Pınar Nurhan, 2016’da bir roman yazmaya başladı. Romanın birkaç hikâyeyi girift bir biçimde anlatan kurgusu içinde, yüz elli yıl önce Urla’da inşa edilen Karantina Adası’nda geçen bir hikâye de bulunuyordu. 2020 Covid-19 pandemisi henüz tam olarak başlamamışken roman yayına hazırdı. Pandeminin hız kazanmasıyla kitabın yayımı gecikti. Kitap, Haziran 2020’de Vecdi Çıracıoğlu’nun editörlüğünde, Urzeni Yayınevi tarafından yayımlandı. Pınar Nurhan’la hem romanı “DeLi’RiuM” üzerine hem de kurgusal yazına bakışı üzerine, araştırmalara girişen bir söyleşi gerçekleştirdik.
***
Erkan Karakiraz: Merhaba Pınar… İlk olarak kitabın başındaki epigraftan, “S’agapo” şarkısından yaptığın alıntıdan söz edelim istiyorum. “DeLi’RiuM” neden S’agapo ile karşılıyor okuru?
Pınar Nurhan: Merhaba… (gülüyor) “S’agapo” şarkısının sözleri, kitaba son dakikalarda girdi. Hezeyanlar yaşayan bir hekimin öz kıyım deneyimleri ve depresif iç dünyasıyla haşır neşir olmak durumunda kalan okura “bir nefes” olsun diye, yazar dokunuşuydu, diyebilirim. Ben ne olursa olsun yaşamı olumlamaktan yanayım. Elbette öz kıyıma dair hiçbir olumsuz fikrim olamaz; lakin onu kutsamaya, yüksek ve erdemli bir eylem sıfatı yakıştırmaya da karşıyım. Orası son derece tekinsiz ve hakkında konuşulmaması gereken bir yer. Bilhassa da kişilerin bireysel hikâyeleri bazında olgusal bir tahlilde bulunmak haddimizi aşmak olur. Şarkıya dönersek; “Seni seviyorum çünkü güzelsin/ Seni seviyorum çünkü sen sensin/ Dünyayı seviyorum çünkü sen içindesin”… Bu şarkı, sonradan öğrendim ki kolektif bir esermiş. Bu beni daha da heyecanlandırdı zira kolektif bilince dair anlatılara göz kırpan romana, bir epigraf olarak çok yakışacaktı.
Erkan Karakiraz: “DeLi’RiuM”un Bakırköy, Ada ve Urla üçgeninde, mekânı ve zamanı önemseyen sıçramalarla ilerleyen kurgusu, yaşamdaki karşılaşmalar üzerine epey düşündürdü beni. Ne olarak adlandırıyorsun bu karşılaşmaları? Tesadüf mü tevafuk mu? Romanda, sona doğru (s.199) bu konuya değiniyorsun; ama daha ayrıntılı olarak neler söylersin?
Pınar Nurhan: Tesadüfü biliyoruz; rastlantısal olarak bir araya gelen… Tevafuk ise “eş zamanlılık”, “anlamlı bir denklik” manasında… Tabii ki ben de bilmiyorum hangisi geçerli… Kitap boyunca bunu araştırıyorum. Bu şudur, şu da budur demeye uzak biriyim. Oldukça kuşkucu bir yerde yaşıyorum. Yüzde yüz kesinliği olan tek bir bilginin bile olduğuna inanmıyorum. Tanımlamak, şu doğrudur, demek, bilhassa korktuğum bir yer. Mesela o sayfalarda Rüya anlam arıyor. Onca yaşanmışlığa bir referans arzuluyor. Neden? Neden ben? Belki hiçbir anlam yok, hepsi tesadüf ve ben anlam veriyorum, ben yaratıyorum anlamı… Yine de fark etmez; çünkü neyi arıyorsam onu yaratıyor ve yaşıyorum sanki… “Güneşler yaratıyorum kendime, sonra da etrafında dönüyorum tıpkı yeryüzü gibi… Merkezi olmasa düşecek gezegen, boşluğuna savrulacak alemlerin…” Yani anlam veremediğim bir dünyada yaşayamıyorum. Hepimiz için böyle bu. “Ayrılık zihinde” diyor ya, sen ve ben deyişimde. Bu kutbiyet de kişi olarak bir zannım. Perihores, diyor Anaksagoras; Bir de çokluk, Çok da birlik! O işte… Aslında Rüya, tesadüf olduğuna inanmak istemiyor. İbn Arabi’nin eserlerini okuyor mesela abisi Taylan’ın getirdiği… “Hüve La Hüve”, der Arabi. Hem o hem değil… aynı anda yani! Bu mantık, şu rekabetçi ve ayrıştırıcı mantığa karşıdır; “Ya o ya bu” diyen hani… Üçüncü bir halin imkânına inanmak ister Arabi, çoğulcudur… Biraz daha felsefeye girersek; Spinoza’da tanrı kudrettir, insansa arzu… Arzulayan, arzularının peşinde koşan bir varlık olarak, varlığa dair tek bir doğru şey bile söylemem mümkün değil. Bunu deme kudretinden yoksunum.
Erkan Karakiraz: Damarı bulduk galiba… Biraz buradan devam edelim: “Gel ey sendeki ben, sahi nesin sen?” diyorsun kitapta… Bir de daha başlarda, Rüya’nın “Ben kim isem o değil ve kim değilsem oyum.” (s. 13) sözleri var. Bunun yanı sıra şairlerden felsefecilere pek çok ismi anıyorsun kitap boyunca.
Pınar Nurhan: “Gel ey sendeki ben, sahi nesin sen?” derken çoklu anlamlar dünyasında, birbirimizi anlayamadığımız sürece kendimizi de anlayamayacağız, onu diyor yani… Evet, Seferis’ten Saylan’a filozof Hermotimus’a kadar tarihi isimler giriyor hikâyelere… Çoğunlukla sezgisel yazıyordum; hatta döngüsel ve şuursuzca yazıyordum. Sanki yazmıyor da okuyordum kitabı… Kitabın içinden geçtim; öldüm öldüm dirildim. Elbette karanlıkta yol alırken kaybolmamak için el yordamıyla bazı imgeler yakaladığım, araştırmalar yaptığım oldu… Şöyle bir süreç bu: önce bir kapıdan içeri davet ediliyorsun; sonra ne olabilir burada, diye minik ışıklar yakıyorsun okuyarak, tarihe bakarak… Sonra yürümeye başlıyorsun ve kendini sana sunuyor hatıralar… Mesela filozof Hermotimus pek bilinmiyor; enteresandı ona gidişim; dedim, ne alaka? Urla ise mekânımız, çıksa çıksa karşıma Anaksagoras’ın çıkması gerekirdi; ama hocası geldi. Öğrendim ki Hermotimus yakılarak öldürülmüş. Anaksagoras da saldırıya uğramış ama hocası katledilmiş! Antik Yunan toplumu, pagan bir toplum. Antropomorfik bir tanrı anlayışları var ama yine de radikallik, fanatiklik olabiliyor. Değil mi ki Sokrates’i yasanın verdiği oy gücüyle öldürdüler. Bu çok ironiktir mesela… İdam ediyorsunuz, bunu halkın oyuyla yapıyorsunuz. Demokratik bir idam! Trajikomik! Neticede, sanki adı çok da anılmayan, bir şekilde öldürülmüş ya da yaşarken haksızlığa uğramış olanlar da geldiler. Ölümleri toplumsal bir yara gibi duranlar… Yas tutmak aslında gideni değil kalanı sağaltır. Tutulmayan yas da hasta eder. Sanki onlar çaldılar kapımı…
Türkan Saylan hocanın gelişi de planlı değildi. Rüya iyileşmeye başlarken geliyor o. Yani kaçırılma hikâyesi bitmiş, aradan belki bir seneden fazla vakit geçmiş. Şifasıyla geliyor Türkan Hoca… Rüya’nın narsistik yaralarıyla yüzleşmesini sağlıyor. Öz kıyımdan vazgeçmesini de… Rüya, atalet içinde bir hekim. Yorgun, mesleğine yabancılaşmış… Türkan hocanın gelişiyle dünyayı yadsıyan bakışı parçalanıyor Rüya’nın… Ondan, kitabın daha ilk bölümünde“Ben kim isem o değil ve kim değilsem oyum.” sözünü duymamız boşuna değil tabii. Aslında kitabın bütününde bir ağ gibi duran, ontolojik, metafizik altyapıyı destekleyen bir cümle bu. Sartre’ın sözünden ilhamla girdi kitaba… Sartre’ın özdeşlik ilkesine karşı söylediği, varoluşçu bir cümle bu.
Yani “insan kendi özünü kendi yaratır, fıtratı falan yoktur” der filozof. Nesnelerse özünü serimler sadece… Kedi miyavlar mesela, başka da değil. Oysa insan, potansiyeller alanıdır. Olanaklar alanında, bir imkân olarak kendi özünü yaratmaya yazgılıdır insan. Pindaros’un şiiriydi galiba; şöyle der: “Ey ruhum, ölümsüz yaşamın peşinden koşma!/ Olanaklar alanının tüketmeye bak”… Ne güzel değil mi? Yaşamı ne güzel olumluyor. Burada, Hegel’in “Aufhebung; İçererek aşma” diyalektiğinden, Bergson’un “zamanın açılımı, yaşamsal atılımın sıçramalarla tezahür edişi”ne kadar birçok filozofta akraba ontolojiler bulmak mümkün. İş ki ben neyi seçiyorum, iradem nerede başlıyor, onu göreyim. Neyi kendi dünyama davet ediyorum? İki kardeş aynı evde büyüyor, benzer travmalar yaşıyorlar; ama inşa ettikleri hayat, bambaşka olabiliyor. Neden? Hepimiz görüngüyüz. Sadece fenomenal bilgilerimiz var. “Gözlerimiz zihnimizin hazır olduğu şeyleri algılar” diyor Bergson. İnanıyorum ben buna. Nihai hakikati bilemeyiz; daha evvel de bahsettim ya, bu kudretten yoksunuz… Kant da böyle söyler, yani hiç öyle spiritüel bir şey söylemiyorum ben. Rasyonalizmin babasından referansla konuşuyorum. Fenomenal alanın dışı numenal alandır ve orası, insan aklının erişemeyeceği transandantal (aşkın) bir yerdir…
Erkan Karakiraz: Tabii bu nihai hakikatin bilinemezliği vurgusu yanında, Rüya’nın Rafet’e, kendi öz kıyımına karar vermesi konusunda, “Ne yaparsak kendi kararımız, eylem de eylemsizlik de…” (s. 84) karşılığını vermesi var. Rüya’nın öfkeyle karışık “Yaşamak, şu ben dediğim bedende bir karantina olmasın?” serzenişinde de yankısını buluyor o isyankâr umutsuzluk. Tabii buradan “Kendini tanı!” ve “Memento mori”ye (Fani olduğunu hatırla) giden bir patika da açılıyor okurun önünde. Yas duygusu da dahil buna… Ne düşünüyorsun bu konularda?
Pınar Nurhan: İradi bir varlık olarak hareket etmek için kendimizi tanımış olmamız gerekir. Bu ne kadar mümkündür? Kim olduğuma dair üç beş cümle kurarım da, peki ben neyim? Bunun yanıtı yok. Pozitif bilimler yetmiyor. İnsan nedir?.. Bir varlıktır, diyor ya hani, iyi de Varlık nedir? Bilinç nedir, onu bilmiyoruz. Şimdilerde bilim de döndü yüzünü buralara… Fizikle metafizik, psikiyatri ile epistemoloji birlikte çalışmaya başladılar. Geç bile kalındı, ama sevindirici… Gnosei Tenon! Kendini Tanı! Apollon tapınağının girişinde yazıyor bu… Teolojik referansa gidersek, kendini bilen rabbini bilir, değil mi? Öyle zor ki bu bilme… Kendi içindesin bir defa; nasıl göreceksin kendini? Çok zor… Sanat, müzik, felsefe, edebiyat, şiir bunu arıyor değil mi? Kendini arıyor herkes… Kendilik kayıp… Bu melankoliyle yaşamaya çalışıyoruz, çok güç bir işi başarıyoruz. İnsanlık hakkında ileri geri atıp tutuyoruz ya; yok insan şöyledir, böyledir; kötülüyoruz onu… Yahu iyi de çok zor bir iş bu. Bilinç var, bu uçsuz bucaksız boşluğa fırlatılıp atılmışsın; “kendini tanı” diyorlar… İnsan olmak büyük yüktür, büyük iştir, kimse azımsamasın… Herkes kendi yarasını sarmakla meşgul… Führer dahil… Düşünsenize ne büyük zavallılık! Nasıl bir canilik! Kolay mı bu yükü taşımak? Zavallılık da yüktür! Cibran diyor ya hani “yaralayan yaraladığının kurbanıdır”, diye…
Yani bir ömürde yaşanacak duygu durumları bellidir. Hepimiz severiz, nefret ederiz, tiksiniriz, korkarız, cesur oluruz, neşeleniriz, kederleniriz… Şimdi hangimizin ne yaşadığının bir noktadan sonra önemi kalmıyor. Ağır yükler taşımış kişilere haksızlık etmek istemem, hadsizlik etmekten korkarım ama dediğim şu: Ne yaşarsak yaşayalım, günün sonunda ben ruhsal ya da mental olarak neredeyim? Kirli olanın beni kirletmesine izin verdim mi, kötülük beni ele geçirdi mi, keder beni felç edebildi mi, yoksa sevinç üretebildim mi? Bunlar kalır geriye. İşte ölüm hakkında düşünmek de bizi hayat hakkında düşünmeye iter. Hayatımız üzerine tefekkür ederiz… “Yaşamak, şu ben dediğim bedende bir karantina olmasın?”… Tabii burada isyan var. Umutsuzluk da var biraz. Hayatı bir felaketler zinciri gibi gören Rüya’nın serzenişi bu. Aslında Rüya karakterini anlamak için romantik tahayyüle bakmak, orayı biraz hissetmek lazım. Romantik şair Novalis der ki: “Yeryüzünde, geçmişte ve gelecekte gerçekleşmiş hangi şey, aslında benim kişisel meselem değildir?” Ne ağır bir yük değil mi? Rüya, böyle birine dönüşüyor işte. Bu melankoliyi de kaldıramıyor. Aslında bencil, kibirli biri. Kaçırılması, yani bu metafizik tecrübe, onu sarsıyor, ayaklarının altındaki dünyayı alıp yerle bir ediyor.
Utanç duymayı unuttuk biz. Rüya, Türkan hocanın gelişiyle, utanç duyuyor. Bu da onu iyileştiriyor. Yüzleşmek, özür dilemeyi bilmek, samimi bir gözyaşı akıtmak öyle değerli ki… Sadece bu gözyaşı bile kefareti öder kanımca… Ve evet, yas duygusu da dahil, dediğin gibi… Her yas, kayıplarımızın üzerine derin bir tefekkürü gerektirir. Bu tefekkür, büyümek, olgunlaşmak için bir imkân. Ölümü düşünmekten kaçmamak lazım. Ölüm yokmuş gibi yaşayınca, işte ona hayat diyemiyorum; bir deney faresi gibi koşullu tepkilerle bir şeyler yapıp buna da “yaşamım” diyoruz. Ölürken son nefesimizde de “Ah”, diyoruz “AH!”… Dinlemeyi bilmek lazım. Susmayı bilmek lazım. Çok konuşuyoruz. Hiç dinlemiyoruz. Rüya, adaya kaçırıldığında dinlemeyi de öğreniyor. Geveze bir tip aslında; narsistik yaraları olan geveze bir doktor Rüya. Tarafsız bir dinleyişle, anlaşılmış olmanın özgürlüğünü ölülere hediye ediyor. Bu ferahlık da ölülerin adadan çıkıp yolculuklarına devam edebilmelerini sağlıyor. Diyorum ki ben, ölüler bir fantasma olarak okunsa bile Rüya bu tecrübeleri hisleriyle mental olarak da yaşamıyor mu? Yaşıyor! Rüya, dönüşmüyor mu? Dönüşüyor. Eh, aslolan da zaten bu değil mi? “Ölüler gitmişmiş… Nereye gitmişmiş? Ölüler gelir miymiş?” filan gibi somut işlemler, dönemiyle değerlendirmek, hikâyenin çemberini daraltır, güdükleştirir… “Deli’RiuM”, çok katmanlı okumaya müsait bir metin; hatta bilhassa bunu talep ediyor okurundan…
Erkan Karakiraz: Tabii bir de aile ve toplumsal değerlere dair metaforlarla dolu göndermeler var “DeLi’RiuM”da. Romanın konusu gerekli kıldı bu içeriği diye düşünüyorum.
Pınar Nurhan: Kan bağı, kalıtım, coğrafya, atalar gibi hususları yadsımam; lakin her şeyi buradan referans alan bir dünya görüşünden de hoşlanmam. Aitliklerimizin bizi esir aldığını, değişimi, dönüşümü engellediğini, geciktirdiğini düşünürüm. Elbette bir ağaç gibi köklerimizden güç alacağız ve oraya saygı duyacağız; nasıl duymayalım ki? Oradan geldik; ister sevelim ister sevmeyelim, ama kabul etmek zorundayız. Kabul noktasında takılıp kaldığımızda muhafazakarlaşırız. O köşeyi ustaca dönmek lazım. Bunun için de kendimi bir yeryüzü yurttaşı olarak görürüm. İnsanlık ailesinin bir ferdiyim. Türklük, islamiyet, kadınlık bunlar tek başlarına beni tanımlamaz. Beni tanımlayan, hislerim ve aklım, onlarla ne yaptığımdır. Hiçbirimiz masum değiliz. Savaş ve katliamlar, cinayetler ve zulüm, tarihin hangi zamanında hangi coğrafyasında yaşanmamış? Kimin yedi ceddinde hiç katil yok mesela? Kimin soyunda tacizci, zalim yok? “Pür ü pak bir geçmişim var” diyen, ya şuursuzdur ya da yalancıdır… Kutsallık atfedilen her şeyden korkarım… aile, anne, vatan… İnsansal bir yapıya kutsallık atfetmek de neyin nesi? Kimler ona kutsal diyor, oraya bakmak lazım. Ona kutsal demek kimlerin işine yarıyor? O zaman ortaya çıkıyor nesneye verilen ismin ardındaki niyet!
Erkan Karakiraz: İlk iki kitabın “Modern Cinayetlerin Kokusu” ve “Kabuksuz Salyongoz”, benzer temalara değinmeleri dışında parçalı, türler-arası yapılarıyla “DeLi’RiuM”dan ayrılıyorlar. Son kitabında roman türünü kendine has bir teknik ve üslupla uygulamışsın. Nedir ilk iki kitabının benzer ve ayrılan yönleri ve nereye bakıyorlar?
Pınar Nurhan: İlk kitabım “Modern Cinayetlerin Kokusu”, kısa metinler, şiirler ve fragmanlardan oluşuyor. Mitolojik göndermeler, kitabın tamamına sinmiştir. Metinlerarası, sezgisel bir yolculuk da vardır orada. William Blake’ten İbn-Arabi’ye, Dostoyevski’den Santayana’ya… Hüzünlü bir metindir “Modern Cinayetlerin Kokusu”… “Fani bir görüntünün ebedi hüzne eklendiği yerdeyim”, diye başlar. İtiraz, isyan ve öfke doludur. Modernin kıyısında duran coğrafyamıza, bu coğrafyada kadın olmanın -beyaz ve küçük burjuva olsanız bile- yarattığı çelişki ve dramalarına, manipüle edilmiş bir evlilik ve ebeveyn olma gayretinin barındırdığı suçlara bir itirazdır… Modernite eleştirisi gibi görünse de insanın hangi çağda olursa olsun, kendine ihanet ettiğinde başlayan toplumsal trajedilerden duyulan acının dile gelişidir. İlk kitabı fazla “romantik” bulanlar oldu. Hiç şaşırmadım; çünkü modernin çöküp postmodernin hortlamasının sebebi, romantizmin hor görülmesiydi biraz da… İnsan doğasına dair kesin cümleler kurup onu dizayn etmeye çalışan “akıl”, pek de matah olmayan modern toplumu inşa etmişti etmesine de bu matah olmayanın hastalanması postmoderni hortlattı. “Modern Cinayetlerin Kokusu”, sezgisel metinlerden oluşur. Bugün, o metinlerin hastalanan modern bireyin yakarışı olduğunu görebiliyorum. Aynı hastalıktan muzdarip olanlar için yazıldı sanırım; hastalandığını bilenler için ya da…
İkinci kitabım “Kabuksuz Salyangoz” ise fragmanlardan oluşur. Bir iç sesin kendini ve içine düştüğü uzayı anlama çabası gibi. Yersiz yurtsuz, aitsiz hisseder. Bedenine bile ait değildir sanki. Dilin içinde yaşar, kelimeleri kendine ev edinmiştir. Anlatmak, anlaşılmak gibi bir isteği vardır tabii; ama daha çok anlamanın peşindedir. “Bir boşluk taşımak nedir, sürekli sorular doğuran arsız bir rahim gibi?” (s. 49) der. Hani, işte yaşamayı gereğinden fazla ciddiye aldığı zamanlarda kendisini ferahlatacak ironik bir bakışın da peşindedir… “Şeffaf bir yazı istiyorum, dedi genç kadın. O zaman, tebessümün gücünü, içini kazıdığın kalemin ucuna iliştirmeyi unutma, dedi ihtiyar olan” (s. 43). İç deneyimlerimizi ifade etmek için dilin çaresiz kaldığını bilir, yine de yazarak da olsa çabalar; ama nafile bir çabadır bu… Yazarken, okurken, bir sanat eserine bakarken ya da dere kenarında uçuşmakta olan bir yusufçuk gördüğümüzde yaşadığımız heyecanı tam olarak anlatmanın imkansızlığından da bahseder… “Yaşadığı bu iç deneyimi yazabilse, varlığa yüklemek istediği bir töz olarak ‘logos’un şüphenin karanlık nefesini kullandığını söyleyebilmiş olur. Ama yazamaz. Sessizlik nasıl olur da sözde dile gelir? “Dile döküldüğü anda kendini imha eden bir ‘töz’ olarak varlığını saklar. ‘Üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı’ demişti, Wittgenstein.” (s.49).
Hasılı, eline bir kamera alıp, sezgileriyle ulaşabileceği en küçük pikselin peşine düşer. Zaman, galaksiler, hücre, organ, et, dil, ağız, çürüme, acı, kalp, ironi gibi imgelerin peşinden gider… Bu iç ses, benim ya da bunlar benim meraklarım, diyebilirdim; ama dememeyi tercih ederim. Onun tümüyle bana ait olmadığını hissediyorum. Kolektif hatıraların izleri bunlar. Bütüne aitler… “Kabuksuz Salyangoz”, henüz yeterince anlaşılmadı. Edebiyatla felsefenin buluştuğu en verimli topraklardan biri, fragmanlardır… Türkçe’de böyle bir yazın yolculuğuna henüz alışık değiliz. Tıpkı kitapta iç sesin fısıldadığı gibi, “Kabuksuz Salyangoz” da aitsiz kaldı. Eh, “dile gelemez olana” ithaf etmiştim… Onu böyle bir kadere ben mahkûm etmiş olabilirim.
Erkan Karakiraz: “DeLi’RiuM”un ve hızımızı alamayıp ilk iki kitabın “Modern Cinayetlerin Kokusu” ile “Kabuksuz Salyangoz”un şifrelerini biraz olsun çözümledik sanıyorum. Güzel söyleşi oldu. Teşekkür ederim Pınar.
Pınar Nurhan: Ben teşekkür ederim.
_____
SÖYLEŞİDE ADI GEÇEN PINAR NURHAN KİTAPLARI:
1) “DeLi’RiuM”/ Urzeni Yayınevi, Birinci Baskı: Haziran 2020, İstanbul.
2) “Kabuksuz Salyangoz”/ Yitik Ülke Yayınları, Birinci Baskı: 2012, İstanbul.
3) “Modern Cinayetlerin Kokusu”/ Siyah Beyaz Yayınları, Birinci Baskı: Haziran 2009, İstanbul.