Başlığa bakıp uzun uzun düşündüm.
Beni Trabzon’dan koparan şey neydi diye…
Bunun siyasal bir karşılığı var, ancak daha derinlerde kendimle ilgili hesaplaşma bağlamında Trabzon’un kültürel ortamı bu konuda ipuçları veriyor.
*
Aydınlar bir araya geliyorlar, Kıyı adlı dergiyi çıkarıyorlar. Avukatı yargıcı gazetecisi el ele veriyor. Aralarında elbette siyasal yaklaşım farkları var, ama hiç kimse kimseyi “iyi saatte olsunlar”a şikayet etmiyorlar.
O kadronun içinde Ahmet Selim Teymur var etliye sütlüye karışmaz.
O kadronun içinde Adnan Topsakal var aynı tandansta. Subutay Karahasanoğlu var, devrimlere bağlı bir avukat… Attila Aşut var, solcu ama edebiyat için çırpınan bir yürek…
Ziyad Nemli var, henüz bağnaz sağcı olmamış…
Ayrıca gazeteler istisnasız her gün tam sayfa sanatla doluydu. Gazetelerin başında sanattan anlayan, estetiğe yakın duran kimseler vardı.
Biz bir avuç o dönemin liseli gençleri harı harıl şiir yayınlardık bu gazetelerde. Ertan Tokinan, Yaşar Nuri Öztürk ilk aklıma gelenler…
Öte yandan gazeteler ararsında tatlı-tuzlu hoş polemikler yapılırdı. Biri “refikimiz” der, öteki ona “varakpare” derdi.
Hizmet, Sonhaber, İleri önde gelen gazeteler arasındaydı.
Eğitim kurumları, özellikle Lise ve Öğretmen Okulu İstanbul sanat ortamıyla boy ölçüşecek sanat dergileri çıkarırlardı.
Yalı ve Çakıl buna örnektir.
Yalı’da Necdet Ergüney, ben, Ömer Faruk Kabadayı önde gelen imzalardık.
Çakıl’da Raif Özben, Remzi Keskin, Ömer Sulukan, Nuri Aksakal şiir ve yazılarıyla dikkati çekiyordu.
Devrim Ocağı adlı yıllık derginin yazarlarından birisi de Trabzon Valisiydi. Ömer Güner de burada yazıyordu.
Yani devlet ve eğitim kurumları sanata sahip çıkıyorlardı.
Yineleyelim, Kıyı’nın bir yazarı yargıçtı. Yineleyelim Haluk Ongan, kendi zenginliğiyle gününü gün edecek yerde fotoğrafçılık ve tiyatroyu gündeme getiriyordu.
Şimdi olsa böyle insanlara ya deli derler ya da siyasal çıkarcı derler.
*
1960’ların özgürlük ortamında dünya edebiyatının çağdaş örnekleri dilimize kazandırılmaya başlandı. Bunda 1961 Anayasası’nın payı azımsanmayacak denli büyüktür.
Bu dönemde Batı’da yayınından 10 yıl geçtikten sonra hiçbir telif ödenmeden tüm eserler serbestçe çevrilebiliyordu. Sarte, Camus, Kafka, Joyce, Faulkner gibi yazarlar su gibi Türkçeleştiriliyordu.
Sartre’dan Hürriyetin Yolları, Camus’den Yabancı, Kafka’dan Değişim başucu yapıtlarımız olmuştu. Çağdaş aydınlanmanın, uyanışın simgeleri gibiydi bu eserler. Dış güçler bu uyanışı çekemiyorlardı. Uyanık bir gençlik, uyanık bir halk kendi emperyalist emellerine engel olacaktı… Tıpkı Bolivya’da, Arjantin’de, Şili’de, Vietnam’da, Kongo’da olduğu gibi…
Elbette Marksist literatür de aynı hızla kitapçı raflarında yer alıyordu.
Bu yayın zenginliğinin üstüne bir de 1968 öğrenci başkaldırı hareketi gelince siyasal iktidarlar rahatsız oldular.
Öğrenciler arasında gruplaşmalar oldu. Kimisi silahlı mücadele yöntemlerine kayıyordu. İşte bu fırsatta bu öğrencilerin karşısına silahlı sağcı zorbalar çıkarıldı.
Üniversitedeki solcu öğrenciler kampüse sıkışıp kaldılar. Kente gelemez oldular. Biz kent solcuları ise gece evimize dönemez olduk. Polis gözetiminde solcu avı başlatıldı.
*
Böyle bir ortamda Trabzon’un atmosferi soluk alınamaz bir hale geldi.
Kalıp direnmek, bir kör kurşunun hedefi olmak demekti.
Oysa biz siyasal tavır alışlarımızı edebiyatı güzellikleriyle bezemek isteyen bir kuşaktık.
Bu kuşağın ana hedefinin halkın mutluluğu olduğu anlaşılamadı, anlaşılmak istenmedi. Çünkü Türkiye “yumuşak karın”dı. Dış güçler bunu dikte etmişlerdi NATO kanalıyla.
Kucakta oturmayı alışkanlık edinenler, “Amerika’nın kucağından kalkalım da Rusya’nın kucağına mı oturalım? diyorlardı.
Soğuk savaş bütün hızıyla Türkiye’nin dört bir yanında esiyordu.
Bağımsız dış politika isteyen bir avuç gençtik. Hiçbir gücümüz yoktu. Provokasyonlara karşı da uyanık olamıyorduk. Halk da bizi anlamakta güçlük çekiyordu. Çünkü varolan alışkanlıklar, geleneksel değerler gizli servisler tarafından sürekli gündeme taşınıyordu.
Böylelikle 12 Mart da yetmedi dış güçlere, adam asmalar da… 12 Eylül’lerle çözmeye çalıştılar. Yine adam astılar. Bugün demokrasi havarisi kesilen Avrupa, ABD o günlerde neden cuntalara karşı çıkmayıp onayladılar.
İşte bu soruların yanıtlarını doğru verebilirsek benim neden Trabzon’dan ayrılmak zorunda kaldığım anlaşılır.
Çünkü ben Ankara’da Hukuk Fakültesi’ni bırakıp kendi kentime gelmiş ve KTÜ Jeoloji’ye kaydımı yaptırmıştım.
Ama onlar soluk aldırmamakta kararlıydılar.
12 Mart’ta tüm kitaplarım evden toplanıp götürüldü. 12 Eylül’de de öyle.
Ne kitabı? İnsanları akıbeti bile bilinemedi o dönemde…
Bunun suçunu salt askerlere atmak da doğru değil. Sağcı iktidarların, sağcı gençleri cinayete yönlendirenlerin, Temel Aydınoğlu’nu, Kahraman Ezber’i öldürenlerin hiç mi suçu yok!
Neden Trabzon’u terk ettim?
Kalsaydım acaba bunları yazabilecek miydim?