Bazı yazarlar, gerçekten yazar olmak için ne gerekiyorsa onunla donanmış. Ihsan Oktay Anar’ın bu kitabındaki başarısını şöyle tanımlayabiliriz: Kurguya can vermek, tarihi gerçek argümanlar ile kurguyu sorgulatabilmek, gerçeği baştan düşündürmek. Evet, bu okuyucu için ne büyük bir keyiftir!
Daha kitabın ilk sayfalarından başlayarak yazarın, nasıl engin bir tarih bilgisi ve bilincine vakıf olduğunu görürüz. O dönemi, tarihi öyle ince ayrıntılarla günümüz kadar belirgin betimler. Bu bir övgü değil. Zaten Anar, tarihe hakim bir akademisyen.
Kahramanlar tutkulu, bir o kadar da kendi içinde tutarlıdır. Örneğin Ihsan efendi, tekâmül etmiş bir eren iken aynı zamanda sürekli okuyan bir bilgin ve kahramanımızın babası hüviyetiyle vardır romanda. Arap İhsan ise kahramanımızın denizci, savaşçı dayısıdır. Tıbba merak salmış ve imkanı ölçüsünde ceset bulup kadavra olarak kullanmaya ve bir şeyleri çözmeye çalışan, bu uğurda çokça bedel ödeyen bir diğer kahramanımız da Kubelik. Kubelik’in yaşadığı yıllarda bir insanı kesip biçmek günahtı. Galen’in Frenkçe bir çevirisini edinmişti ama bu tutkusu için kitaplar yetersizdi. Günün birinde Ahırkapı’daki sarayın deniz tarafında denize atılmış bir el buldu. Daha doğrusu arayıcılar eldeki yüzüğü alıp eli atmışlardı . İşte bu el Kubelik’in ilk incelemesi olcaktı. Daha sonraları ise boğdurulan bir paşa, cariye vs sayısı kadar top atılır ve tahmin ettiğiniz gibi denize atılan bu cesetler Kubelik için hazine değerinde olurdu onları gecenin bir vakti gizlice evine taşırdı.
Ve tabii tarihin tozlu arşivlerinden fırlayıp her yeri saran dilenciler ve çocuk çeteleri…
Günümüz şartlarında bize tuhaf gelecek o kadar çok gerçek bilgiyle örülmüş ki olay örgüsü, bir masalın içindeki tüm ayrıntılar, tarihi birer ‘tutacak’ gibi. Örneğin; Büyük efendi diye romanda yer alan Ebrehe tüm İstanbul’daki dilenci, kumar ve suç çetelerinin başındaki adam ve kimya tutkunu. Başkahramanımız Bünyamin’in de kendini onun ağında bulduğu Elkimya cehenneminin başı. Öyle günümüz çete liderleri gelmesin aklınıza; Ebrehe’nin aradığı sekizinci element! Yani adam ilim sahibi, neredeyse feylesof.
Romanın içeriğinden ve akışından ancak karakterler hakkında az fikir edinilecek kadar bahsetmek yeterli. Okuyacak olanlar için büyüyü bozmayalım. Zaten yazarımız bu kurgu da her ne kadar argüman olarak tarihi olguları kullandıysa da işlenen her konu ve her olay felsefi bir ders içeriyor ve masalsı bir hikaye niteliğinde. Kahramanımız Bünyamin’in yaşlı babasını kaybedip tekrar bulma çabası, bu uğurda yaşadıkları, öğrendikleri, dayısı Arap İhsan’ın çıkagelmesi uyuyamayanların tuhaf hikayeleri… Velhasıl bunca şeyin birbiriyle böyle etkileyici bir şekilde bağlanması ,olaylar ve kişiler arasında hiç bir kopukluğun olmaması yazarın büyük başarısı.
Kitabı okurken muhtemelen çoğu okur şu soruyu sormuştur: Anar Hoca ,kimyacı mıydı, tarihçi miydi, felsefeci miydi , psikolog muydu, edebiyatçı mıydı ? Öyle ki tarihin o sokaklarında yalın ayak yürütüyor bizi. ‘Böyle garip şey mi olur’ daha demeden, evet olur diye tarihi bilgi ve birikimi şaşkınlığımızı dağıtıyor. Bünyamin ile korkuyor, onunla seviniyoruz. Oraya gidip onunla bekliyoruz, öyle canlı bir dil kullanmış yazar. Ve sözlük de gerektiriyor o kadar geniş bir hazne kullanmış yani. Öte taraftan Uzun İhsan’ın nezdinde sanki felsefe sohbetine şöyle beş dakika uğrayıp çıkıyoruz. “ Düşünüyorum, o halde varım gayet makul. Düşünen bir adamı düşünüyorum, düşündüğünü bildiğim için düşlediğim bu adamında var olduğunu biliyorum. O da beni böyle düşlüyorsa o gerçek ben düş oluyorum! Ahhh evet dünya bir düştür!” Tam dozunda hikayede erimiş, tatlanmış felsefe yani.
Kitapta dikkat çeken bir özellik de yazarın kronolojik sırayla olayları anlatırken, Artsürümsel öyküleme tekniğini kullanması yani kurgu zamanı ve öyküleme zamanın bazen geriye dönük işlemesi şeklinde. Buna bir çok eserde rastlarız. Oysa yazarımız çok keyifli bir şekilde bir de Eşsürümsel öyküleme tekniğini de kullanıyor. İşte bunda kopukluk yaratmadan ve ‘ne gereği var’ dedirtmeden başarılı olmak zordur. Okuyucular bilir pat diye yazarın o zamanın dışında bir unsuru kullanması keyfimizi kaçırır kurguda. Burada ise tam tersine bu tekniği kullanması gözümüze bile değmez! Yazar diğer eserlerinde de olduğu gibi zatıyla da romanlarında var. Bu eserinde de Uzun İhsan efendi olarak yer almış gibi .Iyi ki de böyle tasarlamış ayrı edebi bir tat vermiş. Bazı yazarlarımız Anar’ın ille de bir kahraman olarak kendi romanlarında baş göstermesini hafiften eleştirse de bunu bu tatta yapabilmesi tüm okurlarınca seviliyor. Keşke Anar Hoca, bu orijinal anlatıcılığını okurlarından esirgemese ve artık yazmıyorum diye bir beyanda bulunmasaydı. Kitab-ul Hiyel, Amat, Efrasiyab’ın hikayeleri ve diğer kitapları kardeşsiz kalmasaydı.
Anar’ı ve tarzını değerlendirmeye çalışırsak çok fazla şey söyleyemeyiz Akımlara sığdırıp Postmodern , Realist, Romantik filan diyemeyiz. Realist bir anlatım da kullanmış ve tabii ki Romantizm daha ağır basıyor. Modern ötesi bir kurgulama ve anlatım yaptığı için Postmodernist tarafı da yadsınamaz. Demem o ki gerçekten orijinal bir üslubu var; anlatı da anlatım da kendine has ve hep bilinenlerin aksine bilinmeyen yada az bilinenlerle yola çıktığı için konu da orijinal. Edebiyatımızın nevi şahsına münhasır bir değeri ve böyle de eserler sunuyor.
Şu satırlarla kitaptan bir yudum sunayım sevgili okurlara. “ Kurtubi’nin tezkiresinde Mağrip illerinden geleceği bildirilen, hilye -i şerifi tüm alimlerce malum Mehdi’yi, Hesap gününden bir yıl önce ve yedinci dolunayda kente batı kapısından girecek olan o büyük infazcıyı ‘Deccalı’ bekleyen Ebrehe aşağılanmanın hem tadını çıkarıp hemde acısıyla kıvranırken, Konstantiniye akıllara durgunluk veren bir haberle çalkalanıyordu: Kör ve sağır olduğu halde günün hangi saati olursa olsun, Müşteri, Zuhal, Utarit, Seretan, Cevza, Akrep ve diğer gök cisimlerinin yerini bilen, sağır olduğu halde tayfaların isyan fısıltılarını duyan bu adamın Konstatiniye’ye geldiği söylenince kentte karınca kararınca karşılama hazırlıkları bile yapıldı. (……) “Uzun İhsan efendinin anlattıklarına herkes öyle gülüyordu ki dışarıdan işitenler içeride meddah var sanıp geliyordu.” Uzun İhsan’a bir tek kişi inanmıştı!
Kitapta eleştirilecek hiç bir şey bulamayan biri, biraz daha sığ bakmayı tercih edenler için belki şunu söyleyebilir; Anar, tüm bu masalsı anlatısında aslında masalımsı olguları yeriyor ve tabii ki bilimi yüceltiyor yalnız bunu sezemeyen okurlar olabilir! Haklı da olabilir bu eleştiri Öyle akıcı bir anlatı ki, hikaye öyle cazip ki cezbolunur yani. yazarın yazar kimliği ve akademik kimliği anlatıdaki cehalet unsurlarına karşı çünkü. Yalnız şunu da belirtmeli ki bu kurgu üzerinden de bize bence diyor ki düşünün! Bugünkü gerçekler de bir zamanlar varsayımdı. Ve bir zamanların gerçeği de şimdilerde ancak bir masal! Ayırımı yapacak tek şey bilim ve hayal gücü. Naçizane tavsiyem kitabı (aslında tüm edebi eserleri) sadece anlatı diye okumayın. Sadece hikayenin tadıyla yetinmeyin. Ezop bize bir karganın hikayesini anlattığında bile bizim akıl ve sezimiz bu tadın yanında müthiş birer alt metin de çıkarır o alt metinleri bulmak illa ki benimsemeyi gerektirmez tabii. Ama neyi nasıl benimseyeceğimize büyük katkı sunar.
Puslu Kıtalar Atlası böyle başlıyor;
“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar
Ve hiçliğin üzerine dünyayı asar.”Eyüb 26:7
Boşlugun üzerine kuzeyi yayar:)… Ellerine sağlık.