İyimser bir gökyüzü altında
dünyanın bizimle ağlamasıdır
keder
Şükrü Erbaş
Yazıcıoğlu’nun ilginç başlıklı, Hep Sondan Başlar (İletişim Yayınları, İstanbul 2019) romanını burada öncelikle “varoluşsal-antropolojik” diyebileceğim bir bakış açısından okuyacağım. “İlginç” diyorum, çünkü bu başlık Türkçede az kullanılan (“Bir varmış bir yokmuş”, “Bekle gör” gibi) öznesiz-yüklemsiz, fakat çoğun derin, vurucu bir anlam taşıyan tümcelerden biri sayılabilir. O zaman ben de kitabın son bölümüne bir göz atarak başlıyorum.
İki anlama gelen “Geçmişle Konuşma” başlığından sonra, roman kahramanlarının birinin ağzından şu çarpıcı görüşe yer veriliyor: “Geçmiş ve tarih, ne kadar farklı kavramlar! Birbirinin yerine kullanıp dururuz. Tarihe atfettiklerimiz ve geçmişte affettiklerimiz. Tarihin nesnel yazılamadığı bir dünyada, güya öznel olan geçmiştir…” (s. 255). Tunç’un kaleminden çıkan bu sözler geçmişle tarihin karıştırılmaması uyarısını yapmanın da ötesinde, metnin kurgusuyla da ilgili önemli bir ipucu verir: Bu roman geçmişin dedikodusunu yapmayacak, ama bize romanın baş kahramanı olan Ece’den (bireysel tarihinden, “öz yaşamöyküsünden”) kesitler verecektir. Yaşamöyküsü ise tarihin bir parçasıdır (belki bir “yedek parçası”). Tarih gibi, yaşamöyküsü ve onunla iç içe geçen roman da “sondan” yazılır. Bunun Ece için ayrıca yaşamsal önemi vardır: “Geçmişte olanı geçmişte bırakmak düşüncesi benim hep can simidim oldu… Nostaljinin bütün izlerini ve zehrini üzerimden silmeye çalıştıkça iyileştim.” (s. 290).
* * *
Romanın ana yapısı düz bir çizgide yürümüyor. Bunalım anlarında girdaplaşıyor. Yakın geçmiş ve beklenen ya da umulan gelecek, şimdisinin çevresinde çevrilmeye başlıyor. Fakat romanda sağlıklı bir gidiş de var: Anlatılan olaylar üzerinden tek tek kişilerin ayrı bakış açılarıyla birkaç kez geçilince, Çağdaş Roman’da modelini Aldous Huxley’in Ses Sese Karşı romanında bulan bu form dinamik bir helezona dönüşüyor.
Suat’ın Ece’yle ilişkisi de tam bu var ile yok arasında kalan durumda düğümlenir. Ece’nin kendisine yazdığı fakat uzun süre göndermeyi ertelediği mektuba Suat’ın yanıt olarak yazdığı (ve gönderdiği) mektup, bu ikisinin ilişkisindeki gizeme (onu çözmeden) tanıklık eder: “SEN BANA DENKTİN/Senin bana denk olman, eşeğin iki tarafını dengeleyen denk olmak gibi olabilirdi, ben seni görmeseydim. Ama işte dedim ya, o mezarın başında GÖRDÜM seni. Seni aslını, içini, her şeyini” (s. 251). Burada “denklik” aslında bir denklemdir ve çözülecektir: “Sen hep bana verdin payelerini aşkın ve güzel kelimelerinin. Oysa o aşkı da, aşkın o müthiş devinimlerini de yaratan sendin” (aynı yer). Daha ileride Ece de varoluşsal tavrını ortaya koyar: “Aşkım yok oldu diye kendi kendimi yok edecektim. Oysa o aşkı da yaratan bendim” (s. 290). Bu saptamayla birlikte Ece’nin o kaçak (tarihsiz ve talihsiz) sıçramalarının, atlayarak acele, sondan, varılacak en son noktadan başlamalarının, bütün bu acilci “kısa devre”lerinin yerine başka birşeyin geçtiğini görüyoruz.
Tıpkı Ece gibi bizler de genel olarak tasarı ve amaçlarımızı dünyaya yansıtır ama dünyanın onlara istemediğimiz biçimler vermesini kabul etmeyiz. Oysa kabul etmeliyiz: Ece’nin Tunç’a da anladığı gibi, asıl “sıçrama” doğru ve derin anlamıyla kaçmak değil, kabul etmektir. “Geçmişle konuşmak istemiyorum, bir yandan da geçmiş olmazsa hikâyelerimiz yarım kalır, biliyorum” (s. 287). “Neticede sana anlatamayacağım hiçbir anım ve ânım yok” (s. 277). Çünkü o amaç nasıl “benim” ise onun fırlatılmışlığı da “ben”-im (her iki anlamda). Çünkü biz dünyada varız. Ece aşklarını kendisi yarattı, sadece bunu gördüğü takdirde (aşk kuyularının birinden çıkıp ötekine düşmek yerine) hayatında bir gelişme olacak. Bunu başarmanın yolu da öz yaşamöyküsünü ya da yaşamöyküsüne dayalı romanını yazmasından geçiyor. Çünkü umutsuz kaçışların tekrarından (Suat, Julien, hatta Timur) kurtulmak için tekrarı olmayan bir şeye gereksinim var: O da baştan sona biricik ve kişiye özgü olan yaşamöyküsü olabilir.
Şu güzel, fakat garip ve buruk benzetme romanı çerçeveliyor, hem de belirttiği yerde yeniden başlatıyor: Yaşam yol almakta olan bir trene benzer; trenin daima başka yolcular olan ve başka olayların geçtiği kompartımanları, yaşamın birbirinden ayrı aşamaları gibidir. Romancı trenin son durağına gidedursun, onun içinde –ne kadar aykırı gözükse de– bir kompartımandan ötekine yürüyen ve izlenimlerini toplayan kişi odur; “Yalnız tren sürekli hareket ediyor, raylardan kayarken ayakta durmak güç. Hele bir kompartımandan diğerine geçmek daha da güç.” (s. 266-277); “…başka olayları anlatmadan, diğer bir kompartımana geçemiyorum… Münferit olay diye bir şey yoktur” (s. 280-1); “Geçmişle başa çıkanlar, trende hem oturup hem de yürüyebilenler olsa gerek” (s. 290).
∗ ∗ ∗
“Individuum” (Lat.), yani birey, sözcük anlamıyla “bölünmez” demek. Birey ise kişinin toplum (ya da dünya) ile kaçınılmaz olarak içine düştüğü bölünmeyi hayırlama ve reddetmesiyle, dünyayı kendisinin dünyası yapma çabasıyla ortaya çıkar. Kahramanlarının bütün çarpıklık ve ters düşmelerinin derininde yine bir kişi ve birey olduklarını ancak özgün bir romancı gösterebilir. Taçlı Yazıcıoğlu da bunu yapıyor.
Bu yazı daha önce 16 Ocak 2020 Cumhuriyet Kitap Dergisinde yayımlanmıştır.