Adem, başının ne zamandan beri döndüğünü bilmiyordu. Bacakları uzun süre güçlü sarsıntılara maruz kalmış gibi yorgun düşmüştü. Sabahtan beri bir şey yemediği için midesi de bulanıyordu. Baş dönmesine eşlik eden bu bulantı ona hasta olduğu düşüncesini veriyordu. Adem, bu düşünceden kurtulabilmek için alnında biriken teri elinin tersiyle sildi. Karavana geçip biraz dinlense fena olmazdı. Elinde bir bardak çayla önünde bekleyen genç kızı yeni fark edebilmişti. Şaşkın bakışlar altında olduğunu hissediyordu, çayı bir dikişte içti. Biri gelip yanında bekleyen yaşlı kadının makyajını tazeledi. Kimdi bu kadın? Acayip bir kıyafet giyinmişti. Ellerini karnı üzerinde birleştirmiş, parmaklarını iç içe geçirerek durmuş, gözlerini biraz kısmış, başını arada bir geriye doğru atarak yüzündeki makyajın tamamlanmasını bekliyordu. Bu haliyle okşanırken mırıltılar çıkaran bir kediyi andırıyordu. Ya bu kendi üstündekiler? Ona mı aitlerdi? Adem hep böyle zevksiz mi giyinirdi? Bu sırada bir el Adem’in yüzünde gezindi. Elin tuttuğu pamuk mendilde kendi adı yazılıydı. Akşam olmak üzereydi; Adem, günün bir an önce bitmesini istiyordu. Üç, iki, bir, ekşın! Adem’in gözleri kamaştı.
“Canım oğlum, ne iyi ettin de geldin; ben de uzun zamandır senin yolunu gözlüyordum. İyi haberlerini bekliyordum.”
…
“Kestik.”
…
“Adem Bey, iyi misiniz? Az önce sendelediniz. Tansiyonunuz düştü sanırım. Az kalsın yere yığılıyordunuz. Sorun yok, değil mi?”
Şimdi de tanımadığı başka bir yüz kendisiyle konuşuyordu. Ne oluyordu, neredeydi? Oturduğu yerden yüzüne soğuk soğuk vuran pervane, Adem’in içini dışına çıkarmıştı. Adem iyice acıktığını fark etti. Eline daha önce tutuşturulmuş bardaktaki tuzlu ayrandan bir yudum aldı. Yutkundu. İlk kez konuştu.
“İyiyim.”
“Şu son sahneyi de bitirelim, bugün artık paydos edeceğiz.”
Aralıklı bir şekilde konuştu.
“Olur tabi… Bitirelim.”
…
Arka koltuğuna yayıldığı arabanın altında yer hareket ediyormuş gibi hissetti. Bu durumu da baş dönmesi ve mide bulantısına yordu. Gözlerini kapadı.
“İyi akşamlar Adem Bey, benden bir isteğiniz var mı?”
…
“Adem Bey?”
…
“O zaman, sizi sabah 7’de alırım.”
“Eh, evet sabah 7’de…”
Avucunda hissettiği soğukluğu bir de gözleriyle görmek için başını aşağı eğdi. Bu anahtarlar kendisinin miydi? Peki, ama hangisi önünde durduğu kapıyı açıyordu. Adem, mantık yürüttü. Evlerin kapılarını büyük anahtarlar açar. Küçük anahtarlar, bahçe kapılarını açar. Bahçe kapıları genellikle açılıp kapanmaz. Onun yerine uzaktan kumandayla araç kapısı açılır. Araç kapısı açılırken hemen girişte sarı bir çakar ışığı yanıp söner. Sonra araba içeri girer ve Adem’i evin kapısının önünde bırakır. Adem, avucunun içinde tuttuğu bir deste anahtardan en büyüğünü kilide sokmayı denerken kapı birden açıldı. Adem çok korktu, elleriyle yüzünü kapatıp istemsizce geriledi. Karşısında duran küçük kız “baba” diye bağırıp Adem’in bacaklarına sarıldı. Daha ne olduğunu anlayamadan kızın kolundan tutup çekeleyen yarım bir kadın gördü. Diğer yarısı kapının arkasında kalıyordu. Yarım kadın, kapının arkasından konuştu.
“Ne işin var burada senin? Hani birkaç gün yazlıkta kalacaktın?”
“Özür dilerim, son günlerde kendimi yorgun ve hasta hissediyordum. Artık bir şeyim kalmadı. Sanırım haddinden fazla çalıştım. Biraz dinlenmeyi düşünüyorum, tabi kararımı vermeden önce sana danışmak isterim.”
Adem, sezgilerine güvenmekle haklı çıktı. Kadının gergin yüz hatları yumuşadı; gözlerinde, alnında ve dudaklarının kenarında biriken çizgiler yok olmaya başladı. Adem, kendini sezgilerinin kontrolüne bırakmanın doğru olacağını düşündü. Fazla hesap yapmamalıydı. Bir sonraki adımı tahmin etmemeliydi. Doğaçlamalıydı. Öğrencilik yıllarında etrafında bulunan herkes Adem’in doğaçlama yeteneğini takdir ederdi. Adem ise bu takdir ve övgülere pek kulak asmazdı. Rolünü noktasından virgülüne ezberlemenin, bir tirad atarken sonraki sahnede nasıl bayılması, nasıl gülümsemesi, nasıl kendini yerden yere vurması, nasıl doğal davranması gerektiğinin hesaplarını yapardı. Adem, hayatı boyunca bir sonraki sahne için yaşamıştı. Tarih şimdi ona arkadaşlarının haklılığını ispat ediyordu. Çünkü ezberi bozulmuştu ve suflör ortalarda değildi.
Yatakta sessiz bir şekilde uzanırken az önce yaşadığı şeylerin şokunu atlatmaya çalışıyordu. Tanımadığı, ismini bile bilmediği bir kadınla birlikte olmayalı yıllar geçmişti herhalde. Bu; Adem için tarifi zor, iyi-kötü her yönüyle ilginç bir deneyim olmuştu. Şimdi yanında düzgün nefesler alıp vererek uyuyan kadınsa Adem’in alnına düşen perçemleri düzeltmiş, burnuna küçük bir öpücük kondurup gülümsemişti. Demek ki Adem hala doğaçlayabiliyordu, dizi ve reklam sektörü onun oyunculuğunu yok edememişti. Demek ki davranışlar üzerinde söz sahibi, yaralı bir bilinç yerine ihtiyaç anında sığınılacak içgüdüler insanlara daha faydalı olabiliyordu.
O sesleri ilk ne zaman duyduğunu hatırlamaya çalıştı. Fakat ne kadar zorlarsa zorlasın bir türlü odaklanamıyor, büyülenmesine neden olan o sihirli sözlerin ilk sahibini hafızasında bulup çıkaramıyordu. Bezginlikle gece lambasını kapattı. Şimdi oda siyah beyaza kesmişti. Karanlığa gömülen eşyalar ve dışardaki ışıkların zayıf aydınlığını yansıtan duvarlar… Adem; el işçiliği, pahalı mobilyaların içinde vernik izinden olma canavarlar görüyordu. Bir an önce güneş doğsa belki biraz rahatlayabilecekti. Gözleri karanlığa alışınca Adem, bu loşluğa bazı anlamlar yüklemeye başladı. Hafızası harekete geçti ve eşyaların içine hapsolmuş ucube canavarlar, Adem’e duyduklarıyla ilgili bir şeyler çağrıştırmaya başladı.
Geçen ay belgesel çekimleri için gittikleri tarih öncesi döneme ait o mağarada üşütmüştü. Fakat üzerinden haftalar geçmesine rağmen önemsiz hastalığı düzelmemiş, aksine her geçen gün büyümeye devam etmişti. Bu mağara, kentin altındaki ilk yerleşim yerlerinden biri sayılıyordu. Binlerce yıl önce henüz kent yokken, bu sulak alanı ilk keşfeden insanlar mağarayı barınmak için kullanmışlardı. Kazı çalışmaları farklı noktalarda devam ediyordu. Araştırmacılar şu an belgesele konu olan mağaranın bir buz dağı tepesi olduğunu iddia ediyor, titiz çalışmalar sonucu kentin yerleşim tarihinin bilinenden çok daha ötelere kadar dayandırılabileceğinin altını çiziyorlardı. Her konuda bir başlangıç arama merakı sonucunda insanoğlu kesin olduğuna inandığı bilgilere, ufkunu hiç de zorlamadan, sarılabiliyor diye düşünmüştü o gün Adem. Kim bilir, belki yapılacak yeni araştırmalar şu an içinde bulunduğu bu gizemli mağaranın insanlık tarihinde bir önceki günü ifade ettiğini ortaya koyacaktı. Başlangıç olarak tarif edilen bu mekân, gökdelenlere geçişten önceki bir ara basamaktı mutlaka. Bildiğimiz başlangıcın da bir öncesi vardı.
Adem yatakta bir an durdu, kendine geldi. O gün kamera karşısında sarf ettiği bu sözler sadece mağara için mi geçerliydi? Yoksa duyduğu seslere milat belirleme ihtiyacı da Adem’e düşen bir yanılgı mıydı? Adem’in duydukları mağaranın çok daha ötesine, belki annesinin rahminde hayat bulduğu zamana dayanmaktaydı? Belki de rahim ve hayatın bile öncesine? Gerim gerim gerilmiş, vücudu kaskatı olmuştu. Düşünmek istemiyor, fakat kendine engel olamıyordu. Kalkıp yavaş adımlarla mutfağa yürüdü. Bir bardak su alıp geri döndü. Oda hala sessiz ve uyku doluydu.
O gün, çekimlere mola verdiklerinde, merak duygusuna kapılmış; biraz gezmek istemişti. Set ekibinden uzaklaşıp mağaranın derinliklerini keşfe çıkmıştı. İlk adımlarını atarken arkasından onu takip eden gülüşmelerin verdiği güvenle etrafı seyretmişti. Gittikçe çoğalıp farklı şekiller alan sarkıt ve dikitlerin büyüsü onu daha içerilere çekmişti. Bu doğal şekilleri zihnindeki başka görüntülerle birleştirdiğinde bir yandan ürpermiş, bir yandan da ürpermenin yarattığı heyecanı benimseyerek yoluna devam etmişti. O gün sarkıt ve dikitlerde gördüğü biçimler, yatak odasında mobilyalardan dışarı çıkanlara benziyordu. Bunu şimdi fark ediyordu. Mağara artık ilerlenemeyecek kadar küçülüp daraldığında arkasında kalan gülüşmelerden çok uzaklaştığını ve tüm seslerin yok olduğunu korkuyla anlamıştı. Yaşadığı ilk his aslında oldukça yapmacıktı. Ucuz filmlerde sıkça karşılaşılan türdendi. Bir koşullanmaydı. Yaşanılan ilk küçük sarsıntıda henüz hiçbir çözüm yolu tüketilmeden hissedilen cinsten bir ürpertiydi yalnızca. Orada, dünyanın geriye kalan bütün ayrıntılarından çok uzakta bulunduğu o gizli yerde, ne zamandır böyle sessizlikle dolu bir an yaşamadığını düşünmüştü. Kulakları insan kalabalığının ve şehir yaşantısının gürültüsüne alışkın olduğu için bu sessizlik ona fazla gelmişti. Bir yandan da dış dünyanın bütün tasalarının aslında yapay ve küçücük birer ayrıntı olduğu duygusu… Dolayısıyla huzur…
“Mekândan bir parça bağımsızlaştık.”
“Evet, senaryoda da boşluklar var.”
Adem’in huzuru duyduğu bu seslerle bozulmuştu. Yerin metrelerce altında, mağaranın artık sürünmeye dahi devam edilemeyecek en derin ve dar boşluğunda duyduğu bu sesler Adem’in yüreğini kaldırmıştı. Adem, anlam veremedi. Dönüp arkasına baktığında hiç kimsenin orada bulunmadığını görmüştü. Bu sırada konuşmalar devam etmişti. Başka insanlar için hiçbir önem taşımayan sıradan konuşmalar… Artarak devam etmişti. Sözün sahibi sürekli değişiyordu. Bazen yaşlı bir adam, bazen küçük bir çocuk; buyurgan, sevgi dolu, inatçı, öfkeli, kırgın… Hissedilebilen her türden duyguyla yapılan her türden konuşma… Sürüp gitmişti. Konuşmalar değiştikçe anlam veremediği, isimlendiremediği, kaynağını tahmin edemediği türden gürültüler ve sesler de Adem’in kulağında yankılanmıştı. Adem, cesaretini toplayıp hiçliğe doğru seslendiğinde, orada olduğunu belirtip konuşmalara katılmaya çalıştığında kimse onu duymamış, dikkate almamıştı. Adem, çene kemikleri kırılmak üzereyken mağaradan dışarı çıktığında akşam olmak üzereydi. Set ekibi onu çok merak etmişti. Adem, duyduklarından kimseye bahsetmedi.
Bir ay önce gerçekleşen bu olaydan sonra Adem; tüm şatafatlı yaşamına, birikim ve deneyimlerine, konumu ve yaşına rağmen gözle görülür bir değişim sürecinin içine girmişti. Hastalandığını söylüyordu. Gerçekten üşütmüştü ve kendisini sürekli titrer buluyordu. Kıyafetlerindeki ve saçlarındaki nemin, ıslaklığın nedenini sorguladığı zamanlar oluyordu. Olayın yaşandığı gün konu üzerine düşünmeme kararı almış ve bu kararı asla uygulayamamıştı. Bir viyadüğün altındaki kaldırımda, asansörde, havalandırmalarda, sunuculuk yaptığı esnada elinde tuttuğu mikrofonun boşluklu yüzeyinde, duş başlığından su püskürten deliklerin içinde, egzos borularında, yüzüklerin halka içlerinde, montunun gizli cebinde, çakmakların ateş çıkan ağızlarında sesler duymaya başlamıştı Adem. Anne-oğlu, ağabey-kardeş, birkaç arkadaş, öğretmen-öğrenci, işçi-işveren bir sürü masumane konuşmanın yanında duymaması gereken birçok görüşmeyi de dinlemişti. Hafif veya ağır birçok suça şahitlik etmiş, ortak olmuştu. Kendini engelleyemiyor, kontrol edemiyordu. Yine de bilinci Adem’i terk etmiyor, ona doğru olduğunu söylediği bir yolu işaret ediyor, gösteriyordu. Adem; mesleğini yapıyor, oynuyordu. Taşıdığı yük ağırlaştığında baş dönmeleri artıyor, midesi alt üst oluyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Tüm bunlara rağmen Adem, zedelenmiş kontrolünü elden bırakmamaya gayret gösteriyordu. Bu zaman diliminde yaşadığı olaylara bir gerekçe hazırlaması onun bir nebze olsun rahatlamasını ve nefes almasını sağlayabilirdi. Hiçbir şey sebepsiz olamazdı. Her şeyin bir başlangıcı, sebebi, gerekçesi, teorisi olmalıydı. Adem, bu teoriyi bulmakta gecikmedi. Şehirde bazı mağaralar, bölümler, konumlar, eşyalar vardı. Bunlar şehre gelişigüzel dağılmış gözükse de aslında tıpkı matematiksel bir denklemin parçası gibi olmaları gerektiği yerde duruyorlardı. Bu mekânlar ve eşyalar bir telefon ahizesinin yaptığı gibi karşı taraftan sesleri topluyor, çekip kendi içine hapsediyorlardı. Seslerin sahipleri kimlerdi? Karşı taraf neresiydi? Adem bu soruya bir cevap bulamıyordu. Yaşadığı şehir, ülke, kıta, gezegen ve belki de…
Ağrılar içinde, yarı ayık uyandı. Saatin öğleden sonrayı göstermesi Adem’i şaşırttı. Etraf hala karanlık sayılırdı. Çocuk ve kadından eser yoktu. Çocuk belki okula gitmişti; kadın kim bilir neredeydi. Evde çıt çıkmıyordu. Aksi halde Adem duyardı. Pencereden dışarı baktı. Ne araba ne şoför vardı. Burnuna çürük kokusu geliyordu. Ev, kalmış çiğ yumurta gibi kokuyordu. Yine aynı öksürtücü nemi hissetti. Dün gece gördüğü kâbuslardan sonra biraz yürüyüş yapmak, temiz hava almak ona iyi gelecekti. Kapıdan dışarı çıktığında bahçedeki çimlerin uzunluğu dikkatini çekti. Düzenli olarak her ay biçilen çimler, rüzgârda salınan çayırlara dönmüştü. Yumurta kokusu peşini bırakacak gibi değildi. Baş dönmeleri zaman zaman şiddetini arttırsa da sahile kadar yürümeye kararlıydı. Yürüdü. Yürüdükçe karanlık yoğunlaştı. Attığı her adımla karanlığın merkezine doğru ilerliyor gibi hissediyordu. Ne oluyor? Etrafta kimse yok, sokaklar bomboş diye geçirdi içinden. Birazdan güneş tutulması olacağa benziyordu. Yolunu kaybettiğini fark etti. Avucunun içi gibi bildiği bu semtte yıllar sonra ilk kez kayboldu. Sokaklar, tabelalar, binalar… Hiç biri tanıdık değildi. Bunların hepsi sanki bir başka şehre aitti. Görme duyusu zayıflamıştı, aniden bastıran bu gece de neyin nesiydi? Bir adım önünü göremeyecek hale gelmişti. İnsanlar böyle mi körleşirdi? Adım adım. Ne zamandır duyduğu o nem ve koku artık Adem’i bayıltmak üzereydi. Hayır, rahatsız etmiyordu; bilakis Adem derin nefesler alarak kendini bu kokuyla doldurmaya çalışıyordu. Başını yumuşak ve tüylü bir cisme çarptı. Gözlerinden yardım alamıyordu, eliyle başını çarptığı cismi yoklamaya çalıştı. Dokundu, bir hayvan postunu andırıyordu. Ondan sıyrılıp yoluna devam etmek istedi. Eliyle bir perde aralarmışçasına postu kenara itmeye çalıştı. Her yer anında aydınlandı ve Adem dışarı çıktı. Aşağı düşmemek için sıkı tutundu. Daha önce hiç kalp krizi geçirmemişti ama demek böyle yaşanıyordu. Canı çıkacak gibiydi. Yaşadığı heyecan, bedenine sığmıyordu. Yumuşak sarımsı tüyler, ıslak bir köpek burnu, şişman bir yanak, iki üç tel bıyık görebildi yalnızca önünde. Geçen sonbahar bozkırda bir film çekmişlerdi, sarı tüyler Adem’e filmdeki bir sahneyi hatırlattı.
Daha önce dünyaya bir köpeğin kulağından bakmamıştı hiç. Gençten bir delikanlı köpeği çekiştirdi.
“Deli galiba.”