Okur-yazar kabul edildiğimiz ilk zamanlardan itibaren hemen hepimizin sıklıkla karşılaştığı bu soru, bir klişe olmasını da karşılaşma rutinimize borçlu… Sahi ya, şair burada ne anlatmak istedi?
Onaylanmak, hor görülmeden kendini ifade etmek, anlaşılmak, aşağılanma korkusu yaşamadan içini dökmek zamanımızın en önemli sosyal ihtiyaçları arasında yer alıyor. Bu dürtüleri karşılayabilme becerisinden ne kadar uzak kalırsak, ihtiyacımızın benliğimizde bıraktığı hasar o kadar büyüyor. Beğenilmek, takdir toplamak, somut başarılar elde etmek her birimizin özlemi… İçinde bulunduğumuz duygusal yoksunluk hissini bastırabilmek adına; yarına kalacağı meçhul, günübirlik zafer hikâyelerinin ardına sığınıyoruz. Yanlış anlaşılma korkusu, kötü intibah bırakma tedirginliği gibi sosyal fobiler, kendimize tuttuğumuz soyut bir aynada gördüklerimizden, çoğu yanılgı barındıran izlenimler edinmemize neden oluyor. Hazır, klişelere el atmışken değinmeden geçmeyelim “İnsan sosyal bir varlıktır.” Hayata dair irili ufaklı bütün mütevazı deneyimlerimiz, bizi yukarıdaki özlü sözün anlam bakımından hiçbir değer taşımadığı sonucuna getiriyor. İnsan sosyal bir varlık mıdır? Yoksa insan, parçalanmış benlik midir? Toplum içindeki birey, iş yerindeki birey, aile içindeki birey, tatil günlerinde birey ve kendiyle baş başa kalan bireyin üstleneceği çok farklı rolleri aynı anda taşımaya çalışan parçalanmış bir benlik… Hayatta kalabilmek için bulunduğu ortamın şartlarına ayak uydurmaya, uyum sağlamaya çalışan uyumsuz bireyin çok katmanlı benliği, onun bir sosyal varlık olduğuna mı işaret eder? Sanal uygulamalar üzerinden beğeni ve takdir toplamak bireyin onaylanma ihtiyacını karşıla-ma-yan en kolay yöntem haline geliyor. Gerçek hayat koşullarında çekingen, içine kapanık, mutsuz kişilerin anonim isimler kullanarak reddedilme korkusu yaşamadan içerik oluşturdukları bir multi- iletişimsizlik zamanından geçiyoruz, demek herhalde çok iddialı olur. Belki de her kuşak kendi dönemini böyle tanımlıyordu, kim bilir. Son on yılda günlük yaşantımızın çok önemli bir parçası haline gelen internet ve sosyal ağlar, yalnızlaşan, içe kapanan, tedirgin bireylerin gerçek hoyratlık âlemi karşısında hayata tutunabilmelerini sağlayan en yakın cankurtaran…
Şairin bir şey dediği yok, zavallı kendiyle konuşuyor işte. Anlatmak istese şiir yazmaz. Ya da bir ressamın tablosu onun gördüklerinin zihninde uyandırdığı bir imgeden ibaret.
Bu uzun girizgâhın ve eveleyip gevelemenin ardından hala yazıyı okuyan birileri olduğu umuduyla esas konuya gelelim. Ömer Turan’ın son şiir kitabı Atların Günü 2018’in Kasım ayında Yitik Ülke Yayınları’ndan çıktı. Sonda söyleyeceğimiz sözü de ortaya bırakalım; keşke daha çok okunsa. Keşke nitelikli kitapların daha çok okuru olsa, tiyatro salonları dolup taşsa, resim sergilerine ve sanat galerilerine girmek bir mesele haline gelse… Yine de dizenin kıymetini nicel verilere göre değerlendirme lüksüne sahip değiliz.
Atların Günü, Ömer Turan’ın dördüncü şiir kitabı… Özellikle Gezi Parkı sürecinden sonra memleketimizde yaşanan dönüşüm ve toplumun büründüğü ruh halinden etkilenen Dünyanın İlk Sabahı’ından sonraki ilk kitap… Ömer Turan 2015’in Kasım ayında çıkan Dünyanın İlk Sabahı ile birlikte yeni bir şiirsel söyleme erişmişti.
“sevgiden önce kötülüğü öğrenmiş/ana sıcağından önce korkuyu/ kapıların önünü ölüm biliyor/ yoldan geçen herkesi heyula/ yaşını silah gölgelerinde büyütüyor/ konuşmadan önce susmayı sökmüş/ koşmayı, yürümeden daha”
Gelecekte, 2000 sonrası şairleri tartışırken Ömer Turan’a da değinileceği ve çağdaşlarından ayrıcalıklı olarak bu toplumsal bellek okuması üzerinden değerlendirileceği aşikâr. Hoyratlığın, iletişimsizliğin bu derecede çoğaldığı böylesi bir zamana tanıklık eden şiirler günümüzden çok başka ele alınacaktır.
“ yağmur beklesin/ kuşlar gazeteler dur emri veren askerler beklesin/ böyle kör böyle güvenli böyle uçtan uca elveda/ ya da sokaklardan geçerken baktığımız/ pencereler beklesin karanlık, sonra zaman/ yaşamak için yıkımlar beklesin”
Sahi ya, şair burada ne anlatmak istedi?