İçindeki ufak adalarla, tarihin yıkıntı halindeki izleriyle, çevresi ve kuşlarıyla hayli ‘kalabalık’ görünen Bafa Gölü, tuhaf, meraklı bir ayrılık imgesi taşır. Daha baştan bir ayrılıkla var olduğundandır belki: Eskiden ‘Latmos Körfezi’ adıyla Ege denizinin bir parçası iken; Büyük Menderes, taşıdığı alüvyonla zaman içinde onu denizden ayırır. ‘Kara toprak’ da aslında kendine ait olduğunu kanıtlamak istercesine onu içten sahiplenir. Zaman da bu kanıda olmalı ki, onu tuzdan arındırır. Adalar Denizi, bu ayrılık konusunda şimdilik sessiz; sonradan bir hak iddiasında bulunur mu orası bilinmez. Nitekim Göl, Ege gibi ‘tırtıklı’ kıyılarıyla koptuğu yerin izlerini hâlâ taşımaktadır.
Bafa’nın, hayranına daha ilk anda taşırdığı o tuhaf ayrılık imgesinde dünyanın mitoslarla anlamlı kılındığı zamana ait ‘Selene ve Endymion’ efsanesinin payı az olmasa gerektir. Geceleyin göl ve çevresine onca güzel serpilen ay ışığının öyküsüdür bu: Ay tanrıça Selene gönlünü Beşparmak (Latmos) Dağı’nda sürülerini otlatan yakışıklı çoban Endymion’a kaptırır. Endymion da tanrıçaya âşık olmuştur tabii. O da geceleyin Bafa ve Latmos’a aydınlık ve şenlik katan bu olağanüstü ışık cümbüşüne kavalının ezgileriyle katılır. Kendisini ışıklarıyla sarmalayan, ışıklarıyla öpen tanrıçanın kollarında uykuya dalarmış. Gel zaman git zaman Selene bir süre görünmez olur; geceleri o görkemli ışık cümbüşünün yerini giderek işkenceye dönüşen bir karanlık alıverir. Böyle gecelerden birinde Olympos’un efendisi Zeus, delikanlıya görünerek bir dilekte bulunmasını isteyince, Endymion da ‘sonsuz uyku’ diler. Tanrı Zeus, onun bu dileğini hemen yerine getirir. O gün bugündür; Selene, yas tutmadığı gecelerde gelir Latmos eteklerinde sonsuz uykusunu uyumakta olan sevgilisine ışıklar dökermiş. Göl ve çevresini ışıklarla dolduran bu güzellik, işte bu ayrılığın halesiymiş…
Bu satırların yazarı için Bafa, başka buruk imgeler de taşır. Seksenli yılların sonlarıdır; yazdır ve adamakıllı temmuzdur orada. Beton imparatorluğunun henüz çok yayılmadığı, Ege’nin güneşle karışık o güzelim kokusunun daha canlı olduğu zamanlar… Her şey düşle iç içedir: Nâzım’ın ‘üzümü, inciri, narı’yla, bir zaman ‘hep beraber, kardeş elleriyle işlenmiş toprağı’, eski zamanların havasını taşıyan sayısız mekânla dolu. Rüzgârdan, su ve orman perilerinin (nymphe) şarkılarının duyulduğu zamanlar… Bir grup meraklı genç, kırık dökük eski bir arabayla kıyısına park ettikten sonra, Herakleia’nın tam olarak nerede olduğunu bilmeden çadır kamp malzemelerini alıp arabadan heyecanla uzaklaştıkları bir sırada yörenin tatlı aksanıyla hızlı hızlı konuşan orta yaşlı bir adam tarafından ‘yılan çok!’ diye uyarılırlar. Gruptakilerden birinin evhamı yüzünden kamp için yola yakın bir yer seçilir; akşam ilginç bir tesadüfle bir de yılan görülünce, Herakleia’nın keşfi, ‘başka bir bahar’a bırakılır… – O meraklılardan birinin oraya hâlâ özlemle baktığını da buraya yazmalı…
Çevresi, zamanımızın muktedir ve marifetli tüketim mühendisliğinin bazı ‘yoklama’larına rağmen o bellek güzelliğini, o ‘ayrılık halesi’ni koruyor hâlâ… Her bir bakışta başka bir yer oluşu, ‘ele geçirilmesine’ pek izin vermiyor sanki. Kemal Arslan’ın fotoğraflarındaki gibi, her bir görüntünün ayrı, bambaşka bir bellek tadı sunduğu bir ‘mekân’. Ta ‘baştan’ getirdiği tuhaf bir güzelliği var: Bafa, evet, o ayrılık güzeli!
Fotoğraflar: Kemal Arslan