Kurt Vonnegut’un Otomatik Piyano isimli distopik romanında şehrin fabrika kısmının yer aldığı, mühendislerin ve müdürlerin yaşadıkları bölümünün adı Ilium. Romandaki şehrin adının Ilium oluşu hakkında düşünmemiştim okurken, ismi önemsememiştim doğrusu. Ancak kitabı bitirdikten bir süre sonra okuduğum bir başka kitapta Ilium’un aynı zamanda Truva demek olduğunu okudum. Aslında İlyada destanının adının Ilion’dan geldiğini ve Ilion şehrine ait demek olduğunu biliyordum. Kısa bir araştırmayla Truva’nın arkaik adı olan Ilion’un Latince karşılığının Ilium olduğunu öğrendim. Otomatik Piyano’yu okurken Ilium’un, Ilion’un Latincesi olduğu aklımın ucundan dahi geçmemişti. Kitabı açıp kontrol ettim, evet yanlış hatırlamıyormuşum, kitaptaki şehrin adı da Ilium imiş. Bu sayede iki aydınlanmayı bir arada yaşadım. Bunun bir tesadüf olmadığı, Vonnegut’un Truva’ya atıfta bulunduğu açık.
Neden peki, ne anlamı var?
Ilium kitapta New York eyaletinde kurmaca bir kent olarak karşımıza çıkıyor. Üçüncü dünya savaşının ardından kurulan sistemde, şehirde sıradan halkın yaşadığı bölüme aradaki nehrin üzerinden geçen bir köprüyle bağlanan, otomasyon sistemiyle makinelerin ve robotların üretim yaptığı, insanların neredeyse tümüyle tasfiye edildiği, yalıtılmış, büyük bir fabrika yerleşkesi var. İnsan hatalarından arındırılmış, makinelerin şaşmaz bir düzenle işleyişi sayesinde, zaman tasarrufunun yapıldığı, verimliliğin artırıldığı üretim süreci sayesinde, birçok ürün ucuza, hızlıca ve çok miktarda üretilebiliyor ve mükemmel güvenlik paketi sayesinde maaşlarından kesilen parayla insanların ihtiyaçları karşılanıyor, yeni teknolojiye göre yaşam için gerekli eşyaları güncelleniyor. Net olarak insanların eline geçen az miktarda para ise sigara, eğlence ve makinelerin sağladığı basit lüksler için serbest harcamaya ayrılıyor. Fakat insanlar işlevsiz kalıyor ve elbette fabrikaların sahibi değiller. Fabrikalarda önce uzmanlaşma hat safhada artıyor ve sonra tümden ortadan kalkarak, tüm uzmanlıklar tek bir makinenin uzmanlığında yok oluyor, böylece teknolojinin yarattığı yeni uzmanlık alanları gelişiyor. IQ ve akademik derecesine göre sınıflanan insanlar, eğer mühendis veya müdür olamamışlarsa veya başka bir gelir kaynakları yoksa ya orduya girip asker oluyorlar ya da Yeniden İnşa ve Islah Kurumu’nun adamı olup, yani diğer deyişle Çürükler ve Iskartalar, yolları yamayan ve sıradan tamirat işlerini içeren basit işçilik yapıyorlar -ki bir insanın sınıflamasına ve ne yapacağına da bilgisayar karar veriyor. Bu sayede müreffeh bir toplum yaratıldığına inanan mühendis kesimi dışında kalan büyük bir kesim ise insanın elinden işinin alınması yanında bir işe yaradığı inancının da çalındığını düşünüyor ve bu hissiyat olmadan yaşamanın bir azaba dönüştüğünü düşünüyor. Romanda tarihsel süreçte sırasıyla kol gücünün yerini mekanik aletlere bırakması, kömürün, buharın, makinenin kullanımıyla üretime dair doğal sınırlılıkların ortadan kaldırılması, Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filminde olduğu gibi üretim bantlarında işçilerin sıkışıp kalması, kas gücüne gereksinimin azalmasıyla Marx’ın belirttiği gibi kadın ve çocukların üretim süreçlerine koşulması, makineleşmenin artması sonucu işsiz kalan işçilerin kapitaliste yönelmesi gereken öfkesini makinelere yönelerek makine kırıcılığa varması, günümüzde de olduğu gibi performans odaklı üretim anlayışına uygun insanlık dışı modelle işçilerin birbirleriyle yarıştırılması, rekabetin kızıştırılması, tuvalet molalarının bile dakikayla ölçülmesi (Latife Tekin Manves City adlı romanı bu hayat üzerine odaklanıyor) ve otomasyon sistemleri ile yeni uzmanlık alanlarının ortaya çıkması tamamlanmıştır. Ardından tüm bu süreçler geride bırakılmış, artık büyük oranda kendi denetim ve kontrolünü sağlayan, yapay zekayla işleri yürüten büyük sistemler ortaya çıkmış ve sonunda teknolojik atılımın toplumun gereksinimlerine cevap verdiği, az emekle makineler yoluyla bolca üretilen artı değerin halkla paylaşıldığı, böylece sınıf mücadelesinin de anlamsızlaştığı, bunun yanında düzenin devamını sağlayan ve belli başlı ayrıcalıkları elinde tutan mühendis ve müdürlerden oluşan bir elit kesimin ve üretim araçlarının sahibi olmayan, işe yaramayan ama ülke tarafından asgari ihtiyaçları karşılanan bir sınıfın oluştuğu bir dönem başlamıştır. Yani, yine Marx’ın Kapital’de belirttiği Çiçero zamanında yaşamış Yunan şairi Antipatros’un tahıl öğütmek için icat edilmiş olan su değirmenini, üretim işinde kullanılan bütün makinelerin bu ilk basit biçimini, kadın kölelerin kurtarıcısı ve altın çağın başlatıcısı olarak selamlayışı ve Aristo’nun “mekikler kendi kendine işleyip kumaş dokusalardı, ne ustaların çıraklara ne de efendilerin kölelere ihtiyacı olmayacağı” hayalinin düşünüldüğü gibi sonuç vermediği, “makinenin kapitalist biçimde kullanımının, bir yandan iş gününün ölçüsüz bir biçimde uzatılması” ve “artık işçi nüfusu meydana getirişi”, “emek-zamanı kısaltabilecek aracın, işçinin ve ailesinin ömrünü kapitalist tasarrufun altında emek-zamana dönüştüren, hiç şaşmaz bir araç haline gelmesi paradoksu” aşılmıştır. Ama yine de ters giden bir şey vardır. İnsanlar mutlu değildir.
Otomatik Piyano’da insanın başına ne gelmişse kendi doğasından uzaklaşması ve teknolojinin kölesi olarak konumlanışı ile gelmiştir fikri öne çıkıyor. Fakat teknolojinin ellerine kendimizi teslim edip edilgen hale düşmenin de kendi tercihimiz olduğu ve bundan yakınırken dahi teknolojiden uzaklaşmayı başaramadığımız, daha doğrusu uzaklaşmayı istemediğimiz de savunuluyor kitapta. O zaman Vonnegut’ın fabrika şehrin adını Ilium, yani Truva olarak belirlemesi, teknolojiyi hayatımıza bir Truva atı gibi soktuğumuza mı işaret ediyor? Durum Truva Atı hikayesine uyuyor aslında. Hatırlanacağı gibi tahta atı Akhalar Truva kenti surları önünde bırakıp geri çekildikleri izlenimi yaratırlar ve içinde savaşçıların dolu olduğu atı Truvalılar kendi elleriyle kentin içine sokarlar. Bunu yaparken de tahta atın Tanrıça Athena için yapılmış bir sunak olduğu yalanına inanırlar ve Athena’nın atı görüp onların yanında yer alacağını düşünürler. Dünyanın en meşhur hikayesinde olduğu gibi biz de teknolojiyi hayatımıza kendi isteğimizle sokuyoruz, belki de kendimizi zorunlu hissediyoruz buna ve lakin bu zorunluluğu yaratan da insanın ürünü olan teknoloji bağımlılığı yine. İnsan hayatını ve dünyayı belli başlı bir dertten kurtaran, yaşam kalitesini yükselten önemli buluşlar bir yana, kendi ellerimizle günlük hayatta yapabileceğimiz birçok basit işin bile teknoloji aracılığıyla yapılarak ortadan kaldırılması, ilk başta insana bolca boş zaman bahşedebileceği düşüncesiyle son derece mutlulukla kabul ediliyor. Radarlı ocağı, ultrasonik çamaşır ve bulaşık makinesini, ozon lambalı kurutma makinesini, ütü makinesini ve her türlü işi birkaç dakikada halleden aletleri evlerimize bile isteye kabul ediyoruz. Fakat sonunda romanda da olduğu gibi işimiz de dahil olmak üzere, birçok etkinlik alanımızı kaybediyoruz. Romanda sıradan bir evi dolaşan bir başka ülkeden gelen konuk şah, teknolojik cihazları, işlevlerini ve hızlarını görünce, neye yetişmek için bu kadar acele, insanların yapması gereken ne var ki bu işlerle zaman kaybetmemesi gerekir, diye soruyor. Ona mihmandarlık eden görevli ise “Yaşam!” diyor, “Hayatın tadını çıkarmak.” Peki nasıl? Televizyon var elbette. Sonuç, boş zamanımızı doldurma yolu olarak akşam boyunca son teknoloji televizyonlar karşısında oturup hımbıllaşmaktan başka bir yere çıkarmıyor insanları yine. Şu iki tespit insanların teknoloji karşısında vardığı noktayı özetliyor: “Şu anda sahip olduklarımızı elde etmek için bu insanların dünyadaki en önemli şeyini feda ettik; kendilerine ihtiyaç duyulması ve yararlı olma duygusunu, özsaygısının temel taşını aldık ellerinden.” ve “Asıl ellerinden alınan şey işin kendisi değildi, katılım duygusuydu, önem duygusuydu.” Vonnegut, suçu kendini bu duruma düşüren insanda buluyor. Truva Atı’nı kabul eden biziz sorgusuz sualsiz.
Romanın kahramanı Dr. Paul Proteus’a da bir parantez açmak gerekli. Ilium şehrinin Truva’yı temsil ettiğini anladığımda Proteus adı da anlam kazandı aslında. Proteus denizlerin tanrısı Poseidon ile Phenike’nin oğulları olan bir deniz tanrısı. Deniz ihtiyarı diye anılan Tanrı Poseidon’un fok balıklarına bekçilik eder, denize gireni çıkanı bilir ve geleceği gören bir kahindir. Homerous’un Odysseia destanında yer verdiği bir karakter. Truva dönüşü Menelaos Mısır’a varır, daha fazla ilerleyemez ve yolunu bağlayan şeyi öğrenmek üzere Proteus’a gönderilir. Proteus’un en önemli özelliği ise pusuya düşürülmeden konuşmamasıdır. Yakalandığında şekilden şekle girer, aslana, ejderhaya, domuza, parsa, ateşe, suya, ağaca dönüşür. Vonnegut kahramanına Proteus ismini mitolojik tanrının bu özelliklerini bilerek vermiş olmalı. Dr. Proteus, Ilium fabrikasının müdürü, ülkenin en önemli mühendislerinden biridir. Fakat rahat değildir, sistemin çelişkileri ona sürekli gelgitler yaşatmaktadır. Çürükler ve Iskartalar’ın yaşadığı, şehrin Yuva diye anılan bölümüne sık sık, külüstür arabasıyla gider. Bu bölgeye gelip gidişlerinde kravatını söker, üzerine bir mont giyer ve görünüşünü değiştirerek orada tanınmamak ve mühendislerden biri olduğunu gizlemek ister. Tanrı Proteus’un don değiştirmelerini hatırlatan bu değişimler, roman boyunca zihinsel dönüşüm sürecinin de gelişmesiyle şekle dayalı olmaktan çıkar ve isyancıların liderliğine kadar onu sürükleyecek olan bir büyük değişime doğru evrilir. Yine tıpkı Tanrı Proteus’un hikayesinde olduğu gibi bir pusu sonucu yakalandığında bu dönüşümün niteliğini tüm insanların duyabileceği şekilde ifade etmeye yani konuşmaya ve sistem eleştirisine başlar.
Kitabın sonlarına doğru, Dr. Paul Proteus, isyan şehri yakıp yıkmışken, bir grup isyancının yağma sırasında kırılıp bozulmuş bir içecek makinesini mutlulukla tamir edip sırayla içeceklerden içmelerini ve tadını çok beğendiklerini, içenin bir bardak daha doldurmak için sıranın arkasına geçtiğini gördüğünde, bu isyan tüm ülkede başarı kazansa dahi insanların aynı sonuca doğru ilerleme yoluna gireceklerini düşünüyor. Yani karşısında durup savaştıkları ve kırıp döktükleri makinelerin tahakkümü altına tekrar girecektir insanlık. İnsanlar bir kez daha Truva atını, yine bile isteye kabul edeceklerdir. Dr. Proteus, kadehini daha iyi bir dünyaya diye kaldırmışken başladığı sözünü tamamlayamıyor ve şimdiden aynı kâbusu yeniden yaratmaya heveslenen Ilium halkını düşününce, sözünü tarihin şerefine şeklinde değiştiriyor.
Burada bir önemli sonuç daha çıkarıyor Vonnegut; o da reformist bir anlayışla düzeni değiştirmek için işe yarayanları koruyup, yaramayanları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı. Teknolojinin yararlı olanını alıp zararlı olanını yok etmenin pratikte bir karşılığı ve olasılığı yok. Böyle bir eleme şansı daha ilk başta kendini geçersiz kılıyor. Limonun ekşisini yok edip limon yetiştiremeyiz. Bu bir nevi ilaç kullanımına benziyor diyebiliriz. İlacı kullanıyorsak yan etkilerini kabullenmek zorundayızdır. Bazen hastalık öyle sarar ki bitkiyi, hastalıklı dalları budamak işe yaramaz, kökten söküp atmak gerekir. Teknoloji ve makine kölesi haline gelmiş insanın da bu illetten kurtulabilmesi için iyisiyle kötüsüyle teknolojiden topyekûn kurtulması, bir kısmından kurtulmasına nazaran çok daha kolay ve inandırıcı olacaktır. Bu kurtuluş bilinçli bir şekilde gerçekleştirilebilir mi yoksa şartlar bunu zorunlu kılıp teknoloji kendi sonunu mu hazırlar bilinmez. Albert Einstein, Üçüncü Dünya Savaşı’nda kullanılacak silahları bilemem ama dördüncüsünde taş ve sopa kullanılacağı kesin, şeklindeki öngörüsüyle teknolojinin ortaya çıkardığı şartların bir şekilde kendi yıkımına da neden olacağını vurguluyor. Dr. Proteus mahkemedeki ifadesinde şöyle diyor: “İlk adım, makinelerin kapsamına bir sınır konulmasında Amerikalıların fikir birliğini sağlamak olacaktı.” Fakat hikâyenin sonunda gelinen aşamada bir aydınlanma yaşıyor ve bunun mümkün olmadığını görüyor: “Sıradan insanın her şeyi yerle bir etmesindeki bilgeliği şimdi anlıyorlardı. Bir şey yapılacaksa böyle yapılırdı, ölçülü olmanın, ılımlılığın canı cehennemeydi.” İnsanlık olarak bu duruma karşı koyabilecek miyiz, göreceğiz. Durum Otomatik Piyano’da anlatılan şekle gelmeden, tehlikenin farkına varıp, gelişmeyi kontrol altına alıp, uzun vadede yeteneklerimizi, seçimlerimizi, haklarımızı, özgürlük alanlarımızı verimlilik ve kusursuzluk uğruna kurban edip, bilgisayarların ve makinelerin yönetimine girip onları yaşatmaktan sorumlu kölelere dönüşmekten kendimizi koruyabilecek miyiz? Göreceğiz ya da bizden sonraki kuşaklar görecekler. Nasıl bir gelişim sergilenirse sergilensin, sonunda teknolojinin de kendi şehir surlarının içine, kendini işlevsiz kılarak yok edecek teknolojik Truva atlarını sokmaktan kendini alamayacak olması da ihtimaller dahilinde.
Ne yazık ki toplum olarak şu anda henüz temel insan hakları ve demokrasi ihlali sorunlarıyla sınanıyoruz. Gelir adaletsizliği, emek sömürüsü, işçi ve çalışan haklarındaki gerileme, yaşam pahalılığı yanında toplumdan gerçeklerin saklandığı, yanlı ve yalan haberlerle insanların kandırıldığı, kadınların ve çocukların devlet ve erkek şiddetinden mustarip olduğu, hukuka ve adalet mekanizmasına duyulan güvenin yerlerde süründüğü, toplumun kutuplaştırıldığı ve muhalif olan herkesin hain ya da terörist kefesine konduğu bir distopyanın göbeğindeyken teknoloji odaklı bir felaket senaryosu okumak bize elbette çok uzak, yersiz ve gereksiz bir vehim gibi geliyor. Bu gayet normal. Tek derdimiz teknoloji olsa keşke diyorum ben de. Fakat dünyanın gündemi başka.
Euronews haber sitesi 2018’in son günlerinde, ABD merkezli teknoloji danışmanlık şirketi Lux Research’ün, 2019 yılına damga vurması beklenen 19 dijital teknoloji listesini yayınladı: Yapay zekâ ve makine öğrenimi, giyilebilir teknolojiler, üç boyutlu yazıcılar, gen mühendisliği, artırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik, dronlar, hassas tıp, doğal dil işleme (bilgisayarın insanların dilini anlamaları ve yorumlamaları) ve daha nicesi. Öyle ya da böyle kendi cehennemimizden çıktığımızda bizi bekleyen dünyada bunlarla karşılaşacağız. Geliştiricisi olamasak da kullanıcısı ve müşterisi olacağımız garanti ki bu daha da kötü. Tüm bunlar olurken aynı zamanda dünyadaki gelir dağılımındaki adaletsizlik de artıyor. Aynı sitede yer alan bir başka habere göre İngiliz yardım kuruluşu Oxfam’ın raporuna göre en zengin 26 kişinin toplam serveti dünya nüfusunun yarısının servetine eşit düşüyor. Kuruluş, 2015’ten bu yana en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servetinin ise dünyanın geri kalan yüzde 99’unun servetinden daha fazla olduğunu belirtiyor. Hal böyleyken, durumun Ilium’da olduğundan daha ağır gerçekleştiği, teknolojik ilerleme sonucu artacak, çeşitlenecek ve niteliği değişecek üretim süreçlerinde insanların çoğunun Ilium’da çizildiğinden daha kötü bir durumda hem maaşlı köle hem de müşteri olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Teknoloji ve üretim araçları sermayenin elinde, sermaye de bir azınlığın elinde olduğu sürece insanların sömürüsünün teknolojik ilerlemeye bağlı olarak değişim göstereceği fakat tarafların ve sömürü doğasının değişmeyeceği açık. Romanda ise teknolojik ilerlemenin nispeten halkın yaşam kalitesini yükseltmesine karşın insanlarda yaratacağı birlikte çalışma, üretme, var olma, işe yarama niteliklerinin de ellerinden alındığına vurgu yapılıyor. Kurulan distopyada, teknolojik ilerleme, kimsenin aç kalmadığı, işçi patron ilişkisinin olmadığı, sadece yetenek ve zekalarına göre sistemin devamını sağlayacak mühendis ve müdür topluluğu ile onların iyi niyeti sayesinde bakılan, ihtiyaçları giderilen toplumun geri kalanı gibi zorunlu bir ayrıma gidiliyor. Fabrikanın yani sermayenin kimin elinde olduğuna vurgu yapılmıyor ama devletin ya da sistemin fabrikaları bunlar, bir özel mülkiyet söz konusu değil. Zekâsı ve yeteneği oranında mühendis ve müdür olanların daha iyi para kazandığı görülmekle birlikte kimse fakirlikten mustarip değil bu dünyada. Emek sömürüsünün ortadan kalktığı böyle bir düzende, Vonnegut daha ilerisini tahayyül ediyor. Doğadan kopmanın, teknolojik gelişimin sağladığı boş zamanın beyhudeliğinin, emek gereksizliğinin, yabancılaşmanın, işe yarama, birlikte üretme, yaratma eyleminin bir parçası olma hissiyatının elinden alınmış insanın rahatsızlığına dikkat çekiyor.
Teknolojik gelişim, verimlilik ve üretimin artışı, insan emeğine ihtiyacın azalmasının, kaynakların eşit dağılımını, özel mülkiyetin yok olmasını, sınıfların ortadan kalkmasını sağlayacak ve bunun karşılığında bizi gerçekten insanlığımızdan uzaklaştıracak ve işe yaramaz, gereksiz varlıklar haline getirecek mi, yoksa tüm bu senaryo bir hüsnükuruntudan mı ibaret bunu bilmiyoruz elbette. Mücadele etmek gereken teknolojinin kendisi mi, yoksa teknolojiye sahip olan, onu kullanan sermaye mi, yoksa kendi çıkmazlarımız, karanlık taraflarımız mı? Belki de uzun ve steril yaşam uğruna hata yapma, kusurlu olma, pinekleme, kaytarma, istediğimiz işle uğraşabilme, tembellik yapma olasılık ve özgürlüklerimizden (Şimdi de tüm bunların toplum ve sermaye tarafından tasvip edilen davranışlar olmadığı ve birçok kişinin yaşam parası kazanmak için bu özgürlüklerden mahrum kaldığını bilerek) kendi isteğimizle feragat edeceğiz ve rakip bir teknoloji toplumumuzu kökten yok edene kadar makinelerimizin emrinde yaşamaya gönül indireceğiz. Üstelik bu makineler bir süre sonra, bizi sömürmek için kendilerini kullanan sınıfı ya da zümreyi de sömürmeye başlayacak. Teknolojinin gelişim hızına bakınca bu konuda yapılan ciddi öngörülere hak versek de ve herkesin bu tür konularda yapacak bir yorumu bulunsa da tabii ki geleceği şaşmaz bir kesinlikle bilme imkânımız yok. Bu imkânı genişleten, olasılıkları önümüze seren araçlardan biri ütopik ve distopik sanat eserleri. Diğer distopyalar gibi Otomatik Piyano da yarattığı distopik dünyayla bizi farkında olmadığımız ya da bilerek surlarımızın içine aldığımız Truva atlarına karşı uyarıyor.
Birçok distopik romanda olduğu gibi Otomatik Piyano da Truva atını yakıp yıktıktan sonra nasıl bir dünyanın şekilleneceğine dair çok şey söylemiyor. Ama hiç değilse kendi kurduğu distopya içinde mücadele yoluna ilişkin bir tavır ortaya koyuyor ve topyekûn yıkımdan başka seçenek olmadığını öne sürüyor ve hiçbir şeyin, kıyamet gününün bile son olmayacağını dile getiren roman distopyanın içinden filizlenen bir ütopya umuduyla son buluyor.
Kaynak:
– Otomatik Piyano, Kurt Vonnegut, April Yayıncılık, 2018
– İlyada, Homeros, Can Yayınları, 10. Basım, 1998
– Odysseia, Homeros, Can Yayınları, 9. Basım, 1998
– Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat, Remzi Kitabevi, 1996
– Kapital I, K. Marx, Yordam Kitap, 2011
– Çok Çağı, Arzu Eylem, NotaBene Yayınları, 2018
– https://tr.euronews.com/2018/12/30/2019-yilina-damga-vuracak-19-teknoloji
– https://tr.euronews.com/2019/01/21/en-zengin-26-kisi-dunya-nufusunun-yarisi-kadar-servete-sahip