“ İlk kez orada bütünüyle senin oldu adın,
emin adımlarla yürüdün kendine,
suskunluğunun çanlarıydı özgürce çalınan,
yanına geldi kulak verdiklerin,
ölen, sana da sardı kollarını
ve üçünüz geçip gittiniz akşamın içinden.”
Paul Celan
O tanıdık sesi duyuyorum yine. Nerede olduğumu tam unutacakken bu sesle tekrar tekrar hatırlıyorum. Birkaç saniyelik cızırtının ardından, salgın hastalık gibi şehre yayılıyor. Cümleler değişse de sesin rengi hep aynı. Kalın ve tekdüze:
“Kayıp İlanı: Ulu Cami civarında bir miktar para kaybolmuştur. Bulanların insaniyet namına belediye ilan bürosuna müracaat etmeleri rica olunur.”
“Ne çok Ulu Cami var” diye söyleniyorum. Küçük, garip bir Anadolu şehrindeyim işte. Belki bir şehir bile değil; kendi kendine iliştirilmiş, sıkışmış, kasabadan bozma toprak parçası. Kuş uçmaz kervan geçmez derler ya hani. İçimi bir sıkıntı kaplıyor. Buranın bir zamanlar İpek Yolu üzerinde, kervanları ağırlayan bir yer olduğunu düşünüp teselli buluyorum.
İncecikten yağan kar altında yürüyorum. Şehri bıçak gibi ortadan ikiye bölen nehir ve nehrin bir yanında uzanan şehrin tek büyük caddesi, ihtiyar bir yüzde göze çarpan alın çizgilerine benziyor. Bir baştan öteki başa volta atılmaktan eskimiş kaldırım taşlarını sayıyorum. Birazdan alabora olacak gemi misali omuzlarını sallayan iki kişi geliyor karşımdan. Benden yana olan, koluma çarpıp yoluna devam ediyor. Sendeliyorum. Arkama dönüp bakmayı düşünsem de vazgeçiyorum. En son kaçıncı taşı saydığımı unutuyorum.
Aklımdan bunlar geçerken hoparlörlerden yükselen o cızırtı dolduruyor kulaklarımı. Birazdan duyacağım sese dikkat kesiliyorum.
“Ölüm İlanı: İlimiz Aşağı Kırzı Köyü’nden Sefer oğlu Hüseyin Kelikoğlu, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Merhumun cenazesi yarın öğle namazını müteakip köy camiinden kaldırılacak olup köy mezarlığına defnedilecektir. Bütün din kardeşlerimize, akraba ve dostlarına ilânen duyurulur.”
Her gün belki onlarca kez zamanı durduran bu sesin sahibi, belediye ilan memuru Nabi’den başkası değil. Ona bu ismi ben verdim. Nabi, kimileri için önemsiz, kimileri için oldukça önemli haberler veriyor, hatırlatıyor, bir anlık da olsa susturup dinletiyor. Sesini şehre damga gibi vurup adeta hükmediyor. Bu adamın sesinden kelimeler, tıpkı bu şehir gibi sert ve ağır ağır dökülüyor. O, ölüm ilanını ikinci kez okurken ben, zaten az olan şehrin nüfusunu hatırlamaya çalışıyorum. İhtimal, o sırada şehirde yeni doğan bir bebeği, onun da bir gün öleceğini, okunacak ölüm ilanını düşünüp az evvel öldüğünü öğrendiğim kişiye değil de dünyaya gözlerini henüz açmış o bebeğe üzülüyorum. “Nabi ne hissediyordur kim bilir”, diyorum. Belki de hiçbir şey hissetmeden önüne gelen kâğıtta yazılanları mikrofona okuyup arkasına yaslanıyor, çayını yudumluyordur. “Duygusuz herif” diye mırıldanıyorum.
Kar şiddetini arttırdıkça bıyıklarımın sertleştiğini hissediyorum. Eve gitmek istemiyorum. Ara sıra uğradığım handaki çay ocağına gidip biraz ısınmaya karar veriyorum. Çay ocağının kapısına yaklaşınca içerideki yaş ortalamasının yüksekliği ile küçülüp ufalanıyorum sanki. “Ne işim var benim burada” diyorum kendi kendime. Yine de buraya kadar gelmişken geri dönmek olmaz. Kapı tokmağına uzanmamla birlikte ıhlamur ve sigarayla karışık keskin koku vuruyor yüzüme. Selam verip cam kenarındaki masaya oturuyorum. İçeridekiler kısa bir müddet beni süzdükten sonra muhabbetlerine geri dönüyorlar. Bu kalabalık içinde yalnız kaldığıma sevinirken buharı tüten demliklerin ardından çaycı, “Otlu mu olsun?” diyor. Onlardan biri olduğumu ispat etmek ister gibi, “Otlu olsun” diyorum.
Çantamdan defter kalem çıkarıp masanın üzerine özenle koyarken gözüm karşı dükkânın kapısı üzerindeki yarısı kırılmış haç kabartmasına takılıyor. Şimdi depo olarak kullanılan bu dükkânda bir vakitler kimlerin çalıştığını, buralardan niçin gittiklerini düşünüp sıkılıyorum. Bu çay ocağına ne zaman gelsem hep aynı yere bakıp aynı şeye kederleniyorum. Çaycı, sağ elinde tuttuğu üç bardaktan en otlu olanını ve diğer elindeki küçük şeker kâsesini masaya bırakıp diğer masalara gidiyor. Çayın üzerinde yüzen otları kaşık yardımı ile alıp tabağa atıyorum. Hoparlörlerden bir ses geliyor ama içerideki gürültü yüzünden ne söylendiğini anlamak zor. Daha fazla dayanamayacağım. Defteri kalemi hızlıca çantama atıp çay tabağına da cebimdeki bozuklukları bırakıyorum. Yüzüme vuran soğukla çay ocağından çıkıyorum.
Nabi’yi kıskanıyorum, hatta ondan nefret ediyorum. Onun yüzünden aklımı yitireceğim belki de. Nabi bunların hiçbirini bilmiyor tabi. Fakat yüzünü hiç görmediğim bu adamın sesini duymak her defasında ıstırapların en büyüğü oluyor benim için. Nehir kenarına yürüyüp demir parmaklığa tutunuyorum yine.
Şehirden kaçıp giden suya uzun uzun imreniyorum. Burada akan tek şeyin su oluşuna içerliyorum. Bütün bunları suya anlatırken göz kapaklarım ağırlaşıyor. Dalmışım. Gözlerimi açıp duvardaki saate bakıyorum, mesai bitmek üzere. Belediye binasındaki odamda mikrofonun olduğu masada oturuyorum. Diğer memurlar çoktan gitmiş olmalı.
Elimdeki kalemi defterin arasına koyup hızlıca çantama atıyorum. Az evvel masama bırakılan duyuru için mikrofonun düğmesine basıyorum
Bayburt’un ilham verici bir özelliğinin de olduğunu öğrendik. Onur Bey çok kaleminize,yüreğinize sağlık beğenerek okudum. Çok uzaklardan memleketimi az da olsa yazınızla birilikte kısa süreliğine de olsa yaşamış oldum.