Çantalarımızı taşıyan görevli üç kişilik odayı açtı, önden kendi girdi. Parfüm sıkılmış, havalandırılmış, nevresimleri değiştirilmiş, kahve makinesine taze su eklenmiş, mini barı doldurulmuş odamızı bize takdim edip ayrıldı.
Sırtımdaki fazlalıkları vestiyere fırlatıp ebeveyn yatağına attım kendimi. Nihal ile Aybike birer yanıma uzanmadılar da sanki havuza dalar gibi bıraktılar kendilerini. Hava kararmış, yorgunluk gözlerimizden düşüyordu.
Nasıl uyudum, nasıl dinlendim bilemedim ama gözlerimi açtığımda gün ışığı bütün ihtişamıyla cama vuruyordu. Vücudum bütün yorgun, miskin, bitkin hallerinden sıyrılmıştı. Kızlar benden erken uyanmışlar, duşlarını almışlar, makyajlarını tazelemişler –sabah makyajsız çıkmazlar- Türk televizyonlarından haberleri izliyorlardı.
Restorana çıktık şarkı söyleyerek, yeni yepyeni bir hayat hayal ederek. Kahvaltı tabağımızı doldurup balkonda tentenin altına oturduk. Nihal’in kahvaltıyla başlayan telefon konuşması bitmek bilmedi. Burada kimi kimsesi yok, aile efradı Arjantin’de biliyordum lakin yanılmışım, çocukluk arkadaşları varmış meğer. Kahvaltı bitmiş, sigara keyfine geçmiştik ki Aybike de telefona sarıldı. Üç güne kalmaz bunların Türk arkadaşları doluşur buraya diyorum içimden. Bence zararı yok. Bütün Türkler, bu arkadaşlarım gibiyse dünyanın cenneti Türkiye demektir. Cennetül alası da şu Akdeniz kenti.
Yüz elli metrelik yokuşu dik inen taşlı yoldan durmaksızın adımladık. Nihal, Aybike ve ben Cortazar. Sigaram yarım, nemli havaya karışan duman gözümü yakıyor. Mavi gözlerim bu yüzden kısık. Nihal uzun boylu, iri gözlü, geniş alınlı. Aybike de uzun ama Nihal kadar değil, ağzı küçük, kaşları çekik denecek kadar hayret bakışlı. Çinlileri andırıyor bu hali. Bu iki Türk kızıyla gülüşe oynaşa kumsala indik. Ülkelerinde benim gibi nitelikli bir Batılıyı ağırlamaktan duydukları memnuniyeti dile getirmekten bıkmıyorlardı. Bütün Türkler böyle mi acaba! Kendi ülkelerine gelen yabancıları bütün Türkler böyle minnetle mi karşılarlar acaba! Kürtler de böyle mi acaba! Devlet kurma macerası yüz yıldır hayal olmaktan gerçeğe dönüşemeyen Kürtler de böyle miydi?
O zaman Saire Sirella niye öldürüldü?
Onlar beni överken ben de sürekli övülmekten bıkmıyordum ama aynı şeylerin tekrarı bir süre sonra sıkmaya başlamıştı. Neyse ki ulaşmıştık.
Kumsalda paravanlarla ayrılmış bölmelerden birini kiraladık. Pazarlık yapmadık. Fiyatı nedir demedik. Çalışanın istediği parayı uzattık. Ucuzdu bizim için. Anahtarı da var. Bu iyiydi. Eşyalarımızı koyar yüzmeye kayıtsız çıkarız.
Paravana gireceğimiz sırada, o kesif, o ağır, o göz açtırmayan sıcağın, güneşin altında “Cortazaaaar!” diyen bir ses böldü keyfimi. Şaşırdım. Ben Türk kızlarıyla Türkiye’nin güneyine Arjantin’den kimse gelmemiştir umuduyla, rahatlığıyla, bir nevi ıssız adaya geldiğim hissiyle yaşarken birden bire Marquez’in sesini duymak beni çıldırttı. Onu selamladım. O da Türklerle beraber gelmiş. On gün kalacakmış. Bugün birinci günleriymiş. Bir an şaşırdım. Ben Marquez, o Cortazar mı acaba! Bütün program aynı. Üstelik onun da yanında iki Türk kızı var.
Beni şaşırtan başka bir şey ise onlarla aynı uçakla gelmiş olmamız. Karşılaşmamamız olanaksızdı. Nasıl olmuşsa olmuş işte. Karşılaşmamız kumsala kalmıştı.
Marquez, bize otuz metre uzaklıkta bir paravanda idi. Sıcağa daha fazla dayanamazdım, o da sıkılmış olmalı ki paravanına döndü.
Ama gözü Nihal’de kaldı. Arkadaşımı iyi bilirim. Kadınlara düşkünlüğü yoktur. Aksine kadınların ona düşkünlüğü vardır. Nihal de öyle böyle değildi. Bir doksan beş boyu, yeşil gözleri, perçemli siyah saçları, açık teni ve daima gülen dudakları… Karşısındakinde durmadan öpme, daima öpme sarılma hissi uyandırır. Karşısındakinde bir serap etkisi, bir yanılsama dalgası oluşturur.
Arkadaşımda da böyle bir yanılsama dalgası uyandı sanırım. Paravanına giderken üç kez ardına döndü, baktı bize. Aslında Nihal’e baktı.
Paravanda hazırlığımızı yaptık. Bağırış çağırış kendimizi Akdeniz’in köpüksüz sakin dalgalarına bıraktık. Deniz tenha değildi. Sanırsın bütün Avrupa, Rusya, Asya buraya akın etmişti. Ben ilk kez geliyordum. Bu benim suçum değildi. Nihal ile Aybike’nindi tabi. Onlara üç yıldır söylüyorum. Onları da suçlamamalı. İlk defa bu yaz programı ayarlayabildik. Sinema sektörü, reklam sektörü gibidir. Boş bıraktığın an başkası doldurur boşluğu. Bizim şirket hem film yapıyor, hem reklam, hem de yayın. Böyle olunca boş kalmak neredeyse mümkün olmuyor. İnanın bazı öykülerimi tuvalette kulazet kapağına oturup yazdım. Kabız olduğumu bahane ederek uzun kalıyordum. Bu da bir çıkış yoluydu bana. Aynı bölümde çalıştığım Nihal, Aybike, Alise, Xzegue, Dramascue ve Alamünite bana hayrandırlar. İnsanüstü güçlerimin olduğuna inanırlar. Öykülerimi nerede yazdığımı bilseler beni sahtekârlıkla suçlarlar. Zamanı iyi ayarlama meselesi. İyi ile kötü arasında ince bir çizgi var. Ben o çizgiyi korumayı becerebildiğim için yazdıklarımı okuyorsunuz. Bunun için dünyanın yüz elli dilinde eserlerim yayınlanıyor.
Dalgalar arasında vücudumuzun tuzlu suyla teması olağanüstü haz veriyordu. Biz denizle, dalgalarla, tuzla oyalanırken Marquezler de geldi. Su topu oynamaya başladık. Nihal’in teklifiydi.
Ben, Aybike ve Marquez’le gelen kızlardan Aleyna ile üçümüz bir takım olduk. Maquez, Nihal ve Lale bir takım oldular. Marquez, topu yakalama bahanesiyle Nihal’in olduğu tarafa atılıyordu. Ben de onu kışkırtmak için Aleyna’ya yaklaşıyordum. Aybike, böyle şeyleri umursamazdı. Marquez’in de oralı olmadığını fark edince ben de vazgeçtim.
O gün ve sonraki gün çok güzeldi. Oynadık, yüzdük, eğlendik, çarşıyı dolaştık. Bazlama yemeye gittik bir kır kahvesine ikinci gün. Kızların arkadaşları geldi. Öyle bir cümbüş başladı ki anlatamam. Üçüncü gün Müslümanların toplu ibadet günüydü. Yani Cuma günleri öğle vaktinde camilere doluşuyorlar. Özel bir an. Nasıl tapındıklarını merak ettim ama kızlar beni götürmediler. İçeri giremeyiz dediler. Onlar güzellik uykusuna daldıkları zaman ben giyinip çıktım. Taksici dilimden anlıyordu. Beni camiye götürmesini istedim. Şehy Ahmet camisinde Müslümanların ibadet biçimlerini izledim. Eğildiler, yattılar, kalktılar. Hepsi aynı anda sanki bir ipe tutunmuşlar gibi. Ne ileri giden var, ne geri kalan var. Bir süre sonra önce sağa sonra sola bakıp kalktılar. Mahşer meydanına döndü alan. Caminin içinde bir kaynaşma oldu. Ayakkabısını alan gitti. İçeride az bir insan grubu kaldı. Onlar da tespih çektiler, ellerini bizim gibi açıp dua okudular, sonra da kalkıp gittiler.
Otele döndüğümde kızlar uyanmış, lobide arkadaşlarıyla laklaka başlamışlardı. Beni görünce şaşırdılar. Nereye kayboldun sen dedi Nihal. Sizin götürmediğiniz yere gittim dedim. Güldü. İlginç bir tecrübe yaşamışsındır dedi. Öyle oldu dedim. Sen de gelseydin daha güzel olurdu ama sorun yok dedim. Akıllı dedi, dikkat etmedin mi o özel anda hiç kadın yoktu. Şaşırma sırası bendeydi. Müslümanların toplu ibadetine öyle hayran kalmıştım ki, o anı izlemek, o duruma tanık olmak telaşıyla ortamda hiç kadın olmayışına dikkat etmemişim.
O gün denize gitmedik. Eski çarşıda dolaştık. Hediyelik eşyalar aldık. Köy pazarında kadın satıcılardan meyve aldık. Bizim orada da köylü kadınlar pazar kurarlar. Ülkemle Türkiye arasında böyle bir benzerlikten memnun oldum.
Burada insanlar öğle vakti uyuyordu. Öğleden sonra, akşama doğru denize giriyor, sonra da kafeler, barlar, kır gezintileri ile geceyi yaşıyorlardı.
Akdenizliler gece kuşlarıydı. Gün ışıyıncaya kadar mağazalar açık, sokaklar, eğlence merkezleri lebaleb. Ben Akdenizliler diyorum ama benim böyle dediğime bakmayın, gece boyu gezenler dışarıdan gelenler. Yerliler de hizmet sunma maksadıyla yahut görev amacıyla gece boyu ayaktalar. Biz de bazen onlara ayak uyduruyor, sabaha kadar geziyor, eğleniyorduk.
Uyuduğumuz gecelerden birinde geç vakit lavaboya giderken Nihal’in yatağını boş gördüm. Nereye gider bu vakitte bu kız. Daha önce çıktığını hatırlamam. Birkaç münferit olay dışında. Evcimendir çünkü. Gezmeyi sever ama yalnız kalmaya tahammül edemez.
Güzel günler çabuk geçer ve akılda kalmaz. Mutsuz günler de bitmek bilmez. Bizimki güzeldi ama yine de akılda kalıcıydı. Çünkü yıllardır merak ettiğim Türkiye’ye gelmiş, sıcak denizde keyfimce yüzmüş, iş arkadaşlarımın ait olduğu milleti tanımıştım. Burada metro yolculuğunda yapış yapış insan kalabalığının iğrenç ter kokusu yoktu. Ancak denizin tuzu, yosunu ve arkadaki dağlardan esen orman kokusunun insanın içini açan ferahlığı vardı. Buranın havasını içime çekince havai adalarını anımsıyordum. Orada geçirdiğim çocukluğumu… Sonra babamın bana –yalnızca bana- uzak ülkelere dair anlattığı masalları… İşte bu kentte masal ülkesindeymişim heyecanını neredeyse her gün hissettim. Bunda Aybike ile Nihal’in güzelliklerinin ve etraflarına yaydıkları pozitif enerjinin payı da büyüktü. Onların arkadaşlarını anlatmalıydım asıl. Ama anlatabilir miydim ki. O enerji dolu, o insanlık dolu kızları anlatmaya benim dilim yetmezdi. Bunun için Türkçeye özgü deyimleri, atasözlerini bilmem gerekirdi. Burada bütün kızlar toplanıp bana “merhaba” demeyi öğrettiler ama kelimenin orta hecesini çıkarırken zorlanıyorum. Gırtlağım parçalanıyor sanki.
Nihal etek giymezdi. İlk kez bu Akdeniz kentinde benim için giymişti. O, çocukluğundan beri pantolona, tayta alışmıştı. Etek giyersem kendimi elbisesiz sanıyorum diyordu. Bir keresinde de kendimi köylü hissediyorum etek giyince dedi. Meğer evde etek giymeye çalışmış. Lakin etekle yaşayamayacağına karar vermiş.
Buraya gelişimizin beşinci gününde benden erken kalkmışlar, giyinmişlerdi. Bu kızların uyku düzenlerini anlamıyordum. Benden geç yatıyorlar benden erken kalkıyorlardı. Neden böyle, bunu nasıl başarıyorsunuz dedim. Öğle uykusu dediler. Gündüz bir saat uyku gecenin üç saatine bedel dediler. Ben de denemeye karar verdim. Sonra Türkçede bir atasözü varmış bu konuyla ilgili. Aybike’nin çocukluk arkadaşı söyledi: “Mısırın geç yeteninden, kadının geç kalkanından hayır gelmez.”
Bu Türkler, gerçekten ilginç insanlar. Kadınları erken kaldırmak için ne sözler üretiyorlar böyle. Bizde de kadınlar erken kalkar ama onların erken kalkması için böyle sözler yoktur. Hatta erkekle kadın aynı anda yatar, aynı anda kalkar der bizim sosyal yasalarımız.
Dedim ya bunların hayata bakışı bizimki gibi değil. Mesela sucuklu yumurtayı niye severler anlamış değilim. Hele de sarımsaklı sucuklar! Anımsarken bile böğürüyorum. Her şey güzeldi de bu sucuklu yumurta yok mu! Yaz günü yumurta yenmez dediysem de anlatamadım. Domatesi pişiriyorlar üstüne de yumurta kırıyorlar.
Bizimkilerin Türk arkadaşları üç gün kalıp gittiler. Biz baş başa kaldık. Marquezler de çevre illere gidip geliyorlardı. Fethiye, Tarsus, Bodrum… Ben Bodrum sözcüğünü duyuyordum her ağızda. Kızlara biz de gidelim dedim. Yedinci günü Bodrum’da geçirdik. Muhteşem bir yerdi. Dünya cenneti desem abarttığımı sanırsınız lakin dünya cennetinden de güzeldi. Üstelik Bodrum bana bir Türk yazar hediye etti: Halikarnas Balıkçısı. Adamın adı bu değil elbette. Kitaplarında kullandığı imzaymış. Gerçek adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Sürgün gelmiş. Bizim gibi keyif yapmaya değil. Sürgün gelmiş ama şehri güzelleştirip gitmiş. Sokaklara, caddelere dünyanın dört bir yanından ağaçlar, çiçekler getirtmiş, yetiştirmiş. Şimdi şehrin manevi mimarı olarak adı dillerde, gönüllerde yaşıyor.
Sekizinci, dokuzuncu günler denizden çıkmadık. Bu sıcak, bu tuzlu, bu avuç avuç güneş dolu sahili bir daha nerede görecektim. Vaktimi karada harcıyordum zaten. İki gün neredeyse çıkmadık diyeceğim. Yemek, uyku ve bazı ihtiyaçlar için denizden çıktık. Onun dışında hep dalgaların kucağında idik.
Dönüş yolunda Maquezlerle ahbaplığımızı ilerletmiş, birer aile olmuştuk. Sevinçliydik. Kızlarda burukluk vardı. Biz ise bütün stresimizi atmış, on gün boyunca işten, kitaptan, sinemadan, reklam çekimlerinden, yazıdan uzak kalmış, sadece yaşamıştık. Marquez’in üç yıl sonra Akdeniz Hatıraları kitabını okuyunca onun hiç de kafa dinlemediğini anladım. Kitaptan öğrendiğime göre de Nihal’le Türkiye hakkında konuşmuşlar. Nihal anlatmış o yazmış. Bense onun Nihal’a başka türlü ilgi duyduğunu sanmış ve şaşırmıştım, yanılmışım.
Tanıdığım Türkler bir yerden ayrılmak istemezler. Kaldıkları mekânla hemen ünsiyet kurarlar. Biz Arjantinliler ise kaldığımız yerle doğrudan ilgi kurmayız. Oranın bize hizmet için kurulduğu düşüncesiyle yaşarız.
Otele geldiğimiz akşam ebeveyn yatağında uyuyakalışımıza gülüyorduk. Üçümüzün de o gece hakkında bir fikri yoktu. Benim aklımda otelin bahçesindeki oya ağacı kalmış. O pembe, o alımlı çiçekleriyle oya ağacı. Zakkumdan, palmiyeden, makiye kadar sayısız bitki, çiçek, ağaç vardı. Daha sonra dağ gezilerimizde onları fotoğrafladık. Küçük derelerin üzerine kurulan kemerli, ahşap köprülerden geçerken tepemizde ya söğüt, ya dişbudak yahut sedir ağacı vardı.
Ben bir gördüğümü asla unutmam. Unutmam ama onu anımsayarak yaşamayı da doğru bulmam. Lüzum olursa hatırlarım. Türk kızları koyları, akasyaları, makileri, ıhlamurları, manolyaları söyleyip duruyorlardı.
Şimdi Marquez’in hatıra kitabından “Cortazar Kumsalda” bölümünü okurken kendimi Akdeniz nehrinin kollarında hissediyorum. Şu kule çökmeseydi keşke. Nihal ile Aleyna yaşasaydı. Yine gider, yine kumsalda bir paravan kiralar, yaz sıcağında öyküler düşlerdik.
Marquez domuz gibi sağlam. Yan yana gelsek oğlum sanırsınız. Beni kızların ansızın ölümü çökertti. Evlenmedim. Aile kurmadım. Bütün hayatımı iş arkadaşlarımla geçirdim. Kırklı yaşlarımda şirkete gelen o iki Türk kızı ile o yaz tanıştığımız Aleyna ve Lale bana can yoldaşı oldular. Yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik konuları onlar varken hiç sorun olmadı. Düşünmedim bile. Öyle hamarattılar ki. İşleri öylesine seri yapıyorlardı ki onların iş olduğu aklıma bile gelmedi. Şimdi evin halini görseniz mezarlık sanırsınız. Kimsesizler harabeliği gibi.
Türkiye tatilinden döndüğümüz yıl şirketin işleri büyüdü. Uluslar arası filmler, reklamlar çekmeye başladık. Haliyle biz de kuleye taşındık. O gün geç uyandım. Tanrı’nın bana armağanı biraz daha yaşamam oldu. Kızlar neredeydi. Hepsi orada mıydı, kurtulan olduysa nereye kayboldular? Şu yaşıma geldim hiçbirinden bir haber alamadım.