Bu yazıda büyük ressam Ali Ferah’ı ele aldım. Her şeyi görmek isteyen Ali Ferah’ı. Kendi tabiriyle görünmeyeni gören göz olmayı isteyen, Picasso’nun o ardı yakalayan ‘bakışına’ imrenen, O’na hayran olan Ali Ferah’tan bahsedelim. Picasso’yla neredeyse özdeşleşen ve sonunda buna kani olan ressamımızı tanıdıkça onunla ‘bakmayı’ yeniden hatırlıyoruz. Gerçekten görebilmenin nasıl bir ayrıcalık olduğuna şahit ediyor bizi. Peki kim mi bu Ali Ferah? O bir karaman. Kafası farklı işleyen bir kahraman. Bütün büyük sanatçılar gibi normların dışında biri. Onunla tanışmak ister misiniz? Kendisi sizi Şebnem İşigüzel’in birbirine dolanan hayatları anlattığı Sarmaşık’ında tüm varlığıyla bekliyor.
Romandaki diğer kahramanlar da seçili karakterler. Son zamanlarda bir rastlantı sonucu tanıştığı, dostu saydığı Salim Abidin Nobelli bir yazar. Kız kardeşim gibi sevdiğim diye bize tanıttığı bir diğer arkadaşı; enfes bir opera yazan kendi halinde yaşayan Sedef. Ama biz Ali feraha odaklanalım.
İlgilenmek zorunda olduğu yarı deli bir annesi ve katatonik şizofren bir kız kardeşi vardır. Onları yük olarak görmez. Varlıklı bir aileden gelir, varlıklıdır. Yine de kendi bizzat ilgilenir ailesiyle. Bundan hayıflanmaz hatta şizofren kardeşinin dünyaya bakışını, algısını çoğu kişiye yeğler. Sıkıntısı bitmez , mutsuz ve kaotiktir ev hayatı ama O bundan değil çok daha önemli bir şeyden mustariptir. Bir ressamın başına gelebilecek akla gelmez bir hastalık; Aaaaaah renkleri kaybetti! Evet. Renkleri tanıyamama hastalığı yani achromatopsiye yakalanmış biridir artık. Bu onun için büyük bir derttir. Kendisi bir portre ressamıyken gelin görün ki çok ilginç bir şekilde renkleri görmesine rağmen algılayamıyor, tanıyamıyor. Salim Abidin’e o yüzden yakınlık duyar çünkü o da harfleri tanıyamaz hale gelmiştir.
Sipariş dışı sadece kendi için yaptığı resimlerini zaten gördüğü gibi değil de hayal ettiği gibi yapardı. Mesela; çizecek olsa karşı binanın camından gördüğü kocasının kendisine bağırdığı Sedef’i tam tersine kocasına alev püsküren Sedef olarak resmederdi. Kız kardeşi Hayal’i donup kaldığı krizlerinde hayal ettiği gibi neşeli ve aklı başında resmederdi. Ali Ferah kendisine hitap eden her anın bir portresini yapardı. Resmini değil portresini! Resmettiği aslında insanın kendisi değil, yüzündekidir. En belirsiz, en karanlık, en tanımsız ifadeyi bile yakalar çizerdi. Yüzlercesini çizdi. Sevinci, kederi, burukluğu, umudu, hayreti, vaz geçmişliği, hayalleri, müziği… Tüm bunları her ne kadar örtülü olsa da görüp duyabiliyordu. Onun gözünden hiç bir şey kaçmaz. Sedef’i henüz tanımıyorken bile onun gizini, sanki bir müzik eşliğindeki yürüyüşünden sezmişti. Sokakta yürüyen Sedef yazdığı operasını besteliyordu ve o on içinden aryasını tasarlıyordu. Ona soracak olursak zaten birini bir portre ressamı yapacak olan da buydu; Gören bakışlar… Tıpkı Picasso gibi… Picasso’yla tanışmış arkadaş bile olmuşlardı zamanında Londra’da okurken. Picasso’yu yetiştiren dehaları bile Picasso kadar değildi galiba onun nezdinde.
Başkası adına görenlerin kendi adına burnunun ucunu göremediği durumlarda çok bulundu. Her şeyin farkına varıp görmezlikten geldiği şeylerde vardı. Kullanıldığını tabii ki görüyor ama inanmak istemeyecek kadar da çocukluk ediyordu. Ali Ferah ne kadar iyi olunabilecekse o kadar iyiydi. Kötülüğüyse çocuksuydu. Net ve sade bir kötülüktü onun kötülüğü. Bazen kendi acılarını dönüştüremedikleri için kız kardeşi ve annesine kızardı. Hatta bir kez kardeşinin ölmüş olmasını umdu. Ali Ferah baktıkça insan hayatının ne olduğunu görür. Okumak, çalışmak, başarmak, sevmek, evlenmek… Bunların hepsinden önce gelen şeyin kişinin benliğiyle var olmak olduğunu görür. Her şeye bir anlam (anlamdan kasıt manevi kazanım) vermenin anlamı olanı görebilmenin nasıl da paha biçilemez olduğunu…
Kitap ile ilgili hiç bir yorumum yok. Zaten bu bir kahraman yazısı.Kitap kült bir kitap diyemem ama Ali Ferah kült bir karakterdir.
Size Ali Ferah’ın son sözleriyle veda edeyim; “ Siz de biliyorsunuz ki bu benim hayatım. Ve benim hayatım bir roman hayali olamayacak kadar değerli.”