Hafızamızın derinliklerine gerçekleştirdiğimiz yolculuklar bizi ummadığımız hatıraların peşinden çocukluğumuzun, keşiflerimizin, ilk gençliğe adım attığımız zamanların saflığına, temizliğine, hamlığına, nahifliğine sürükler. Yaşadığımız en gülünç, utandıran anılar bir çorap söküğü gibi açılıverir. Bazen de ucu dehşete varabilen küçüklük korkularımızın üstü perdelenmiş sisli gölgelerini bugünün doğrularıyla kıyasladığımızda sonu gelmeyen tedirginliklerimizin ne kadar hafif, uçucu olduğu düşüncesiyle dolarız. Yeni açılan gözlerimizle kocaman dünyayı anlamaya çalışırken, ufkumuzun yarattığı simgesel dönüştürmeler; yetişkinlerin göremeyeceği kendi gerçeklik evrenini inşa eder, çocuk dünyasının içten yasalarını yazar. Tutulan günlükler, yazılan şiirler, yapılan resimler, biriktirilen eşyalar, doldurulan kasetler yıllar sonra karşımıza çıktığında duyacağımız sevinç-utanç karışımı duygu; dünyayla beraber değiştiğimizin; yetişkin olurken bütün saflığımızı geleceğe taşıyamadığımızın en büyük kanıtı oluverir.
Ayşegül Kocabıçak’ın “Run Gülüzar Run” isimli romanı, 2017 yılının Eylül ayında “hep kitap” tarafından yayımlandı. Romanın başkahramanı Gülüzar, çocukluğunu seksenler ve doksanlar Türkiye’sinde, Bursa’da, kenar mahallede geçiren bir karakter. Romanın zamanı, zamanın ruhu, merkeze alınan kişinin özelliklerinde kendini gösteriyor; öyle ki Gülüzar mağduriyetleri ve neşeyi bir arada yaşabiliyor. Bu noktada yazarın son zamanlarda herkesçe beğenilen, tutulan; yakın tarih ve nostalji güzellemesi yapma eğilimine yüz vermeden bir çocukluk hikayesi anlatmasının günümüz edebiyatında başlı başına bir değer taşıdığı kanısındayım. Benzer temaları işleyen diğer edebiyatçılarımızın da beğenilme kaygısı gütmeden, endüstriyel kültür tuzaklarına düşmeden hikâyelerini kurma cesareti göstermelerini okur olarak temenni ederim. Kitabı, sayıları son zamanlarda hızla artan “yetişkinlere çocuk öyküleri” kategorisinde değerlendirmek yerine kendi başına, özgün bir örnek olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Gülüzar’ın günlükleri yetişkinlerin ve gençlerin farklı çıkarımlarda bulunabileceği, ayrı tatlar keşfedebileceği bir roman sunuyor.
Anlatmanın ve ya göstermenin sonsuz yolu var. Ayşegül Kocabıçak, romanın önsözünde kurmaca karakter Gülüzar ile tanışıp görüştüğünü; karakterin kendisine günlüklerini getirip teslim ettiğini yazıyor. Bir diğer deyişle yazar, önsözünü de romanın bir parçası olarak kurguluyor. Diğer yandan kurmaca metnin içine yakın tarihimizde yaşanan önemli olaylar ekleniyor. “Sakallı Bebek Mi, O Ne?” isimli romanın ilk bölümü sakallı bir bebeğin doğumundan hemen sonra kıyameti haber vereceği inanışına gönderme yapıyor. Söz konusu günlüğün yazıldığı yıllarda dönemin bazı gazetelerinde gerçekten de böyle bir haber çıkmıştı. Popüler müzik grubu MFÖ’den Körfez Savaşı’na, Madımak Katliamı’ndan Uğur Mumcu Suikastı’na, “Riki Martin”den Mahallenin Muhtarları dizisine dönemin sosyal-siyasal-kültürel simgeleri Gülüzar’ın çocukluğunu, karakter gelişimini ağır şekilde etkiliyor. İlk kez sinemaya giden Gülüzar, beyaz perdede Forrest Gump filmi dönerken, meşhur “Run Forrest Run” sözlerinin peşi sıra ilk defa regl oluyor ve utançla tuvalete koşuyor. Metin nitelik mizah ve ironi unsurlarıyla sarmalanıyor. Gerçek dünyadan simgeler ile kurmaca metnin kişileri iç içe geçerek, sahici bir günce- roman ortaya çıkarıyor.
Roman, yapısı gereği diğer bütün yazı türlerini ve sanat dallarını içerebilir. Sinemanın, müziğin, dönemin alt kültürünün, yakın siyasal tarihin geniş yer bulduğu Run Gülüzar Run’da günlük türü yazı, metnin ana malzemesi oluyor. Bin dokuz yüz seksen yedi’den başlayarak on yıl boyunca kısa ve kesintili anlatımlarla ilerleyen günlükler biçime parçalı bir görünüm veriyor. Her bir küçük bölüm kendi başına ayrı birer öykü değeri taşımasına rağmen, tematik bütünlük ve karakter sürekliliği metne yekpare bir içerik kazandırıyor. Ana karakterden yalıtık bir yerde duran, olay örgüsüne uzak tanrı anlatıcı yerine; öznel bir ben dilinin kurulabilmesi, birinci tekil anlatıcının kendi izlenimini metne hakîm kılmasını sağlıyor. Gülüzar’ın hikâyesinde yazarın tercih ettiği yöntem –günce roman- anlatımın sade ve ekonomik bir boyuta indirgenebilmesini kolaylaştırırken, ben dilinin önünde büyük bir özgürlükler alanı açıyor.
Bursa’da işçi olarak çalışan baba, evden tekstil fabrikasına parça başı iş yapan anne, dini inancını yobazlığa vardıran babaanne ve erkekliğiyle evdekilerin göz bebeği olan küçük kardeşten oluşan Balkan göçmeni bir ailenin gamlı kızı Gülüzar’ın benliğini, kadınlığını, ezilmişliğini keşfetme hikâyesine; çocuk duyarlılığına en yakın yerden, özel günlüklerden bakıyoruz.
Sorularla devam edelim: Şans eseri elimize geçen başkasına ait bir günlüğü okumalı mıyız, yoksa sayfalarını aralamadan bulduğumuz yerde bırakmalı mıyız? Hangisi daha etik olurdu? Başkalarının sırla dolu özel yaşamlarını öğrenmenin verdiği gizemli, ürpertici keşif duygusu mu ya da ahlaklı davranmak ve uzunca bir süre merak içinde kıvranmak mı? Afacanlık mı saflık mı? Sizce hangisi?
Günümüz edebiyatında; erkek çocukların dilinden yazılan, ağrılı ve acıklı anlatılar çokça beğeni toplayan metinlerden oluyor. Genellikle bu hikâyelerde kullanılan argo, küfür ve sokak jargonu, çocukların kuramayacakları, yapay bir üst dil yaratıyor. Büyüme sancıları taşıyan anlatıcı- karakter erkek çocukların merkeze yerleştirildiği, her köşesi buram buram eril dil kokan öykü ve romanların çokluğuna rağmen genç kadın duyarlılığı taşıyan böylesi örnek metinlerin artması umudu ve iyimserliğiyle…
Ömürcan Bozali