer Turan şiiri ile yaşamı iç içe ilişkili bir birliktelik oluşturuyor diyebilir miyiz?
Ben öncelikle kendim için yazıyorum. Söylediklerim ve kurduğum dil eğer okuyucunun hem yüreğine hem zihnine sızıyorsa, demek ki onun önceliklerine, duyarlı algılarına, yaralarına, sızılarına, özüne ve sözüne seslenmişim. Son iki kitabın en büyük özelliği, politik şiirlerden oluşması. Bu şiirlerde, duygunun estetize edilmiş düşünceden sonra geldiği düşünüldüğünde okuyucunun da önceliğini ve görmek istediğini okumuş oluyoruz. Bu benim başarım değil; savaşları çıkaranların, çocukları ve kadınları öldürenlerin, eşitsizliği çoğaltan ve baskı/zulüm uygulayanların başarısı! Ben şiirimi üretirken sırça köşklerden bakarak değil; yanımda, yöremde bunlar yaşanırken… bazen de bunları ben, tam ortasında yaşarken… O açıdan şiirimi, yaşamla iç içe değil de yaşamla omuz omuza diye adlandırıyorum.
Günümüz şiirinin Türk şiiri içindeki yeri, Türk (ya da Türkçe) şiirinin de dünya şiiri içindeki yeri hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Dünya şiirindeki yeri hakkındaki sorunuz bir dosya konusu kadar uzun ve geniş araştırmalar sonucu elde edilecek verili anlatımlarla doyurucu bir cevaba ulaşır ancak. Ama şöyle bir genelleme yapsam yanlış olmaz sanırım: Gelir seviyesi yüksek ve gelecek kaygısı taşımayan coğrafyalarda yazılan şiir insana çok fazla dokunmuyor, başka hayaller peşinde çünkü. Ama bizim ve bize benzer acılı coğrafyaların hem şiiri hem de diğer sanatsal üretimleri çok canlı ve sahici. Günümüz şiiri, her şairin birer manifesto sahibi gibi davrandığı garip bir durumdan geçiyor sanki. Buna karşılık, genç şairlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde asla kıskançlık yok, aksine yardımlaşma, öğrenme ve geliştirme çabaları var. Bu şiirimizin geleceği için sevindirici…
(BirGün / 11.02.2020)