Çeşitli edebiyat dergilerinde deneme, öykü ve şiir türünde eserleri yayımlanan Ayşe Dilara Akdeniz’in ilk öykü kitabı Dergâh Yayınları’ndan çıktı. Sıradanlıktan uzak, derinlikli bir dille kaleme alınan öyküler aynı zamanda donanımlı, entelektüel bir birikimin yansıması olduğunu da gösteriyor. Şiirsel, estetik bir üslupla yazılmış hikâyelerde çağrışımlar, imgeler ve sembolik anlatım mevcut. Anlatım tekniği olarak özellikle kitabın ilk yarısına denk gelen hikâyelerde iç monoluğun yoğun olarak kullanıldığını görüyoruz. Yazar; bu şekilde okuru da işin içine dâhil ederek, okurun bu okumada aktif rol almasını, hikâyede kurduğu çağrışımları çözmesini bekliyor. Yazar benim şahsi düşünceme göre bu şekilde aslında okurunu seçiyor ve deneyimli okura hitap ettiğini ilan etmiş oluyor. Ayrıca anlatı içine yerleştirilmiş ressamlar, tablolara göndermeler, çeşitli filmler, mitolojik unsurlar yazarın entelektüel yanını yansıtmakla birlikte hitap ettiği okur kitlesini de farkına varmadan belirliyor. Farkına varmadan diyorum çünkü Ayşe Dilara Akdeniz bu unsurları hikâyeye yerleştirirken yapay bir kurgudan uzak, anlatının içinde sırıtmadan, doğal bir akış içinde çeşitli benzetmelerle, tasvirlerle ya da göndermelerle yerleştirmiş. Zaten aksi olsaydı o şiirsel akış bozulur, kesintiye uğrardı. Biçim muhteva ilişkisine baktığımızda, hayatı sorgulama, ölüme yakınlık, pişmanlıklar, hayal kırıklıkları gibi temaların yoğun olarak işlendiği hikâyelerin monolog şeklinde aktarılmasının biçim muhteva uyumu yarattığını görüyoruz.
Karakterler; kendi hayatını sorgulayan, ölümle arasında ince bir çizgi olan, hayata dair pişmanlıklar ve kırgınlıklar taşıyan, sitemler ve isyanlar biriktiren kişiler. Bu bazen geldiği noktadan hoşnut olmayan bir yazar bazen karşıdaki tarlalara dalıp giden, uçsuz bucaksız bozkırın sessiz kadınlarından biri ya da hayatın rutinine hapsolmuş çevresindekiler tarafından anlaşılmayan, bir çeşit aydın yalnızlığı çeken biri de olabiliyor. Karakter dört duvar arasında yalnız biri de olsa, pencereden bakınca gördüğü sonsuz sarı tarlalar ya da bahçedeki ulu çınar anlatının tetikleyicisi olabiliyor. Dağlar, nehirler, sarı bozkır, tarlalar ya da karanlık geceler yerini alıyor hikâyelerde, bu bazen yerini masalsı bir ülkeye de bırakabiliyor. Kitabın ikinci yarısında yoğunlaşan başı sonu, karakterleri belli, 5N 1K sorularının cevaplarını bulabileceğimiz gerçek hayata temas eden hikâyelere karşın daha çok ilk yarıda kendini gösteren şiirsel bir okuma lezzeti sunan öyküler benim için yazarı daha özgün ve farklı bulmamın nedenlerinden biri oldu. Elbette klasik hikâye severler, belki olay hikâyesi sevenler bu yorumuma karşı çıkabilir. Bunun öznel düşüncelerim olduğunu kabul ediyorum. Herkes, Bresson ya da Tarkovsky sinemasından hoşlanmayabileceği gibi hikâyede de şiirsel veya sembolik bir anlatı yerine hikâyenin tüm unsurlarını içinde barındıran net hikâyeleri tercih edebilir. Ben yazarın kalemini bu yöne kırmasını umduğum o hikâyelerden bazılarına değinmek istiyorum. Kitabın giriş öyküsü “Ve Uludu Bir Kadın Aya Karşı” bahsini ettiğim üslubun öne çıktığı hikâyelerden biri. Karşıda duran çınar ağacının yapraklarının düşüşünü izleyen bir karakterin, kendi düşüşü ya da kendi çıkmazlarını iç konuşma şeklinde aktaran bir hikâye. O şiirsel akış içinde gitmekle kalmak arasındaki karakterin pişmanlıklarını hayal kırıklıklarını, ölüme yakın duruşunu okuyoruz.
“Ey dağlardaki babamız, derdim, ey saçlarına bahar ilişmiş bakire anamız, ey etini ve kanını bağışlamış Nasıralı İsa, ey kendisine hiç tercih hakkı sunulmamış kuzu, ey gebe olduğunu bilmeden intihara yeltenmiş rüzgârdaki karanlık ve ey etekleri ayaklarına dolanan dağlar. Bir dağ nasıl delirir, bunun bağırırken öğrendim.” (s.10)
Ulu çınar ağacının karşısında karakter uzun zaman sustuklarını böyle dışa vuruyor ve ekliyor:
“Saklı bir intihar girişimiydi benim bu eve girişim.”
Gitmek ya da kalmak bu şekilde zarif sözcüklerle anlatılıyor. Kitabın ikinci hikâyesi Gülşiir Ülkesi, tamamen masalsı bir dille kaleme alınmış, ozanların yaşadığı bir ülkede gerçekleşen değişimi konu ediniyor. Güz Sonatı, bir sonrasızlık, gelecek kaygısı, köklerini arayan bir kadının isyan ve sitemi, kendi öz benliğine yönelmiş keskin ve derin bir bakışın yine monolog şeklinde kaleme alındığı bir hikâye. Bir Yazarın Yedinci Günü bir zamanlar ünlü olan bir yazarın, geldiği noktadan geriye dönük olarak hayatını ve edebiyatını eleştirel bir gözle irdelediği, sorguladığı, ölüme gidişini anlattığı hikâye. Yürüdükçe geri döndüğünü düşünen, yazınsal yolculuğundan tatmin olmamış, istediği noktaya ulaşamamış bir yazarın iç sesi. Yazarın oluşturduğu karakterlerden biri Bergmanvari bir yakarışla şöyle diyor:
“Sorularıma cevap ver artık, ama yağmurun diliyle değil ey koca tanrı. Göğün sesiyle değil, kuş kanadıyla değil, mor dağlarla değil. Bana kendi sesinle seslen”
Yine Penceredeki Kadın hikâyesinde pencereden dışarı bakan karakterin, tarlada çalışan makineleri kötülük tanrılarına benzetmesiyle, çağrışımlarla akıp giden bir anlatıdan oluştuğunu görüyoruz.
Tüm bunların ışığında Ayşe Dilara Akdeniz’in ilk kitap için belirli bir seviyenin üstünde bir dil yakaladığını söylemek mümkün. Kendi çizdiği yoldan gidecek bir kalem ve sıradanlıktan uzak bir ilk kitap.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.