Suyun sesi, dereyle buluşan ağaç köklerine ve biraz ötede nazlı nazlı salınan buğday başaklarına yüklediği hüzünlü bir ninni söylerken börtü böcek de eşlik ediyordu bu sese. Geceden kalma çiğler başakları öyle parlatıyordu ki buna pek az rastlanır. Belki yılda birkaç kez. Fidabe, dersi bırakıp gelmişti buraya. İyice şişmiş bir öfkeyle doluydu ve o öfkeyi bu muazzam yerde derenin sularına, karşıda duran dağların zirvesine, kocaman gökyüzüne, pırı pırıl çayıra, tarlaya bırakıp kurtulma umuduyla gelmiş, biraz sonra da sakinleşmişti. Oradan taşa has bir hissizlikle ayrılmak istiyordu. Dakikalar hatta saatler geçti. Esinti güçlü bir rüzgâra dönüşmese kalkacağı yoktu. Eskiden beri kötü hissettiğinde ya da işler sarpa sarınca buraya ve burası gibi yerlere, doğanın kollarına koşardı. İnsandan uzağa, İnsandan en uzağa… Rüzgâr öfkesinden kalan son kırıntıları da süpürdü. Öfkelendiği arkadaşlarıyla bir daha asla bir araya gelmeyeceğini biliyor, bunun için elbette üzülüyor ama zerre kadar tereddüt duymuyordu. Saygısız ve tutarsız davranan arkadaşlara ihtiyacı da yoktu tahammülü de.
O gece huzursuz uyumuştu. Gecenin bir vakti yine huzursuz uyanıp, sonra da uyuyamadı. Önce kitaplığa yöneldi ama vazgeçip pencereden dışarıyı seyretti. Ev tepede olduğu için mavi tepelerle çevrili şehrin ışıkları, çukura düşmüş kıvılcımları andırıyordu. Camı açıp gökyüzüne baktı, serin havayı soluyup göğe bu kadar yakın olmasına sevindi. Yatağının kenarına oturdu. Biraz haber okuyup dalmayı umdu. Rastgele haber başlıklarına baktı. Birkaç haber başlığı baktıktan sonra gözüne bir başlık çarptı ama hemen geçti onu. Bir sonrakini okumaya çalıştı ama… Gözüne çarpan başlığa geçti. “Yıllardır yurt dışında aranan Cihani D. Tesadüf eseri rutin bir trafik kontrolü sırasında Mardin’de yakalandı. Sahte kimlik kullandığı tespit edilen Cihani D.’nin aslında hiç yurt dışına kaçmadığı ve Cemşid A. Adıyla serbestçe aramızda dolaştığı anlaşıldı. İlk sorgusunun ardından…” daha fazla okuyamadı.
Önce tam idrak etmedi. Birkaç saniye sonra zemin, kayıp bir ark gibi daralıp akmaya ve hızla dönmeye başladı. Bir şeylere tutunmak istedi ama nafile. Kendi miladına gitti.
***
On iki yıl önceydi.
O gün her şey karışıktı. En yakın çocukluk arkadaşım, kuzenim, canım İnci’nin hastalığının hiç de tehlikeli olmadığını, eksik teşhis yüzünden aylarca sıkıntı yaşadığını öğrenmiştik. İkincisi Şadi hoca yine kayıplara karışmıştı hem de fakültede dersleri devam ederken! Şadi İnci’nin nişanlısıydı benim de hem hocamdı hem de aile dostumuzdu. Öğrencileri kendisine berduş hoca derdi gıyabında. İki nedeni vardı; kural tanımaması ve gerçekten berduş gibi giyinip öyle görünmesiydi. Çok ender yıkanır ve üstünü değişirdi. Ona bakan karşısında asla bir öğretim görevlisi görmezdi. Tek bir defa dersinde bulunansa dehasına kapılırdı. Her ne kadar bizimkiler onu tuhaf bulsa da nişanı takmayı başarmıştı. Dediğim gibi başına buyruktu yine yoktu ortalıkta. Benim için İnci’ye minik bir not bırakmıştı. Hazan Motelin telefon numarasını. Aradım. Yarın ya da ertesi gün döneceğini ve bulduğumun gerçekten ‘sıkı tas’ olduğunu söyledi. O kadar sevinmiştik ki… Bir de eğer Cihani’ye ulaşırsam onu aramasını söylememi istedi.
Hocanın bahsettiği ‘Sıkı tas’, benim şans eseri eski meydan pazarında bulduğum bir sutraydı. İlk Burkandan bile yani Ta-ko’(tapsar) dan çok öncesinden Karahanlılara kadar geçtiği ve her geçtiği dönemde bir katman eklendiği söylenir. Kelebek kanadı gibi ince katmanlardan oluştuğu için sıkı tas denirmiş. Onu bulduğumda bakırcı mı zücaciye mi neyse ne Johnny, eşrafın deyişiyle Coni Amca diye bilinen bir esnafın gariban çırağının küllüğüydü! Yeşil küften bir tülle kaplıydı. Çok ısrarlı bir albenisi vardı. Üstünkörü bakılınca diğer süslü, ince işlemeli bakırlardan çok da farklı değildi ama o ebatlara göre fazla ağırdı. İşleniş tekniği asla benzerleri gibi baskı değildi ve hiçbir sanattan anlamıyorsanız bile insanı kendine çeken bir sanat vardı üzerinde. İroniye bakın ki satılık bile değildi! Coni Amca’dan bir cezve alırken görmüş, topal çırağa ait olduğunu öğrenince şaşırmış ve nihayetinde hediye olarak kabul etmiştim. Onu, bir yumurtayı temizler gibi parlattığımda her santimetre karesinde ayrı ayrı tablolar gördüm! Mercekle baktığımdaysa büyülenmiştim. Bu nedir tam bilmiyordum ama kesinlikle bir şaheserdi ve eğer yanılmıyorsam bunun bize söyleyeceği çok şey vardı. Onu hemen Şadi’ye götürmüştüm. Şimdi bana bunun o efsanevi sutra olduğunu söyledi. Nasıl heyecan verici?
Şadi asla boş konuşmazdı. Bu heyecandan da güzel olanı sutra gerçek bir akademisyenin elindeydi ve Şadi çok dürüsttü.
Akşama doğru İnci’nin aslında hasta olmamasını kutlamak için onlardaydık. Annesi Aysel Teyze harika yemekler hazırlamış ve bizi merdivenlerde mis gibi kokusuyla karşılayan havadis yapmıştı. Bilemezdim. Bu çok uzun bir süre için katıldığım son keyifli yemekmiş meğer.
Cihani’yi o gece birkaç kez aramış ama ulaşamamıştım. Pek üstünde durmadım, bazen yoğun olurdu. Çocukluğumdan beri tanıdığım, çevreden biriydi. İlgilerimiz taban tabana zıttı ama çok iyi anlaşıyorduk. Çok zeki olmasına rağmen bile isteye okumamayı seçmişti. Çok cesur ve erdemliydi. Derindi. İşin görünmeyen kısmı çıkmıyorduk ama kendimi bildim bileli ona aşıktım. O da ilgiliydi ama bir anlaşma yoktu aramızda. Birlikte değildik ama hep beraberdik ve ikimiz de hislerimizi saklamazdık. Çok yersiz kıskançlıkları olurdu ama her defasında tatlıya bağlardı işi. Bazen düşünürdüm de benimle bağdaşmayan bu hâl neden diye. Aslında bu ‘yıldızlar neden var?’ gibi bir soru. Henüz açıklayamadığımız tüm diğer gerçeklikler gibi var sadece! Hayatımın merkezi oydu. Onda öyle bir şey vardı ki bunu tarif edemiyorum, anlayamıyorum ama çok net hissediyorum. O yüzden ona aşığım diyorum. Aşkın çünküsü yok, izaha ihtiyaç duymaz aşk, tıpkı varlık gibi.
Gecenin sonunda İnci’lerden kalkarken İnci biraz uzun sarıldı bana. “Fidabe, bu gece çalışma iyice dinlen uykunu al.” dedi. Bir tuhaflık vardı. Normalde ikimiz her şeye sebepsizce güler ve hep azar işitirdik. Biz sevinçten kıpır kıpır iken o durgundu. Onca ay süren rahatsızlığının basit bir nedeninin anlaşılmasının şoku diye düşünmüştüm, ne de olsa kimse onun yaşadığı stresi onun gibi duyamazdı.
“Tamam uyurum ama yarın beni sen almaya gel, nasılsa senin berduş yok.” Tamam dedi. Evet yarın…
Sabahın altısında telefonum çaldı. Arayan Cihani’ydi. Kapıdaymış, kapıya çağırıyor. Çok şaşırdım. Sevinmem ayrı… Herkes uyuyor. Hırkamı alıp çıktım, dışarısı buz gibiydi ama onu görmek her zamanki gibi tüm benliğimi ısıttı. Az ötede durmuş, yüzü yerde… Hep kendinden emin dururken şimdi elleri tedirgin. Asla takmayacağı bir bere takmış ve asla giymeyeceği dizlerine kadar gelen deri bir kaban giymişti. Yutkundu, ellerimi tuttu ve o heybetli adam bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Veda etmeye geldim dedi zar zor. Onu ilk kez ağlarken gördüm hatta hayatımda ilk kez ağlayan bir adam görmüştüm.
Şimdi beni iyi dinle! Çok fena şeyler oldu, büyük bir iş geldi başıma. Bir anda oldu. Ne duyarsan duy inanma sakın. Tek bir kelimesine bile!
Yalvaran gözlerle Olmaz ne oldu? Ben de geliyorum, tamam inanmam, sana da hiçbir şey sormam dedim.
Daha laf ağzımdayken hızla uzaklaşıp birkaç metre ötedeki sokağa saptı. O an çok net bir şekilde, fiziksel olarak da çok şiddetli bir acı duydum. İçimde ne olduğunu bilmediğim büyük bir basınç vardı. O an belki on saniyelik bir andı ama bir anda tüm algılarım değişmiş adına hayat dediğim hiçbir şey kalmamıştı, anlatılmıyor işte. Bir anda kendime gelip hızla onun saptığı sokağa koştum. Ya ona yetişemezsem…Gidiyordu, kötü durumdaydı. Ortalıkta kimseler yok, sokağın en sonunda bir taksi vardı hareketsiz. Sanki bir ses… bir motor sesi… Tüm gücümle koştum. Öyle çığlık çığlığa bağırıyordum ki… “Duuuur!” Ben taksiye koşarken taksi geri geri bana doğru geliyordu, geldi. Hiç tereddüt etmeden, kim var diye bakmadan bindim. Sanki tam ölecekken ölümden kurtulmuş gibiydim. Koşarak yetişmeseydim tüm hayatımı kaybedecektim sanki. Cihani, daha önce hiç işitmediğim küfürler savuruyordu dağa taşa. Tanımadığım şoför, gergin ve suratsızdı. Birkaç dakika öncesini düşündüğümde şimdi bu belirsizlikten memnundum. Ana caddede biraz ilerledikten sonra durup indi ikisi. Şoföre bir şeyler fısıldayıp eline bir zarf tutuşturup onu yolladı. Devam ettik yola. Hâlâ küfrediyordu. Ona yetiştiğim için de küfrettiğini düşündüğüm için tek kelime etmiyordum. Çevre yoluna saptık. Birkaç kilometre sonra Sanayideydik. İndi, birkaç dakika sonra başka bir araçla geldi, ona geçtik. Ben ilerleyeceğiz sandım ama şehre dönüyorduk. Bir şey demedim. Küfrü kesmişti. Beresini ve gözlüğünü taktı. “Tamam böyle bir anda gidemem.” Şimdi bir müddet kalacağı, boşaltılmış köydeki- artık köy denemezdi- eski eve gidiyormuş. Telefonunu isteyip annemi aradım evden terlikle çıkmıştım, yanımda hiçbir şeyim yoktu anlayıp tedirgin olmasın diye bir şeyler uydurup yeni bir kazı için görev, ödev aldığıma ikna ettim. Onda yanlış bir şey ya da onunla olmam aleyhine bir emare görmek istemediğimden yol boyu dışarıyı seyrettim. İçimdeki avare huzur sanki olağan bir yolculuğa çıkmış bir çocuğun huzuruydu. Kaygıyı ve bir sonraki günü öngören ama reddeden hatta zaman mefhumunu reddeden, anı zamandan koparan, dolduran bir huzurdu bu.
Yol artık taşlı topraklıydı, köy yoluna girmiştik. Yolumuz gittikçe daha da daralıyor, engebeler ve taşlar arabayı kukla gibi oynatıyordu. “Yol nihayetimi mi anlatıyor, gittikçe bu kadar kötüleşir mi? Kimse bu yolun haline bakmıyor mu?” Böyle söylenmesi tekrar bir küfür sağanağına dönüştü. Yoldaki her taş, engebe, etraftaki her çalı hatta yoldaki toz küfürden payını fazlasıyla almıştı. O kadar hiddetli ve o kadar ağır küfürler ediyordu ki sonunda kulaklarımı ellerimle, parmaklarımla kapatmak zorunda kaldım. Onu tanımasam, ağzı bozuk insanlara nasıl tepki gösterdiğine şahit olmasam, incitici olmamak için kelimelerini ne kadar özenle seçtiğini bilmesem böyle şaşmazdım. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çok fena şeyler olduğunu söylemiş sonra da hiç kimseye inanmamamı istemişti. O kötü durumdaydı, tek rahatsız edici şey buydu çünkü yanındaydım öylece gitmemişti. Köy denen ağaçlı ve çalılı arazi görünmüştü ve küfür sağanağı bitmiş bana sesleniyordu. Kulaklarım hala tıkalıydı. Arkadaydım çaprazında. Beni dürtmek için kolunu uzatınca fark ettim.
“Bana bak. Yarın hiçbir sorun çıkarmadan uslu uslu okuluna ve eve gidiyorsun. Söz ver önce, yoksa şimdi hemen geri dönerim.” Hayır diye bağırdım. Çok sinirlendi ve direksiyona, yan cama vurmaya başladı. Hemen tamam dedim. Arabadan indim, arabayı çalıların arasına park etti, arka kısmını da birkaç çalı parçasıyla kapattı. Yürüyerek tepeyi çıktık. Terlikli olduğum için ayaklarım çizik içindeydi. Eve vardığımızda bunun bir ev değil de neredeyse harabe olduğunu anladık. İçeride hayvan var mı yok mu diye önce yokladı sonra köhne merdivenlerden üst kata çıktık. Yüklükte battaniye yorgan vardı. Onları hemen kanepeye serdi. Birkaç mum çıkardı yüklükten, bir fener, bir sırt çantası. Sonra biraz bakındı ve bir market poşetini bana uzattı gülümseyerek. Aşağıda piknik tüpü var dedi. Elinden aldım birkaç paket makarna, bir margarin, birkaç baharat, tuzluk çay ve kâğıt bardak vardı. Harika deyip sarıldım ona. Ona kısacık sarılmak dinlendiriyordu beni hep. Demin gülümsemişti, belki her şey çok kötü değildir diye umut ettim. O hadi inelim demese saatlerce ona sarılı kalabilirdim. Abartmıyorum.
Çok soğuktu. Soğuk toprak kokuyordu oda. Camlardaki gazeteler cama yapışmış, perde niyetine bir basma çiviye asılmıştı. Aşağı inip tüpü, suyu ve kapkara bir çaydanlığı aldık. Dışarıyı bir kez daha kontrol edip yukarı çıktık. Suyu kaynamaya bırakıp telefonla biriyle konuştu. Hm hıhı dışında bir şey demiyordu, sakindi. Sonra eli kolu titremeye başladı telaşlandı ve aşağı indi. Onu duymaya çalışıyordum ama hiçbir şey anlayamadım önce. Korkmaya başladım. Telefondakine bağırıyordu. “Benim suçum değil, bir anda oldu, bana saldırdılar diyorum, ben öldürmedim, hatırlamıyorum kendimi kaybettim, bilmiyorum.”
Su fokurduyordu. Çaydanlığın kapağı kasvetli bir gürültüyle takırdıyordu. Evde olmak istiyordum. Hayır hayır. Her zamanki çay bahçesinde ya da Konak sokakta bir kafede yine Cihani, İnci ve Şadi ile keyifle oturmak istiyordum. Hiçbir şey olmamış olsundu istiyordum. İçeri girdi. Saçlarını düzeltti. Kaynayan suyun altını söndürdü, niye söndürmedin diye sordu. Yüzünde yabancı bir şeyler aradım.
-Ah Fidabe! Ayakların donmuş. Neyin var niye öyle bakıyorsun bana?
-Hiç.
-Beni mi dinledin? Ben her şeyi anlatmak için getirdim seni buraya, sadece veda edecekken seni o halde bırakıp gidemedim. Şu durumda bile! Ayıp değil mi? Bıraksaydın da anlatsaydım. Ne duydun? Sen…Dur bakayım. Korkuyor musun sen?
Ağlamaya başladım.
-Benden korkuyorsun öyle mi? Sana zarar vereceğimi mi sandın? Neden korkuyorsun, neyim ben? Ne biliyorsun?
Bağırıyordu, gürlüyordu.
Senin için korkuyorum diyebildim. Kulaklarımı kapadım. Kollarımı kavrayıp başımı kaldırdı. Gözlerimi açmadım. Huyumu bilirdi görmek istemediğimde ya da alındığımda bin kez ısrar etse gösterdiği her neyse çiçek olur, kuşlar olur, bir satır yazı olur bakmazdım. Gözümün içine sokardı bazen ben de gözlerimi kapardım. Vazgeçti sormaktan. Beni itip çay demlemeye koyuldu. Sonra sırt çantasından bir çorap çıkardı kanepeye oturup el işaretiyle çağırdı. Oturdum terliğimi çıkardım. Çorapları giydim. Battaniye örttü dizlerime. Birer bardak çay doldurdu cebinden bir paket halka şeker ve sigara çıkarıp önüme koydu. Halka şekeri geri alıp sonra geri bıraktı önüme. Saatime baktım öğleyi geçmişti. Bardakları alıp yanıma oturdu. “Hava soğuk olmasa dama çıkardık gece. Sana hep gök altında uyumayı anlatırdım ya gösteremedim ama. Henüz gamsız bir çocukken, nasıl mutlu uyurdum damda, yıldızlarımı tanırdım artık, her mevsim başka yerdelerdi ama tanırdım. Uykuya dalmadan önce öyle dalardım ki göğe uçuyordum adeta. O gün yaşarsam yaşayayım biliyordum ki gece gökyüzünün içinde uyuyacağım. Göğe, yıldızlara tutunurdum çocukken. Sonra büyüdük ve göğü kaybettik. Sen benim gökyüzüm oldun Fidabe. Kıyametler kopsa da sonunda biliyorum ki sen varsın. Ne olursa olsun biliyorum ki sen varsın.” Söyledikleri ve çay hem beni hem de donan beynimi ısıtmıştı. Bir sigara yaktım. “Evi aramak ister misin yine?” Hayır gerek yok annem ikna oldu dedim. “Şimdi istiyorsan her şeyi tastamam anlatayım olanlar bu iğrenç yeryüzünde oldu. Gökyüzüm bulanacak yerin pisliğiyle. Ama yine de anlatayım.” Hayır bilmek istemiyorum dedim. Bilmek istemiyordum. Belliydi az çok. Tek derdim onun gideceğini bilmek ve belirsiz yarınlardı. “Bırak inanmayı kimseyi dinlemem bile. Ama yarın gidip yok olamazsın. Bana kesin bir zaman söyle.” Bilmiyorum dedi. Her şey belirsizmiş şimdi. “Ama merak etme. Bir yolunu bulup mutlaka geleceğim. Ben gelene kadar da hiç yalnız kalmayacaksın. O yıldızlar nasıl hep oradaysa ben de hep yanında olacağım.”
-Nasıl olur ama gidiyorsun?
-Bir yolunu bulacağım. İnan!
– İçim seninle öyle dolu ki sensiz yok olurum. Dönemezsen, olur da dönemezsen beni çağır. Söz ver!
-Bir yolunu bulacağım!
Kalkıp yine çay doldurdu. Çayımı verirken burnumu minik sıktı. Hadi bakalım dedi. “Yemek yapalım Tutihan.” Çaydanlığa su ekleyip aşağıya tencere bulmaya indi.
Yolda gelirken yarını yok sayan o huzuru duymuyordum artık. Dışarıdaki uğultu ve bu soğuk duvarlar, onun öfke nöbetleri içimi ürpertmişti. Onun için korkmuştum evet ama o an korkmuştum ondan. Bir yabancılık vardı tavırlarında. Hem ondan korkuyor hem de ondan ayrı düşmekten korkuyordum.
Biraz sonra elinde kocaman bir tencereyle döndü. Kalkıp yardım ettim. Koca tencerenin kapağı yoktu ama güzel bir makarna hazırlamış olduk. Kaşık, çatal, tabak yoktu. Kâğıt bardaklarda elimizle tane tane yedik. O günden sonra makarnayı hep öyle yaparım dedim. Kapağını örtmeden margarinle ve aynı baharatlarla pişirecektim. Kâğıt bardakta eliyle yiyecekti o da.
Bana Şadi Hoca’yı sordu. Onu aramasını istemişti. Aradı, kısacık konuştu ve ekledi; “O böyle şeyler için çok küçük, bırak normal bir öğrenci gibi okusun. Artık antik kuntik taslar maslar yok hoca.”
-Bir bu kalmıştı. Şadi hocayı neden kırdın?
-Oku Fidabe! Sadece oku, başka her şeye boş ver. Şadi’den zarar gelmez ama tarihi esermiş, antikaymış bunlar karışık işler.
-İyi de benim bölümüm bu.
-Beni dinle sen, şu tasa bulaşma hiç!
Onunla tartışmak istemedim. Tamam dedim.
Çok yorgundu. Uzanmak istedi. Üzerine rutubet kokan bir yorgan daha örttüm. Bana da yer açtı ama ben bir çay daha içmek istedim. Baş ucuna yan oturdum. Gözlerini kapatıp alnında bıraktım elimi. Hafifçe masaj yapıyordum. Alnı sıcacık odu. Yüzündeki o mutlu ifadeyi görünce çayı bırakıp iki elimle devam ettim. Parmak uçlarımı öpüp tekrar alnına koydu. Biraz sonra uyuya kalmıştı. Usulca yanına uzanıp üzerimi örttüm. Bir müddet yüzünü izledim, tüm evreni izler gibiydim. Sonra dikkatle sarıldım ona. Gayriihtiyari o da bana sarıldı. Tüm evren beni kolladı sanki. Yeryüzünde olmak istediğim tek yer o. Sadece yer yüzünde yani varlıkta değil yoklukta, hiçlikte de. Ruh hep geldiği yeri özler ve bir türlü dünyada hiçbir yere ait hissetmezmiş ya, kalubelâdan beri yine oraya dönmeyi arzularmış. Benim ruhum nereden geldi bilmiyorum ama yeri onun yanı. Yüreğimde eski yeni ne kadar sızı varsa dinmişti, mutlak bir huşû duyuyordum. Uyanıktım göz kapaklarımı açamıyordum ve kımıldayamıyordum bu çok tuhaftı. Soğuk ve bu eşsiz dinginlik beni uykuya sürüklerken onu uyandırdı. Önce bir şeyler mırıldandı anlamadım. Sonra hışımla yorganları yere attı, başımı sağa sola çevirdi kolumu kaldırıp havada bıraktı. Gözlerimi araladı bir an gördüm onu. Başkalaşmış delirmişti. “Uyu bakalım nazlı Tutihan”
Hatırladığım son şey, bu tatlı uykuya geçiş ve uykudan hemen önceki belki beş ya da altı dakikalık dehşet anları! Ayak bileklerimin soğuk ve keskin bir telle sarıldığını, yer yer kesildiğini… Her zaman şefkatle nazikçe saçlarımı düzelten ellerin beni saçlarımdan sürüklediğini… Kesiyor mu vuruyor mu artık anlayamadığım tarifsiz bir acı ve çirkin hakaretleri… Dehşete kapılmış korkudan ölüyordum. Kımıldayamadım ve şükürler olsun ki uyudum, bayıldım, kayboldum.
Neden? Ben senden bile sana sığınacak kadar seninleyken neden?
***
Yıllarca buralarda saklanmıştı demek. Evet o en başından beri kendini hep saklamıştı. Kendini saklamakta ustaymış. İçimizde saklanan diğer tüm caniler gibi. Cinayet işlediğinde de kendini kaybetmemişti. O oydu. Bir tas uğruna öldürmüştü adamları. Ve kim bilir daha kimleri kimleri… Gökyüzüne bakmış ama gökyüzüne tutunamamıştı içindeki canavar.
Fidabe kendine geldi. Silkelendi. Yıllar öncesini onun yakalanma haberiyle bir kez daha yaşamış ama sonlandırmıştı bu kez. Cama gitti, tüm insanlık tarihi boyunca tüm insanların yaptığı gibi göğe baktı. Tüm kuvvetiyle, tüm güçsüzlüğüyle, inatla, buruk bir sevinçle, isyanla, hırsla, minnetle, öfkeyle, inançla, acıyla sessizce fısıldadı. Hoş geldin yeni güüüün! Bin şükran sanaaa. Bin şükran iyiliğe, bin şükran Ya Rabb!
Gercekten, Fidabe içimize işledi. Avuç içlerimizi saflık ve heyecanla terletti. Çok güzel olmuş. Başarılarının devamını dilerim. Bizden bir parça.
Her şey tamamlanmak ister.
Yaşadığımız her duygu .
Yarım kalan aşklar,
Yarıda bırakılmış cümleler,
Eksik söylenmiş bir şarkı,
Bitirilmemiş bir hırka.
Bu yüzden anılar emrivaki gelişlerle hep karşı cadde de bekler. Tamamlanmayı dilercesine.
Hikayeye kalbimden ziyade aklımı bıraktım.
Tamamlanacak bir yanı vardır diye..
Enfes.
okudukça keyfi veren bi öykü 🙏👍🏻tebrıkler
Okurken bile kendimi gökyüzünde uçsuz bucaksız bir yerde buldum çok ilham veren bir parça kanatsız melek gibi saf ve temiz
Son zamanlarda okuduğum en tatlı en hoş hikâye 😍
kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.
şimdi, acının ormanından geçiyorsun
her şey bir daha kanasa da
ne geçtiğin yola ne de sözlere
senin de şarkıların olsun
içindeki telleri titreten.
Pınarcığım,
Tebrikler ve selamlar!..
Pınarcığım,
Tebrikler ve selamlar!..
Devamı var mı?
Ayhan Ağabeyciğim, tebriğini burada görmek ayrı bir güzel oldu.🙏🤩Teşekkürler… Devamı hayat gibi işte. Ama ara bir bölüm var, belki aileye has olur can abiiim. Azıcık bir merakını cezbettiysem ne mutlu. Bir de şimdi görmek.💜🙏
Okudukça keyif aldım yüreğine sağlık he harika gerçekten
Arkadaşım Hicran tavsiye etti. Temiz, duru bir dil, sürükleyici hikaye.