PATRICK SÜSKIND’İN GÜVERCİN ESERİ ÜZERİNE
Başını menekşeye koydu, uyudu
Bir güvercin çalılığın orada
Hani
Görmeye gittikti güneşli günde
Parkı ve ördekleri
Yıllarca sonra. Savaştan
Ekmek kırıntıları attıktı havuza
Bir elim omzunda seyrettikti uzun uzun
Dünyayı ve çiçekleri
Nedense durgunlaşıverdindi bir ara
Çok değil, en fazla bir kaç dakika
Ve dedindi, mutluyken de boğulabilir insan
(Muleta – Edip Cansever)
“Hayat herkese adil davranmıyor.” Patrick Süskind’in “Güvercin” kitabını okuduğumda aklıma ilk bu cümle geldi. Sonra güvercinleri düşündüm. Özgürlüğün, barışın, saflığın, hassasiyetin, kurtuluşun, hayatın yenilenmesinin sembolü. Hep güzellikle anılmış. Sonra şairlerimizin yazdığı ve içinde güvercin geçen şiirlere baktım, okudum. Bilmem neden yukarıda bir bölümünü alıntı yaptığım “Muleta” şiiri okuduğum kitabın içeriğiyle ilgili benzer duygular uyandırdı. Evet, “mutluyken de boğulabilir insan.”
“Annen gitti, demişti babası, uzun bir süre için yolculuğa çıkması gerekti. Götürdüler, demişti komşular, önce Velodrome drive’ Hiver’e götürdüler, sonra Drancy’deki kampa, sonra da doğuya yolculuk, oradansa kimse gelmez bir daha.”
Buradan anlaşılıyor ki ailesi toplama kamplarına götürülmüş ve öldürülmüştür. Küçük bir çocuk için sığınılacak en güvenli liman olan aile onun hayatından çıkıyor ve kahraman tabiri caizse dalgalı bir denizin ortasında yapayalnız kalıyor. Sığınılacak yeni limanlar arıyor, evleniyor. Sonuç, yine terk edilme. İnsanlığa ve insanlara olan güveni tamamen yıkılıyor ve çareyi yalnızlıkta arıyor. Çünkü yalnız kalırsa onu terk edecek kimse de olmayacaktır belki. Bu yalnızlığı ve sıradan yaşamı tuttuğu bir dairede sürdürüyor. Bu daire/oda onun için güvenli bir sığınak, başını omzuna yaslayacağı bir sevgili, kimselerin ona ulaşamayacağı yüksek yerde bir kale. Basit ve sıradan döşenmiş. Masa, sandalye, yatak, ampul ve elbise askısı var. Hepi topu on beş tane de kitabı…
“Ama en temel niteliğini aradan geçen otuz yıl boyunca korumuştu: Oda, Jonathan’ın güvenli adasıydı bu güvensiz dünyada ve öyle kalmıştı, sıkı sıkı sarılabileceği tutamağı, sığınacağı köşe, sevgilisi olarak kalmıştı, evet sevgilisi, çünkü akşamları döndüğünde onu sevecenlikle sarmalıyordu bu sevgili; küçük odacığı, onu ısıtıp koruyor, bedenini de ruhunu da besliyordu, ihtiyaç duyduğunda hep oracıktaydı, bırakıp gitmiyordu.”
“Kafa tüylerinin üstünde, dikilmiş bir düğme gibi duruyordu, kirpiksiz, kaşsız, çırılçıplak, hiç utanma bilmeyen bir dışa dönüklüğü, dehşet verici bir açıklığı olan bu göz; ama aynı zamanda çekingen bir sinsilik vardı gözde; gene aynı zamanda ne açık ne sinsi, yalnızca bir fotoğraf makinesinin, dışındaki bütün ışığı yutan, ama içinden tek bir ışın yansıtmayan objektifi gibi cansız bir görünüm alıyordu. Parlaklık, pırıltı yoktu bu gözde, canlılıktan bir kıvılcım bile yoktu. Bakışsız bir gözdü. Ve Jonathan’a dikilmiş duruyordu.”
Bu dakikadan sonra güvercin Jonathan için bir rakiptir. Onun sıradan yaşamını ortadan kaldıran, mutlu olduğu tek yer olan sığınağını ele geçirmeye çalışan bir rakip. Ancak Jonathan mücadele etmek yerine çareyi kaçmakta bulur.
Dış dünya Jonathan için otuz yıllık alışkanlığının dışına da çıkmaktır bir bakıma. Yakınlardaki bir parkta otuz yıldır gördüğü ve tanıdığı bir sokak serserisini hatırlar. O serserinin gamsız dünyasını kıskanır. Hatta bir ara intiharı/ölümü bile düşünür. Belki de ölüm Jonathan için özgür olmaktır.