Melih Yıldız: Orhan Bahtiyar daha önceki romanlarında olduğu gibi ‘’Barut Kokulu Çiçekler’’de de pek bilinmeyen bir hikâyenin izini sürüyor. Kitabın ortaya çıkışındaki ilk kıvılcım neydi?
Orhan Bahtiyar: Kitabın hikâyesi kadar, bu hikâyenin bana geliş öyküsü de çok ilginç. Benim dedem Yunanistan muhaciridir. Vefat etmeden bir sene önce, sohbet esnasında bana kuzeninin 2.Dünya Savaşı’nda Yunan ordusunda nasıl savaştığını anlattı durdu. Bana çok inandırıcı gelmemişti açıkçası. Yaşlılıktan dolayı olayları karıştırdığını düşündüm rahmetlinin. Ama bir yandan da araştırmacı tarafım beni dürtüp durdu ve araştırmaya başladım. Dedemin anlattıklarının bire bir doğru olduğunu görünce nasıl şaşırdığımı anlatamam. Karşımda bir taraf için unutulmuş, diğer taraf için de unutturulmuş bir tarih, al yaz dercesine parıldıyordu. Ben de üzerime düşeni özenle ve keyifle yaptım. İki buçuk senelik zorlu bir çalışmanın ardından “Barut Kokulu Çiçekler” okuyucusuyla buluştu. Bu kitap bana dedemin gözlerini gözlerime kilitleyerek zihnime yazdığı bir vasiyetti aynı zamanda. Bu vasiyeti yerine getirmiş olmanın mutluluğu tarif edilecek gibi değil.
Melih Yıldız: Kitabın isim sürecinden ve kapağının hikâyesinden bahseder misiniz? Okuru kendine çeken bir isim ve kapak…
Orhan Bahtiyar: Kitabın ismi çıkış tarihinden iki hafta öncesine kadar Anatola’ydı. Ancak bu ismin kitabı rafta gören okuyucu için pek bir anlam ifade etmeyeceğini düşündük. Anatola ismi kitabı okuduktan sonra mana kazanıyordu. Kitabın ruhunu en iyi anlatacak isim Barut Kokulu Çiçekler olur dedik ve isim maceramız böyle sonlandı. Kitap yazmaktan daha zordur kitaba isim bulmak… Kapak meselesine gelince; kapak yeni çıkan bir kitabın vitrinidir. Bu sebeple kitap ilk çıktığında kapak, içeriğin dahi önüne geçer. Çok tanınan yazarlar isimlerini büyütürler kitapta. Tanınmayanlar da kapağın kompozisyonunu ön plana çıkartırlar. Barut Kokulu Çiçekler’in kapağı için çok çalıştık. Nihayetinde sevgili ağabeyim Can Ersal’ın bulduğu fotoğrafta karar kıldık. Onun estetik ve sanatsal zevkine çok güvenirim. Kitabın isim babası da odur.
Melih Yıldız: Roman, Yunanistan’ın bağımsızlık mücadelesini anlatıyor. Romanın içeriğini çok da detaya girmeden biraz yazarından dinleyebilir miyiz?
Orhan Bahtiyar: Romandaki en önemli karakter Albay Çekuras’ın kızı Anatola. Anatola Yunancada “Anadolu’dan gelen” demek. Savaşın kahramanları olmaz, kurbanları olur ve bu kurbanların çoğu da çocuklardır fikri üzerinden, asker bir babanın kızını savaştan çekip çıkartma çabası kitabın ana hikâyesi. Daha lirik bir söylemle; küçük bir kız çocuğu babasının, babası da Yunanistan’ın kaderini değiştiriyor, yanında savaşan 16.000 Trhürk ile birlikte… Kitap bir yandan da Türk, Rum ve Yunanların Yunanistan’ın bağımsızlığı için verdiği mücadeleyi gerçek olayları kurguyla besleyerek anlatıyor.
Melih Yıldız: Romanın başında yer alan karakterlerden General Karagunis’in savaş ortamında yanında savaşacak Türklere karşı bile nefrete varan duyguları olduğunu görüyoruz. Karagunis’in Türkler hakkındaki olumsuz düşünceleri Küçük Asya Felaketi’ne dayanıyor. Bize Küçük Asya Felaketini anlatır mısınız?
Orhan Bahtiyar: Yunanların Küçük Asya felaketi dedikleri bizim Kurtuluş Savaşımız. Yunan hükümeti “Anadolu’daki Yunanları kurtarma” bahanesiyle başlatıyor bu savaşı. Ancak Anadolu’nun içlerine girdikçe durumun böyle olmadığı, söylenildiği gibi Anadolu’da yüzbinlerce Yunanın yaşamadığı görülüyor. Yunan Komünist Partisi üyesi askerler de bu konuda büyük bir insiyatif alarak ordu içinde gerçek durumu anlatmak için dergi ve gazeteler basarak siperler arasında yayılmasını sağlıyor. Yunan ordusunda durum sorgulanmaya başlanıyor doğal olarak. Burada şunu anlamak lazım. Yunan Komünistlerin derdi, Yunanistan’ın savaşı kaybetmesi değil, iki tarafın da emperyalizmin oyununa gelmemesiydi. Bu yönde çalıştılar. Kısmen de başarılı oldular diyebiliriz.
Melih Yıldız: Barut Kokulu Çiçekler’de kurgu ve gerçeğin iç içe olduğunu görüyoruz. Roman, birçok araştırmanın ürünü, peki, romanın yazarı olarak kitabın içerisinde sizi en çok etkileyen olayı anlatır mısınız?
Orhan Bahtiyar: Romanın benim için en etkileyici bölümlerinden birisi, İtalyan askerlerin komutanların emrine uymayarak Hasan ve Pouiopoulos’a ateş etmemeleri… Pandelis Pouliopoulos kurşuna dizilmesi esnasında İtalyan idam mangasına son söz olarak öyle bir konuşma yapıyor ki, İtalyan askerleri emri reddederek tetik çekmiyorlar. İtalyan subay tabancasıyla vurarak öldürmek zorunda kalıyor Pouliopoulos’u.
Bu olay tamamen gerçek. Fakat yeri ve oluş şekli kurgusal. Pouliopoulos’un gencecik İtalyan askerlerine yaptığı konuşmanın orijinal metninin peşinden tam bir yıl koştum ama maalesef bulamadım. Ne söyledi de İtalyan askerleri bir subayın verdiği emri sorgulayıp reddettiler? Kitap, Yunancaya çevrilip basılırsa eğer, bu sorunun cevabını Yunanistan’da da arayacağım.
Melih Yıldız: Romanı uzun araştırmalar sonucunda okuyucular ile buluşturdunuz. Romanın ana karakterlerini Türkler oluşturunca Türkiye ile de bağlantısı olan olayları okuyoruz. Bize biraz da o yılların Türkiyesi’nden bahseder misiniz? Yunanistan bağımsızlık mücadelesi verirken, Türkiye’nin tutumu neydi?
Orhan Bahtiyar: 1940-1942 yılları arasında Yunanistan’da 200.000 kişi açlıktan ve hastalıktan ölmüştü. 2.Dünya Savaşı’nda Türkiye komşusu Yunanistan’a emekleme döneminde olan bir ülke olmasına rağmen, canla başla yardım etmiş. Gemiler dolusu insani yardım ve el altından İtalyanlara karşı kullanılmak üzere silah ve mühimmat dahi yollanmış. Ama bu yardımların en anlamlısı Yunan çocuklarını savaş bitene kadar Anadolu’da misafir etme teklifi olmuş. Teklif ilk başlarda kabul görse de araya kilisenin girmesiyle Yunan tarafı çocukları yollamaktan vazgeçmiş. Mesela Balta Limanı Kemik Hastanesi, Yunanistan’dan gelecek olan 1.000 çocuğu barındırmak için hazırlanmış. Ama o çocuklar oraya hiç ulaşamamışlar. Keşke gelebilselerdi. Şimdi Türk Yunan ilişkileri çok başka bir boyutta olurdu. Bir konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Evet, biz çok yardım etmişiz. Ama 1929 Erzincan depreminde Kurtuluş Savaşı’nın üzerinden sadece dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen Yunan halkı sadece Atina’da iki milyon drahmiye yakın para toplayıp depremzedelere göndermiş. Türkiye o dönem Yunanistan’ın toprak bütünlüğünün korunması yönünde çok sağlam bir politika izlemiş.
Melih Yıldız: Orhan Bahtiyar’ın bu kitapla ilgili bir hayali var. O hayalinizi okurlarımızla da paylaşır mısınız?
Orhan Bahtiyar: Evet, bu kitapla ilgili bir hayalim var. Kitap Yunancaya çevrildiğinde İpsala’da tam sınır çizgisi üzerine bir imza masası kurmak istiyorum. Yunan tarafında Türkçe, Türk tarafında Yunanca kitaplar olacak. Uzaktan biraz fantastik duruyor biliyorum ama eğer yapabilirsem, dünyanın en anlamlı imza günlerinden biri olacaktır.
Melih Yıldız: Peki, yeni bir romanın hazırlığı var mı? Biraz da yeni yol haritanızı sizden dinleyelim…
Orhan Bahtiyar: Yeni iki roman hazırlığı var. Yazım hayatımda bir ilki yaşıyorum. Aynı anda iki roman birden yazıyorum şu an. Neden diye sormayın zira olaylar benim kontrolüm dışında gelişti. İki hikâye de beni öylesine heyecanlandırdı ki, diğerini kenara koyamadım açıkçası. İlki ve bitmeye en yakın olanı Muhsin Ertuğrul’un hayatından bir kesit anlatıyor. Diğeri sürpriz olsun diyelim. Benim için zor ve stres yüklü bir süreç olacak. Ama altından kalkacağımı umuyorum.