Peri Kızı Af Buyrun Arka Kapağı:
…Biraz sonra uyanacak mahalle ve herkes beni görecek. Gün aydınlanınca gözlerini benden alamayacaklar. Beni seyredecekler. Kırk satırlık merakları dinecek inşallah. Ben de onları izleyeceğim keyifle. Gözlerindeki şaşkınlığı, tiksinmeyi, iğreti merhameti, acımayla harmanlanmış nefreti, ayıplayan bakışları görecek ve hepsine aymazlıkla bakıp utanmadan yüzlerine gülecek, arsızca etimi, merak ettikleri her yerimi, bütün fazlalıklarımı, deliklerimi, deliliklerimi bir bir göstereceğim bütün mahalleye.
Daha çok kadın dilinin hâkim olduğu, en temel meseleleri odağına alan bu öyküler, anne-evlat; kadın-erkek; buyuran-boyun eğdirilen ilişkilerine eğiliyor. Gelgelelim cinsiyetçilik, zorbalık, tahakküm, eşitsizlik, kader ve ölümlülük gibi temalar ışığında anlatılan bu çağımızın masalları ne göz boyuyor ne de rahatlatıyor. Aksine, kiminde gözlerini koyu karanlığa dikiyor, kiminde isyanı dillendiriyor, kiminde de tutkular çağıl çağıl akıyor.
Polat Özlüoğlu’nun şaşırtıcı bir üslup denemesine giriştiği Peri Kızı Af Buyrun, geceleyin dinlediğimiz masalları en katı gerçeklerin süzgecinden geçiriyor. Kıyıda köşede kalmışlara, görmezden gelinenlere, sesi kısılanlara ve kaba güce maruz kalanlara tercüman oluyor.
Polat Özlüoğlu kimdir? Yalnız bu ‘Kimdir’ sorusunu nerede doğduğunu ve doğum yılını merak ederek sormuyorum. Benim gibi seni merak edenler vardır eminim.
Gazetecilik okumuş, radyoculuk yapmış, okumayı, yazmayı delicesine seven bir adam. Kafası karışık, hayalperest, içindeki çocukları arayan, gözleyen, dinleyen, sabreden biri zannımca.
Son kitabın ‘Peri Kızı Af Buyrun’ ilk iki kitabına göre başka bir yerde duruyor. Buradaki öykülerde de görmezden geldiğimiz, ötekileştirdiğimiz ya da dışladığımız insanlar mevcut fakat dili ve kurgusu daha kararlı oluşturulmuş. Neden?
Soru zor ama cevabı basitleştirebilirim sanırım. İnsan yazdıkça, okudukça kendine ait bir dil, daha doğrusu bir üslup geliştiriyor. Borges ‘Yazar dildir’ der. Yazan kişi kullandığı dili iyi bilmek zorundadır. Dil yazdığın metni ayakta tutan en önemli harçtır benim için. O yüzden yazdığım öykünün dilinin kusursuz olmasına çalışırım. Borges Usta’nın ayak izlerini takip ediyorum yani. Altı yıldır kaç tane öykü yazdığımı bilmiyorum, sayısını unuttum. Ama kalem işledikçe, göz yoruldukça, parmaklar hissizleştikçe yani kısacası yazdıkça ve okudukça öyküler daha sağlam bir zemine, kurguya, dile sahip oluyor. Öteki, diğeri, ezen, ezilen, aidiyet, vicdan, özgürlük, eşitlik, kadın, şiddet gibi kavramlar üzerine kafa yorduğum, dert edindiğim, düşündüğüm kavramlar. Bu kitapta ise daha çok kadın dünyasına yoğunlaştım. Kadın dili ve kadın karakterlerin baskın olduğu öykülerden oluştu ‘Peri Kızı Af Buyrun’.
Öykülerindeki güzel yanlardan birisi gerçeklik ile muamma arasındaki perdeyi çekip kaldırman. Yani bizi rahatsız, tedirgin edecek şeyleri göstermen. Okurların tepki gösterebileceğini düşündün mü?
Öyküde üslup olarak zaman zaman büyülü, masalsı bir havada, puslu, efsunlu, sisli şeylerden bahsetmeyi seviyorum. Katı ve sert gerçekliği eğip büküp, kırıp döküp, kesip biçip bambaşka bir gerçeklik algısı oluşturmak düşle gerçeği harmanlamak hoşuma gidiyor. Haklısın, okurun rahatsız olmasını, huzursuzlaşmasını, canının sıkılmasını, durup kendini yoklamasını istiyorum. Öyküleri okurken bir iğne batsın etlerine ve sıçrasınlar oturdukları koltuktan. Dönüp etraflarına baksınlar ya da pencereden dışarı, çevirsinler başlarını sokağı izlesinler, balkona çıksınlar, o çok güvenli evlerini bir terk etsinler, yürüsünler, izlesinler, dinlesinler kuşları, yaprakları, rüzgarı, başkalarını, ötekileri, kıyıdakileri, kaybedenleri görsünler, aramızdan kayıp gidenlere kulak versinler. O zaman bir şeyler değişebilir belki hayatta. Şimdiye kadar gelen tepkiler inanılmaz güzel.
Okuru gözeten yazarlardan mısın? Bize gerçekçi seçimlerin sonuçlarını, etkisini sunuyor musun?
Okuru değil öyküyü gözeten bir yazarım, karakteri, mekanı, zamanı, kurguyu gözetirim. Yazarken kimsenin aklı, fikri, zikri, hissi aklıma gelmez. Malum devir tuhaf bir devir, dünya ihtiyar, çağ şiddete meyilli, toplum düzenbaz. Yara almadan ayakta durmak çok zor. Kahramanlar ne kadar kurgusal, hayal ürünü ya da gerçek üstü olursa olsun yaşadıkları, maruz kaldıkları muameleler, yenildikleri, ezildikleri, direndikleri, isyan ettikleri olaylar bir o kadar gerçek ve hepsi bir şekilde seçim yapıyor ama iyi ama kötü, önemli olan seçtiklerinin arkasında durabilmek, vazgeçmemek, dönmemek.
Kendini bir yazar olarak toplumun neresinde, bir insan olarak neresinde görüyorsun?
Zor bir soru. Yazan biri olarak toplumun vicdan ve merhamet kıyısında, bir insan olarak ise hep borçlu tarafında desem kolaya kaçmış olmam herhalde. Çocukluk, kadın sorunları, yalnızlık, aile içi şiddet,dışlanmışlık, toplumsal baskı ve ikiyüzlülük, merhamet gibi haller üzerine yoğunlaşıyorum. Yani yaşarken kafa yorduğum meseleler yazarken de neredeyse aynı minvalde. Mühim olan insan kalabilmekte, yüreğimizin çürümemesine gayret etmekte, yoksa ten çürümüş ne yazar.
Aslında geniş ölçekli bir şiddetten bahsediyorsun üç kitabında da. Toplumsal açıdan değişen bir şey görüyor musun ya da bir şeylerin değişeceğini düşünüyor musun?
Sanırım bu yüzyılı şiddet çağı olarak anacak tarihçiler. Öyle bir şiddet ki hepimize temas ediyor, maruz bırakıyor, bir şekilde yakamızdan, paçamızdan yakalıyor. Alışıyoruz toplum olarak, en kötüsü de bu ya. Yani mesele bir şekilde şiddetin hayatımıza sızması, TV ekranlarından, telefondan, sosyal medyadan, reklamlardan, filmlerden, şarkılardan, sokaklardan, okuldan, apartmandan, o çok güvenli sandığımız evlerimizden. Son üç yılda dokuz yüze yakın kadın öldürülmüş. Bunlar kaydı tutulanlar, düşünün ne kadar vahim bir haldeyiz, sadece Türkiye de değil, dünyada da durum aynı. Ve en çok şiddeti kadın, en yakınındaki erkekten görüyor ve en güvenli olması gereken yerde,evinde. Değişir mi? Neden olmasın. Umut her zaman var. Birden bire olmaz elbette. Zaman sadece birazcık zaman.
Kendinizi kime yakın buluyorsunuz yani yazınsal anlamda? Etkilendiğin yazar ya da yazarlar var mı? Hangi yazarlar esin kaynağı oluyor?
Yazınsal anlamda ya da daha doğrusu ruh ve yol arkadaşlığı konusunda Borges, Cortazar ve Marquez hatta yenilerden Zambra ilk aklıma gelenler diyebilirim.Yerli edebiyatta ise iyi yazılan roman, öykü ve şiir her zaman bana ilham vermiştir. Hasan Ali Toptaş, Murathan Mungan, Didem Madak, Birhan Keskin, Sait Faik, Şule Gürbüz, Sevgi Soysal, Füruzan etkilendiğim, dönüp dönüp tekrar okuduklarım arasında yer alırlar. Bunun yanında okumaktan büyük keyif aldığım Alice Munro, John Cheever, Raymond Carver, İan McEwan gibi şahane yazarlar da var elbet. Okudukça yazasım geliyor. O yüzden güncel edebiyatı da yakından takip ediyorum.
‘Peri Kızı Af Buyrun’ un yazım sürecinden bahseder misin? Nasıl yola çıktın?
Belki biraz erken ama yeni kitap hazırlıklarına başladın mı?
Biten bir dosya var şu anda. Hatta tematik bir bütünlüğü olan yeni bir dosyaya daha başladım. Bakalım zaman gösterecek nasıl öykülerle yola devam edeceğimi. Yeter ki yazayım okuyayım.
Kitaptaki öykülerin çoğunluğu kadınların ağzından anlatılıyor. Şiddet gören, ezilen, toplumsal baskıya uğrayan, mağdur olan, eve kapatılan, öldürülen ve fakat aynı zamanda başkaldıran, isyan eden, gerekirse kendini feda eden kadınları yazmışsın. Neden kadınlara dair masallar?
İlk iki kitapta bildiğin gibi toplumsal kırılma noktalarında yaşanan acılara, travmalara, kötülüğe dair öyküler daha yoğunluktaydı. Ama bu kitapta daha çok kadın odaklı, kadınların baskın olduğu karakterler ön plana çıktı. Toplumsal şiddet o kadar yoğun bir gündem oluşturuyor ki artık kadına şiddet haberleri haber değeri bile taşımıyor neredeyse, bir iki satırla geçiştiriliyor.Kadınların isimleri bile anılmıyor artık, rakamlardan ibaret birer istatistiksel verilere dönüştü. Oysa bu kadınların birer ismi, hayatı, hikayeleri var. Umutları, yarınları ve bir geçmişleri var. Öyküler işte böyle bir zamanda ortaya çıktı. O yüzden kadın, o yüzden masal, o yüzden gerçekçi değil gerçek kahramanlar, o yüzden düşler kuran kızlar. Bu kitaptaki kadınlar hepimizin tanıdığı kadınlar, anneler, kız kardeşler, teyzeler, komşular, arkadaşlar, çoğu gece gezen kızlar. Sesleri kısılan kadınlar dile gelsin istedim.
Yazdığım çoğu öyküde zaten olabildiğince eril dilden uzak durmaya çalışan bir yazarım. Ama bu kitaptaki öyküler eril dilin tamamen dışına kaydı, daha cinsiyetsiz, daha dişil bir dünyaya ait hale geldi yazdıkça. Özel bir çaba gerekli miydi bilmiyorum ama annemin diline, ninemin sesine, teyzemin kahkahasına, komşuların muhabbetlerine ne kadar aşinaysam bu öykülerin diline de o kadar hakimim diyebilirim. Zor değil bence. Zaten o dilin kucağına doğuyoruz. Önemli olan o dili korumak, kollamak, kaybetmemek, hatırlamak. Özel bir çalışma değil ama bir özen istiyor belki de.
Kitap tanıtımında masal ibaresi oldukça fazla kullanılıyor. Öyküleri birer masal olarak da okuyabilir miyiz? Neden karanlık masallar?
Öykülerin hepsi masal değil elbette, masal tınısı, tadı olanlar yoğun hissediliyor belki de. Özel bir çaba sarf etmedim ama seksenler çocuğu olarak masallarla büyüdüğümü söyleyebilirim. Masal kitapları okuyup, Adile Naşit’ ten uykudan önce masalları izleyip, radyo tiyatroları dinleyen bir jenerasyondan geldiğim için belki de masalsı bir anlatımı tercih ediyorum. Düş ile gerçek kol kola. Marquez’in büyüsünü de unutmamak gerekir. Neden karanlık dersen; bir gazetenin üçüncü sayfasına birkaç saniye bakmak, bir haber programını ya da bir televizyon dizisini bir süre izlemek yeterli sanırım. Aşk, töre, namus, kıskançlık, cinnet, delilik sebebi ne olursa olsun o kadar şiddet dolu bir dünyada ikamet ediyoruz ki bütün bunları ancak masalmış gibi anlatabilirdim zannımca. Uyutmayan, kağıt kesiği gibi sızlatan cinsten masallar. ‘Peri Kızı Af Buyrun’ biraz gerçek, biraz masal, biraz düş, biraz rüya af buyrun.