Bir varmış bir yokmuş. Eski zamanlardan birinde, yemyeşil dağların arasında, kıvrıla kıvrıla akan derelerin suladığı, yağan karların aylarca kalkmadığı, yalın ayak, eli yüzü kirli ama bir o kadar mutlu çocukların yaşadığı, insanın az, sözün öz, törenin kanun, silahın son söz, dağların dilsiz olduğu yörelerden birinde bir kurt yaşarmış.
Bu kurdun başına gelenleri şimdi size anlatacağım. Ama önce hikâyeyi bana anlatan kişiyi size anlatarak söze başlayayım.
Aslan köyü Torosların tepelerindedir. Öyle bir köydür ki kışın yağan kar beş ay kalkmaz. Kökü cennete uzanan, adı bilinmedik çiçekler açar dağlarında. Neneler torunlarına Köroğlu destanları anlatır, Dadaloğlu dillere türkü olup beşiklerde okunur. Alman harbi zamanıdır. Sene 1940.
Köyün ağılında, sancı içinde bir ana, parlak göğe doğru bakıp derin bir nefes alarak, o an gelen son bir gayretle doğuruverir oğlunu. “Bulutsuz bir göğe doğdun sen.” diye anlatacaktır sonradan bu doğum anını oğluna. “Gözüne kartal tüyü ile sürme çektik. Kız olaydın güvercin tüyüyle sürülecekti sürme, oba köyünün âdeti böyle.”
Bu bebenin doğduğu ailede, adalet mühim. Kardeşleriyle birlikte yer sofrasına oturduklarında, yemeği hızlı yemek bile ötekine hak geçirmek sayılır, ekmek eşit bölüşülür. Çocukluktan sıyrılıp okul çağına geldiğinde imtihanı kazanır oğlan. Hayatının dönüm noktası olan bu haberi, merada sığırları otlatırken yanına koşarak gelen abisinden alır. Öyle bir okuldur ki kazandığı, orada ekmek ve kitap bir tutulur.
Okumak için köyden ayrılırken, kınalı ellerinden öptüğü anası ona bir nasihat verir:
“Ey oğul, ekmeğin yarısı gurbettir. Kalem defter dediğin aynıdır, önemli olan senin neler yazacağındır. Unutma; at binicisi kadardır.”
Çocukluğundan ona miras dört korku ile büyümüştür: Üşümek, açlık, korkmak (yılan), utanmak.
Belki de bu yüzden atını hep korkularına sürer. Karları erimeyen köyleri, kudretli doğayı ve onun çetin koşullarıyla ölümüne mücadeleye girişen, açlığa, soğuğa rağmen yaşama tutunan insanı yazar. İnsanın insanı aşağılaması en büyük utançtır onun kaleminde. Öyle ki insanın gaddarlığını doğadan daha acımasız bir ölüm şekli olarak görür. Bu yüzden de değirmenin alt taşında olan, her türlü dişlinin altında ezilen insanı yazar. Her zaman kadın erkek eşitliğe inanır. “Kuşun iki kanadı vardır.” diyerek kıstırılmış, bastırılmış kadının çığlığı olur, edebiyatı bunun için kullanır.
“İnsan soyu, sözü birbirine bir şey anlatmak için bulmuştur. Edebiyat söz söyleme sanatıdır. Edebiyat bir şey anlatmıyorsa edebiyat olamaz.”
Karla kaplı dağlarda doğan bu Yörük çocuğu, yazı hayatı içinde 120’den fazla öykü, 50’nin üzerinde kitap yazar. Hikâyelerine filmler çekilir, bu filmler memleketin kuş uçmaz kervan geçmez köşelerinin bir izi, belgesi olur, ödüller alır.
Şimdi 84 yaşında. Hem yaşam hikâyesi hem de yazdığı öykülerle o artık, edebiyatın insandan uzun olan ömründeki yerini almıştır. Malûm, edebiyatın zamanı dünya zamanıyla bir değildir çünkü.
Gelelim kurda.
“Çizmeyi aşanın boynuna çanı takarız, fazla kurt olmaya kalktın sonunda çanı boynuna taktırdın, kötü namın nereye gidersen git duyulacak.” demiş ve kafesin kapısını açmış.
Şimdi her biriniz bu kurdun sonunu tahmin edersiniz değil mi?
Kurt önce bir anlayamamış olan biteni. Öyle ya, ölümü beklerken kafesin kapısı açılmış. Koşarak kaçmış köyden. Bir süre gittikten sonra kavramaya başlamış başına geleni. Hangi ava yanaşsa, ne kadar dikkat de etse çan çalacak, ava haber verecek her seferinde. Büyük bir çaresizlik çökmüş kurdun üstüne. İş işten geçmiş, çan boynuna girmiş bir kere. Artık nereye gitse, haberdardır herkes geldiğinde. Herkes ekmek peşinde. Kiminin ekmeği büyük, ihtiyacından fazla olup bir kenarda çürüse de paylaşmaz bu vahşi dünyada. Güç belirlemiş ekmeğin dilimini. Adaletin kılıcı güçlünün eline geçmiş. Önce sürüde barınamamış bizim kurt, sonrası yalnızlığa mahkûmiyet. Açlık ve sefalet. Obanın zeki dedesi ölümün de zor yolunu biçmiş meğer kurda. Kurda sırf kurt olduğu için kesmiş cezasını. İnsan zekâsı böyle işte.
Hikâye böyle bitmiş…
Bize kalan çanlar üzerine düşünmektir artık. Boynundaki çanın varlığını anlamadan özgürlüğe koşan kurt gibiyiz zaman zaman. Çanın varlığını düşünmek ölüme koştuğunu kavramaya denk. Özgür olduğumuz hissiyle avunup ölüme koşan kurt olmaktan ölesiye korkuyoruz. Elimize geçirdiğimiz gücü bu korkuyla kullanırken kurdun kurt olma hakkı üzerine yeteri kadar düşünüyor muyuz? Belki de boynumuzda bir çanla dolambaçlı yollardan ölüme koştuğumuzu unutmak için böyle yaşıyoruz.
Osman Şahin. İyi ki bu topraklarda doğmuş, bize bunlar gibi nice hikâyeler yazmış. İnsan olmanın doğasını ustaca anlatırken, önüne çıkan bir binek taşı için bile ne diyor: “onun içi, yaşı, yüreği, belleği var, bilirim.” Okurun da bu derin kıymeti bilmesi umuduyla…
28 Şubat 2024 Kandilli