Sabahattin Ali’nin ele aldığı eserlerinde içinde yaşadığı toplumun her sorununu dile getirmeye çalıştığını görürüz. Edindiği üslup kuşkusuz edebiyatın bir amacı olduğu düşüncesinin ürünüdür. Bu düşünce onu bugün üzerinde fazlaca konuşulan bir kavram üzerinde düşünceye itmiştir. Böylece Toplumsal cinsiyet olgusuna, onun eserlerinde kendini kuşağındaki diğer yazar arkadaşlarına oranla daha fazla rastlarız. “Çilli” öyküsünü bu bakış altında incelemeye çalışacağız.
“Çilli” öyküsü, öğretmen olan anlatıcının İzmir’in sıcak ve boğucu bir gününün gecesinde soğuk bir şeyler içmek için bir bara girmesi ile başlar. Anlatıcı öykü girişinde bardaki kişileri betimler:
“… Daha ortalama bir masada dört beş Marmarisli gemici, süngercilikten kazandıkları para ile aldıkları motörün son seferinde ellerine geçeni, biri Rum, biri Türk iki şişman kadına üst üste bool ısmaralayarak tüketmeye uğraşıyorlardı… Okumuş yazmış olanla kara cahili, kibar terbiye görmüş olanla ömrünü ekmek parası ardında ve denizde harcarken terbiye vakti kalmamış olanı, iyi ile kötüyü aynı halde, aynı tek biçime sokan sarhoşluğun o ilerlemiş haddi, bütün erkeklerin suratında yılışık, şehvetli, ama tamamen ruhsuz bir maske halinde sırıtıyordu. Sarhoş olsun olmasın bütün kadınların yüzlerinde, hareketlerinde ise: ‘Aman Yarabbi, ne zaman bitecek!’ diyen bir ifade vardı ve bununla bu geceyi değil, bu hayatlarına da değil, her şeyi, ama her şeyi kastettikleri besbelli idi.”[1]
Anlatıcı barın içine göz atarken tek başına oturan sarışın, omuzları ve göğsü açık bir kızı ona bakarken görür. Anlatıcıya bu kız yabancı gelmez ve onu birine benzettiğini, daha çok da bu kadar delikanlı barda varken onun neden yalnız oturduğunu düşünür:
“Öyle pek çirkin değildi. Sonra gecenin bu saatinde erkekler sarılıp ortada dönecekleri kadınların yüzlerine bakmıyorlar, sadece ellerinin dokunacağı bir çıplak et ve burunlarını dolduracak keskin bir kadın kokusu arıyorlardı.”[2]
Kadın bir garson göndererek anlatıcının masasına gelmek istediğini söyleyince anlatıcı onu kabul ederken aslında onu tanıdığını da anlar:
“Yüzüne yakından baktığım zaman, onun biraz yukarıya kalkık burnunu, çekik ve tatarımsı gözlerini, hele o burnu ile gözlerinin altına doğru yayılan kırmızımtırak çilleri muhakkak tanıdığımı anladım. Ama nereden tanıyorum, diye yine kendimi zorlamadım. Kadın susuyor, hep o faydasız gayretle yüzünün adalelerini oynatıyordu. Bir şey söylemiş olmak için:
‘Niçin dans etmiyorsunuz?’ dedim.
Eliyle, ‘Haydi be!’ der gibi bir işaret yaptı, sonra birdenbire ayağa kalkmak ister gibi toparlandı. Sarhoşluğu hiç belli olmayan bir sesle:
‘Beni tanımadın mı Hoca?’ dedi,
O zaman birdenbire bir tuhaf olduğumu hissettim. Sırtımdan sıtma titremesine benzeyen bir ürperme geçti.
‘Kız’ dedim. ‘Kız… sen…’
‘Evet. Ben! Ben…’ dedi. ‘Nigâr… Aydın’da…’ “ [3]
Anlatıcı, yıllar önce Almanca dersi verdiği aydınlık sınıfta orta sıraların en önünde oturan saçları örgülü, çilli küçük kız çocuğu anımsar. Nigar’da on dört yıl önce okuttuğu, bütün ögretmenlerinin ve arkadaşlarının sevgilisi olan on iki yaşında zeki ve yerinde duramayan haşarı bir kızdır. Fakat Nigâr daha on beş yaşında iken, ortaokulu bitirir bitirmez, babası onu istasyonda sef muavini olan kırk beşlik bir adamla evlendirir. Adam sarhoş, kıskanç ve çekilmez biridir. Nigâr ‘ın birgün kıskanç kocasının hakaret dolu saldırısına uğrar:
“ ‘Parklarda delikanlılarla konuşmuşsun! Benim bu memlekette namusum var, kaltak!’ diye üstüme yürüdü. Bende de artık sabır taşmış, ‘Herif senin neyin var bilmem ama, neyin yok pek iyi biliyorum. Yeter artık sünepe kahrı çektiğim!’ deyivermişim.
‘Sen misin diyen! Herif kapı arkasından şemsiyesini kaptığı gibi basıma gözüme vurmaya başladı.”[4]
Nigâr o günde gelen ortaokuldan tanıdığı ve eve davet ettiği arkadaşı Kemal’i, bu olayı görünce kalkar ve kaçar adımla gider. Nigâr da arkasından sonucunun nereye varacağını düşünmeden “Gitme Kemal, senin yüzünden başıma bunlar geldi!”[5] diyince kocası bu lafı büyütür ve onu tüm Aydın’a rezil eder. Böylece Nigâr da evi terk eder. İzmir’ e giderek orada bir barda çalışmaya başlar. Fakat bir gün Kemal, tesadüf eseri birkaç arkadaşıyla birlikte bara geliverir. Nigâr’ı görür görmez onu götürmek için dil döker:
“‘Ah, sen benim yüzümden buralara düştün. Bu mesuliyet beni mahvediyor!’ falan hep sarhoş ağzı […] Ben seni burada bırakmam, yürü gideceğiz, beraber yaşayacağız. Nikah edeceğim!’ deyince kandım. Bar sahibi ile hesabımı kestim. Zaten alacaklıydım. Hepsini bağışladım. Hır çıkmadan bıraktılar. İstanbul’a gittik. Beş altı ay oturduk. ‘Babamdan izin çıkarsa nikah edeceğim!’ diyip dururdu. Canım, keyfine kalmış bir şey ister etsin ister etmesin, vız gelir. Ama günün birinde baktım gebeyim. ‘Hemen çocuğu aldır!’ dedi. ‘Ne lüzumu var’ diyecek oldum. ‘Olmaz, olmaz! Nikâhsızken çocuk istemem!’ dedi Baktım asıl korkusu, çocuk olursa balta olurum diye. Bana namus numarası yapıyor. Bir gözümden düştü, bir gözümden düştü! Böyle budala yerine koymuyorlar mı, işte insana asıl o dokunuyor…‘Sen üzülme! Ben İzmir’e giderim, tanıdık doktor var, masrafsız, gürültüsüz aldırırım!’ dedim.”[6]
Fakat, Nigâr çocuğu aldırmaz ve bir vapurla soluğu barda alır. Artık hayatını tamamen doğacak çocuğuna adar. Sarhoş sütü çocuğa yaramadığı için çocuğa bakıp emzirmesi için bir kadın tutar. Hocasından isteği ise çocuğuna bir yuva bulmasıdır. Anlatıcı buna rağmen babasına haber vermesini söyler:
“‘Ama babasına neden haber vermiyorsun?’
‘Ne münasebet,” dedi.’ Çocuğunu istemeyene ne diye haber verecekmişim?”[7] der ve anlatıcıdan sarhoş adımlarla uzaklaşır.
Öyküdeki toplumsal cinsiyet kavramlarına dair izlenimler:
Sabahattin Ali öyküdeki “bütün erkeklerin suratında yılışık, şehvetli, ama tamamen ruhsuz bir maske halinde sırıtıyordu. Sarhoş olsun olmasın bütün kadınların yüzlerinde, hareketlerinde ise: ‘Aman Yarabbi, ne zaman bitecek!’diyen bir ifade vardı” cümleleri ile bar betimlemesinde erkeğin ruhsuz cinsel arzusunu görürken kadının da görülmeyen ve hatta ancak erkeğin “cinsel arzusunu” tatmin eden bir araç olarak görülmesini dile getirmiştir düşüncesindeyiz.
Sabahattin Ali, erkeklerin arzularını uyandıran ve onları duyarsızlaştıran sarhoşluğun, kadınlar için nasıl da tahammül edilemez bir hal aldığını anlatırken bu erkeklerce bardaki kadınlar, barda bulunan erkeklerin tacizlerine -bulundukları mekândan dolayı- adeta layık görülürler. Oysaki kimse tarafından on beş yaşındaki çocuk yaştaki bir kızın çok yaşlı bir adamla evlendirilmesini sorgulamaz. Barda çalışan kadınlar ise erkeklerden gelen sözlü tacizlere ses edemezler. Böylece yazar “taciz” kavramını da birçok eserinde olduğu gibi sorgular.
Yazar “sadece ellerinin dokunacağı bir çıplak et ve burunlarını dolduracak keskin bir kadın kokusu arıyorlardı.” cümleleri ile kadının erkek arzusu noktasında nasıl da nesneleştirildiğinin de altını “et” tanımı ile dile getirir. Yazar da ayrıca “Rum kadına bool ısmarlayan erkekler” den söz açarak yabancı kadınlara dair çalışma boyunca gözlemleyeceğimiz cinsel ihtiyaçların giderilmesi noktasında en önde olan halleri ile dillendirdiğini görürüz. Bu kez bir Türk kadından da bahsetmiştir. Türk kadınlarının yerini romanlarında ve öykülerinde daha çok Ermeni ve Rum kadınlarının olduğunu fakat bu seçimi yazarın değil, yayınevlerinin yaptığını biliyoruz. Hep Genç Kalacağım kitabındaki mektuplara baktığımızda Remzi yayınevi, yazardan sürekli yazdıklarını hafifletmesini ya da kadın karakterlerde değişiklik yapmasını sebepleri sıralayarak istemiştir.[8] Bu durum yazarın toplumsal cinsiyet algısını anlamamızı kolaylaştırmıştır.
“‘Parklarda delikanlılarla konuşmuşsun! Benim bu memlekette namusum var, kaltak!’” ifadesindeki “kaltak” küfür sözcüğündeki hakaret kadının cinselliği ile dile getirilir. Öyküde geçen bu cümle ile birlikte “Nikâhsızken çocuk istemem!’ dedi Baktım asıl korkusu, çocuk olursa balta olurum diye. Bana namus numarası yapıyor.” ifadelerinin geçtiği cümlede yazar, toplumsal cinsiyetin kavram olarak üstünde düşündüğü ve bugün hala toplumların kutsadığı “namus” kavramından söz eder.
Öyküde “annelik” kavramı da incelenebilir. Nikahsız bir şekilde çocuk sahibi olan Nigâr çocuğunu birlikte yaşadığı adamın onu terk etmesine rağmen aldırmaz. Zor hayatına rağmen çocuğu doğurma kararını kendisi alır. Böylece Nigâr’da bütün öykü boyunca geleneksel kadın algısının dışında güçlü bir duruş görürüz. Çünkü “annelik” bu öyküde eril toplumun mecbur kıldığı çocuk üreten kadın rolünde gerçekleşmemiştir.
Öyküdeki erkekler okumuş da olsalar eril toplumun ürettiği, rollerini belirlediği erkekliktedirler. Namus onları gerekirse koruyan bir perdedir. Ayrıca bir kadınla birlikte yaşamak ancak kadın düşmüş bir kadın olursa geçerlidir. Yoksa evlilik kurumu işin içine girer. Kemal çocuğunun olduğunu öğrenmesine rağmen Nigar’la evliliği babasına danışmak bahanesi ile ertelemiştir. Evlilik eril toplumun kalıplarında olmalıdır. Bu öyküdeki gibi birlikte yaşamak durumu diğer öykülerde rastladığımız bir durum değildir. Ancak bu durumu İçimizdeki Şeytan romanında Macide ve Ömer karakterlerinde göreceğiz. “Bir gözümden düştü, bir gözümden düştü! Böyle budala yerine koymuyorlar mı, işte insana asıl o dokunuyor… ‘Sen üzülme! Ben İzmir’e giderim, tanıdık doktor var, masrafsız, gürültüsüz aldırırım!’ dedim” ifadesinden yola çıkılarak açıkça söylenebilir ki düşmüş bir kadın olan Çilli aynı zamanda oldukça güçlü ve namus diye bağıran insanlardan oldukça dürüsttür. Bu durumu açıkça birçok öyküsünde öne çıkaran Sabahattin Ali, bir kez daha kadını ve sorunlarını toplumda gören ve savunan bir öykü kaleme almıştır.
[1] Sabahattin Ali, Sırça Köşk, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014, s.64
[2] Age., s.65
[3] Age., s.65-66
[4] Age., s.67-68
[5] Age., s.68
[6] Age., s.68
[7] Age., s.69
[8] Sabahattin Ali, Hep Genç Kalacağım, Haz. Sevengül Sönmez, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014,