Öykülerimi genelde yaşadığım ya da çevremde görüp etkilendiğim olaylardan yola çıkarak yazıyorum. Kimi insan şimdiki andan ziyade geçmişiyle yaşar. Takılıp kalır geçmişine. Bu elbette bir tercih değildir, böyle yaşamaktan kendisi de muzdariptir, fakat bu durumunu değiştirmek elinden gelmemektedir. Çokbilmiş kişisel gelişimcilerin, “anı yaşa, geleceğini planla” telkinleri bu insanlar için hep teoriden ibarettir. Oysa hayat pratiktir. Kemal Varol’un, acı geçiyor / acı geçiyor / acı elbette geçiyor / acı çekmiş olmak geçmiyor, dizeleri çok önemlidir benim için.
Yazmaya karar verdiğim öyküler baştan sona genel hatlarıyla bir süredir kafamda kurgulanmıştır. Yazarken bazı şeyler yazının akışına göre değişebiliyor elbette.
Ağustos ayının sonlarında çıkan yeni kitabım Sınırlarda Dolaşmak’ta yer alan Yoksulluğun Ocağı Söne adlı öykümü yaşadığım bazı olaylardan etkilenerek yazdım. Bu öyküyü yazma fikri aslında yıllardır kafamda vardı. Fakat yazmaya bir türlü elim varmıyordu. Daha sonra bilgisayarımın başına oturup yazmaya başladım. İlk kez bir ad koymadan yazıyordum. Bir türlü içime sinen bir ad bulamıyordum. Öykümü bitirdiğim gün Aşık İhsani’nin Balta şiirinde geçen “Yoksulluğun ocağı söne” dizesi birden kafamda bir ışık gibi yandı. Bu dizeyle tanışmam şarkı halini ilk defa dinlediğim zamandı. Daha sonra internetten şiiri bulup okumuştum. Bu dize öykümün konusuyla çok yakın olduğu için öykümün adını Yoksulluğun Ocağı Söne koydum.
Öykümü ben dilinde yazmıştım ve oggito sitesinde yayımlandı. Yayımlandığı gün Serkan Türk’ten mesaj yoluyla bana gelen, “Üçüncü şahıs tarafından anlatmayı denesen,” tavsiyesine uyarak anlatımı değiştirdim. Evet, böylesi daha iyiydi. Eserim anısallıktan uzaklaşarak öykünün sınırları içine yerleşmişti. Duygularımın ağırlığından olsa gerek yazarken bunu düşünememişim. Yeni kitabımda son haliyle yayımlandı.
Öyküm yoksul bir mahallenin okulunda geçer. Şehrin Milli Eğitim Müdürlüğü bazı okullarda ücretsiz hafta sonu kursu açmıştır. Bu kurslardan okulundaki öğretmenlerin belirlediği, özel dershanelere gitme imkânı olmayan öğrenciler istifade edecektir. Öyküm kurs için o okulda görevlendirilmiş, normalde şehrin başka yakasında çalışan genç bir fen bilgisi öğretmeninin mahalleye ilk kez gelişiyle başlar. Daha sonra başka kahramanlar da öykünün içine dâhil olur. Başta okul müdürü ve eğitim yılının sonunda sınava girecek olan iki kız öğrenci vardır.
Öğretmenlikte 22 yılım geride kaldı. Beş yıl kadar dört farklı köy okulunda görev yaptım. Hep devlet okullarında çalıştım. Nice öğrenciler tanıdım. Benim öğrencilik yıllarımda da eğitimde fırsat eşitsizliği vardı ve yine devam ediyor. Üstelik günümüzde bu eşitsizlik daha da derinleşmiş durumda. Şu an çok sayıda özel okul ve üniversite var. Sürekli yenileri açılıyor. Doğup büyüdüğüm memleketimden örnek verecek olursam, benim çocukluğumda kentimizde özel okul olarak sadece bir tane özel lise vardı, onun da ömrü uzun sürmedi.
Ülkemiz sınav ülkesi. Sınav soruları her kesimden öğrenciler için aynı elbette. Çalışan kazanır, algısı da çoğu kesim tarafından rağbet görmektedir. Haklılık payı hiç yok diyemem. Özel okul ve özel ders alma olayını geçeyim, hep devlet okullarında okumuş bir öğretmen ve de bir öğretmen çocuğu olarak şunu sorayım: Her çocuğun ders çalışabilme koşulları aynı mıdır, çocuk yeterli beslenme imkânına sahip midir? Bu sorular kesinlikle çoğaltılabilir. Ama sadece bu iki soru bile çok şey ifade eder.