Toptan bir okuma yapmak, dergiye iyice nüfuz edebilmek istiyordum. Merak ettiğim şey Balkanlar, başkası olmak, yurdundan ayrılmak zorunda kalmak, ismini bile geride bırakmak, kolektif bir bilincin yaraları ve bunlar sonucunda çıkılan yollardı. Uzun bir süre, hayatı kendi küçük dünyamdaki travmalardan ibaret sanmış olan ben, artık dünya ve sınırlar hakkında düşünürken Başka Dergi’ye rastlamıştım. Sonradan öğrendim ki gerçekten de güzel karşılanmış bu dergi. Ödüller verilmiş, hakkında yazılıp çizilmiş. Ben bu yazıda farklı bir okuma deneyimi sunacağım size. Derginin ne olduğundan değil, derginin benim için ne olduğundan söz edeceğim. Orta Anadolu’nun bir köyünde ilk ve orta okulu bitirmiş, liseye geçene kadar şehir yüzü görmemiş, ancak ve ilk defa üniversite okumak için yine Orta Anadolu’daki bir şehre gidebilmiş, görev yaptığı birkaç il dışında Türkiye’yi görmemiş, Ege, Akdeniz, Karadeniz’in neye benzediğini hala bilmeyen ve yurt dışına çıkmamış bir insan olarak; bu derginin bana öğrettikleri, düşündürdükleri ve arzu ettirdiklerinden bahsedeceğim.
İlk sayının ilk sayfalarında Bilal Yakup’un yazısıyla daha yakından gördüm bunu. Bilal Yakup; Enes Güler, Ahmet F. Demir, Emin Akben ile birlikte derginin beyinlerinden. Bilal’in edebiyat kasmayan, kendiyle barışık yazı ve anlatıları inanılmaz sempatik. Orada Olmayan Adama Mektuplar’ını hızlıca atlayıp ikinci sayıda yayımladığı Ben Bir Başkasıdır’a gelmek istiyorum. Bu anlatı yollar üzerine müthiş bir güzelleme. Zaman ve mekândaki sabitini bulamayanlar, otostoplar, benzinlikler ve Rus ruleti hakkında. Yine ikinci sayıda Fatih Ersin’in Bir Otostop Hikâyesi, Orçun Ünal’in Bu Ben Değilim’i yollara göz kırpan, yolları anlatan yazılardan. Orçun Ünal’ı diğer sayılarda da hoş öyküleriyle görüyoruz. İlk sayıdan Emin Akben’in Polisiye Hikâyesi’ni, Gruplar Halinde Gezmek yazısını, diğer sayılardaki yazılarını da es geçmeyelim. Hepsinde aynı ruh var. Yollara tutkun ve yaşama sevinci ile dolu. Osman Boylu’nun üçüncü sayıdaki müthiş yazısı yine yolda olmak hakkında. Günlerini, aylarını, yıllarını verdiği “yolda olmak ruhunu”, tüm Türkiye’nin zeytin ekmek yenerek dolaşılabileceğini anlatıyor tatlılıkla. Bu yazıları okurken neden alıp başımızı gidemediğimizi düşündüm. Bizim o gençlerden farkımız neydi? Biz neden otostop çekmiyor, yollara düşmüyor, yolun ve yürüyüşün bize öğreteceklerinden nasibimizi almıyorduk? Hatta neden masa başı kurgularda kendimizi zorlayarak absürt hikayeler yazıyor, bunu yapmıyorsak iç dökümlerimizi okura boca ediyorduk? İnsan nereye kaybolmuştu, yaşama sevinci yok muydu, bu kadar sıkışık yaşarken niye birbirimizden kaçıyorduk? Bir Balkan ruhuna ihtiyacımız var bizim diye düşündüm. Gülmeye, neşeye, yollara, yenilenmeye. Varoluşçu olmayan, kendini yok etmeyen, umutlu bir Beat kuşağı hali vardı bu çocukların metinlerinde. Bu ruhu 4.sayıda, Emin Akben’in Gereksiz Drama yazısında da tüm netliği ile bulmamız mümkün. Ahmet Furkan Demir’in yazıları ise bu hareketin tutunduğu düşünsel zemini göstermesi açısından önemli. Kaynaklarına baktığımızda Nuri Pakdil’den Oscar Wilde’ye uzanan geniş bir yelpaze görürüz.
Enes Güler’in ilk sayıdaki Novi Grad/ Yeni Şehir yazısı kıskandırdı beni. Eminönü’nde esnaf bir babanın dükkânında geçen bir çocukluk, daha küçük yaşta tanıştığı Rus kanalları, Çerkes olması vesilesiyle Rusya’daki akrabalar ve Rusya merakı -yani en başından beri bir çizgisizlik, özgürlük, hayal gücü ve ufuk- kolektif bir bilincin açık gözleri ve tarihi kültürel birikim oluşturmaya başlama, Boşnak komşulardan duyulan Bosna ve eski Yugoslavya, Viyana’da değil de Bosna’da üniversite okuyacak olmaktan dolayı bir hüzün, Bosna’da Novi Grad’da çocukluğunun ve doksanların Rusya’sını bulması… Bu dergiyi bu yüzden Enes çıkarıyor işte, yazıyı da Gülhan Tuba yazıyor. Bu çocuklar belli bir altyapı ve birikimle donatılmış ve bu tarz işler için hazırlanmış gibiler. Uluslar arası bir dergi çıkarmak, Balkan Edebiyatı’na yeniden sahip çıkmak, kuşatıcı ve hoşgörülü olmak, sanatı sadece edebiyattan ibaret görmemek; sinemaya, müziğe, resme, sokak sanatlarına ayrı oranda yakın durmak bu çocukların ortak özellikleri. Onlardan sanatın hayattan ayrı bir şey olmadığını öğreniyoruz.
Hemen ikinci sayıda bu durumu daha yakından gördüm. Dergi, ciddi anlamda bir sanat dergisi. Edebiyat yapmıyor, hayat da var içinde. Şarkılar, resimler, insanlar, duvarlar, çizimler, boyalar, filmler, sahne sanatları her şey bir bütün halinde. Bir akademisyenle bir üniversite öğrencisi çok rahatlıkla müzikten, resimden, filmlerden konuşabiliyor. Ortak bir estetik paylaşımın var olması benim için şaşırtıcı. Gençler; albümler, sergiler, sinema hakkında rahat rahat yazıp fikirlerini özgürce ifade edebiliyor ve bu da benim özgüven anlayışımı sarsan gerçeklerden. Hemen o yaşta kendi olmak, bir duruşu olmak, sadece edebi ve sanatsal değil siyasi ve sosyal anlamda da fikri ve önerisi bulunmak bizim ülke gerçeğimizin biraz uzağında cidden. Bu rahat duruşu; bırakın gençliği, yetişkinlikte bile yakalayamıyoruz. Balkanlar genç, özgür ve kanı kaynayan insanlarla dolu. Sanat belli bir sosyo ekonomik düzeyin üzerindekilerin tekelinde değil, dikey bir uzamdaki herkes sanatla iştigal edebiliyor. Arayışlar, kuramlar, hareketler son derece yoğun o yüzden. Bizdeki ölgünlüğün tam tersi bir ruh var. Enes Güler bu akımlardan birini de yazmış ikinci sayıda. Novi Primitivizam yani Yeni İlkelcilik. Adındaki çağrışımlar kesinlikle dâhil olmak istediğim bir enerji meydana getirdi bende. Zabranjeno Pusenge (Sigara İçilmez) adlı bir müzik grubu, kendi buldukları bu akım doğrultusunda hem şarkılarını besteliyor hem de televizyon şovları için skeçler hazırlıyormuş. Absürtlük, ironi, yeni bir mizah anlayışı amaçlayan bu akım yine Balkan neşesi için mücadele ediyor. 2.sayı aynı zamanda Belgrad dosyasının hazırlandığı sayıydı. Belgrad hakkında sistematik bir okuma yapmamıştım daha önce. Dergide toplu halde bir okuma ufuk açıcıydı. Kelime anlamının “beyaz şehir” olduğunu öğrenmek de çok güzel ve romantik geldi kulağıma. Bir gün oralara gittiğimde bu dergiyi hatırlayacağım en önce. 3.sayıdaki Üsküp, 4.sayıdaki Prizren ve 5.sayıdaki Mostar dosyaları için de öyle.
Üçüncü sayıdaki Üsküp dosyasında Yahya Kemal’in mısrası çokça geçiyor: “Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın”. Bu sayıya kadar böyle bir mısradan haberim olmamıştı benim. Bizdenliği, Anadoluluğu daha güzel özetlenemezdi herhalde. Üsküp’ün İstanbul’dan bile önce fethedildiğini öğrenmek kendi adıma yine şaşırtıcı bir deneyimdi. Dosya yazılarını okudukça, yüzeysel bir sizin-bizim kavgasına girmeden; sadece görmek, yürümek, düşünmek için neden yönümüzü oraya dönmediğimizi düşündüm. Novigrad ve Starigrad ayrımını öğrenmek de ilginçti benim için. Yani yeni şehir ve eski şehir. Korunan kısımla çağdaşlaşan (!) kısmın, yollarına kendi hallerinde devam etmesi. Birbirine karışmadan, birbirini yok etmeden ve bir tercih oluşturarak. Süleyman Gündüz’ün yazısı bu anlamda oldukça kapsayıcıydı. Eski şehirde kepenk indirip yeni şehre piyasa yapmaya gidiyormuş gibi hissetmemek mümkün değildi onu okurken. Öylesine canlı, samimi. Bu gezintinin bir de adı var: Korzo. Tito Yugoslavya’sında halkların kaynaşması ve sosyalleşmesi için oluşturulan, ana cadde üzerinde saatlerce süren bir piyasa kültürünün hala devam ettiğini de öğrenmiş oluyoruz böylelikle.
Üsküp dosyasında yazan hemen hemen herkes Skopje 2014 (Üsküp 2014) projesinden ve eski şehrin simgelerini, Türklüğün ve İslamiyetin izlerini silmek için yapılan zorlama uygulamalardan bahsetmiş ama Enes Güler’in Kadraja Sığmayan Şehir başlıklı yazısı barındığı hiciv ve ironiyle biraz daha öne çıkıyordu. Seçici bir gezgin olmayı; Vodna Dağı’ndaki haça, Taş Köprü’deki devasa heykellere sırtını dönüp eski şehrin pazarına doğru yürümeyi öğrendim bu yazıyla. Çünkü şehirler bir bir düşüp dönüşürken, eski şehrin içlerine doğru yürümek bir tutunma biçimiydi. Balkan filmleri, müzikleri, sanatçı ve edebiyatçıları hakkında yazılar ve söyleşilerle yine renkli, öğretici ve eğlendirici bir sayı okuyoruz.
Üçüncü sayıyı bitirmeden, Gözde Şeker’in Plavi Orkestar ile yaptığı söyleşiden de bahsetmek istiyorum. Eski Yugoslavya’nın eskimeyen yıldızı olan bu grup, Demir Perde’nin ardındaki Beatles olarak adlandırılmış zamanında. Bu söyleşinin yapılma hikâyesi bana bir hayli ilginç geldi. Gözde, Sarajevo Film Festivali’nde bu grubun belgeseline denk geliyor önce. Konu fazlasıyla ilgisini çekiyor ve bir söyleşi yapmayı hayal etmeye başlıyor. İletişime geçiyor, randevu alıyor ve üç ay sonra söyleşisini yapmış oluyor. Biz daha önce yapılmış bir söyleşiyi okuyoruz ama söyleşiyi yapma hikâyesi dergi için yazılmış. Bu yazısında grubun solisti Sasa Losic için “Arkadaş olduk, o benim en sevdiğim arkadaşım.” diyebiliyor. Yukarılarda da bahsettiğim gibi, sanatçı ile muhatabı arasındaki bu rahat, kaygısız, dostane tavırlar; ulaşılabilirlik ve insancıllık bana hala çok değişik geliyor. Küçük bir ülke olmanın avantajı elbette vardır ama Balkan ruhunda daha başka bir şey yansıyor bence: Hoşgörü, neşe, alçakgönüllülük, rahatlık. Özenmemek mümkün değil. Başka Dergi o insaniyeti, bir ideolojik kaygı gütmeden, söylemleriyle değil duruşuyla anlatıyor bize. Beni etkileyen de bu galiba.
Prizren dosyasının yapıldığı 4.sayıda İngilizce, Türkçe, Boşnakça yayın yapan derginin, bu dillere bir başkasını daha eklediğini görüyoruz: Arnavutça. Giriş yazısında; Prizren’in Saraybosna’nın komünist binalarından, Üsküp’ün ikili halinden ve Belgrad’ın turistik havasından uzak, tamamen kendine has bir yapıda olduğuna dikkat çekilmiş. “Gerçek bir şehir nasıl olur?” sorusuna, gönül rahatlığıyla verilen cevap olduğunu görüyoruz Prizren’in. Dosya yazıları boyunca; şairler ve güller menbaı bu şehirde dolaşmaya, şehrin ruhuna şahitlik etmeye ve hiç görmediğimiz bir şehre gönül bağlamaya başlıyoruz. Şehrin ortasından geçen nehir, taş köprü, köprüye yakın ulu cami, sırtını yasladığı tepe ve bu tepedeki kale ile diğer Balkan şehirlerini andırsa da onlardan ayrılan bir noktası var: “Mutlu bir şehir Prizren.”
Üsküp dosyasında okuduğumuz Korzo’nun, Tito Yugoslavya’sında halkların kaynaşması ve sosyalleşmesi için oluşturulan, ana cadde üzerinde saatlerce süren bir piyasa kültürü olduğunu okumuştuk. Bunun Prizren’de de devam ettiğini görmek benim açımdan ilgi çekiciydi. Prizren dosyasında, Mikail Türker Bal bu durumu şöyle ifade ediyor: “Nehrin kenarında yürüyüş yapan insanların, nehrin diğer köprülerinden de geçerek sürekli tur attıklarına şahit oluruz. Genelde akşamları yapılan bu yürüyüşün adı Volta’dır. Yugoslavya döneminde şehirdeki farklı etnik unsurlar bir araya gelsin ve kaynaşsın diye oluşturulmuş bir adettir.” Tito Yugoslavya’sı geride kalsa da yürüyüş kültürünün devam etmesi bana şiirsel geldi. Hasan Arslan ne güzel demişti: “Yürümek ibadettir. Yürürsen göğü anlarsın, yürürsen selam verirsin.”
Rumeli türküleri deyince akla gelen ilk isimlerden olan Kanadalı müzisyen Brenne Maccrımmon söyleşisi, Osman Baymak’ın Balkan Türk Şairlerinde Cahit Sıtkı Tarancı’nın Etkisi başlıklı yazısı, Sibel Bayram’ın Sait Faik ile Miljenko Jergoviç’i karşılaştırmalı edebiyat bağlamında incelemesi 4.sayının en dikkat çekici metinlerindendi. Beşinci sayıda Miljenko Jergoviç’ten güzel bir çeviri öykü de okuyoruz. Beliz Coşar’ın çeviri için seçtiği metinleri ve üslubunu çok sevdiğimi söylemeliyim. Balkan ruhu ve neşesine dair en kapsamlı açıklamayı ise Bilge Emin’in, Çağdaşımız Duşan Kovaçeviç yazısından öğreniyoruz. Kırk dört yıldır yazan, dünyaca ünlü Sırp yazar Kovaçeviç; savaşı, insan hayatının beşinci mevsimi olarak tarif ediyor. Balkan filmlerinde de gördüğümüz kara mizaha olan eğilimi, balkan neşesi ve vurdumduymazlığını Bilge Emin tek cümlede ifade etmiş: “Yugoslavya topraklarındaki halk 1991’den beri o kadar acılar yaşadı ki her şeyle alay eder oldu.” Şimdi yeniden derginin ilk sayfalarına, Mehmet Arif’in yazısına dönüp Prizren meydanındaki şadırvandan su içelim. Çünkü “Meydanın ortasındaki şadırvandan su içenin en az üç, farklı bir rivayette ise yedi kez daha Prizren’e geleceğine inanılır. Diğer bir rivayette ise yabancı biri eğer şadırvandan su içerse artık onun kısmeti bu şehre bağlanır, eşini de Prizren’den bulacaktır.”
Mart Nisan 2017’de çıkan beşinci sayı ise Mostar dosyasına ev sahipliği yapıyor. Giriş yazısında Mostar “Ortaçağ Avrupa’sının Osmanlı Anadolu’suyla buluştuğu rüya şehir.” olarak tarif ediliyor. Enes Güler’in yazısında köprü olmasaydı en başta şehrin adının farklı olacağını okuyoruz. “Çünkü Boşnakça most, köprü demek.” Enes bu yazıda köprüyü bir anlığına kaldırıyor ve şehre yeni bir isim düşünüyor. Neretva Nehri’nden hareketle, Neret Grad diyor. Yazının sonunda, köprüsü olmayan bir Mostar’ın imkânsızlığını yeniden anlıyoruz. Bilal Yakup’un Mannathan Köprüsü’sünde Bir Akşamüstü yazısı; zanaatçı dükkânlarının kimliksiz kafelere evrilmesine, başkaları tarafından belirlenip çizilen güzergâhlara, hiçbir yere götürmeyen ve insanı yolculuktan yalıtan otobanlara savaş açıyor. Yakup’un tabiriyle, magnetleşmemiş bir şehir Mostar. Turistleri değil yolcuları bekliyor.
Başka Dergi’nin tüm sayılarında, “Buralar bir zaman bizimdi.” romantizmiyle gelen, köprüde koca bir kafilenin içinde fotoğraflar çeken, şehrin ruhuna nüfuz etmekten uzak turistlere karşı daimi bir öfke seziliyor. Bunda haklılar da. Kızgınlıklarının tüm özetini Gündüz Vassaf vermiş bir bakıma. Aliye Fatma Mataracı’nın yaptığı Gündüz Vassaf söyleşisinde; gittiği yerleri tüketmeden oralarla bütünleşmeye, şehri sakinlerinden soyutlamamaya, yaşama ve insana kayıtsız kalmamaya yönelik çok güzel cümleler okuyoruz. Gündüz Vassaf, Mostari’nin yazarı. Mostari de “köprü bekçisi” demek. İlk ziyaretinde köprüye vurulan ve saatlerce, günlerce, aylarca onun ayağının dibinden ayrılmayan yazar o günlerini tamamen özgün bir tarzda yazmış ve yayımlamış. Başka Dergi’nin elimdeki sayıları henüz bitmişken, Balkanlara dair ne okuyacağımı ben de bulmuş oldum böylece. Köprüyü gördüğü ilk anın coşkusundan kurtulamayan, bir nevi köprü bekçisi gibi her gün oraya gidip saatlerce yazan bir adamın söyledikleri, zamana ve mekâna tanıklık etmesi hayranlık uyandırıyor.
Yine beşinci sayıda, Halil İbrahim İzgi’nin Mostar Fotoğrafları başlıklı sıra dışı yazısından da bahsetmek istiyorum. İzgi, deklanşöre bastığı anları birkaç paragrafta hikâyeleştirmiş. “Ben olsam neyi çekerdim, defterime neyi yazardım?” diye düşünmeden edemiyor insan. Yolların çağrısının iyice güçlendiğini duyumsuyor. Melih Cevdet ve Füruzan’ın Mostar izlenimlerinin arşivlerden bulunarak yayımlanması ise bir şehrin kadimliğini gözler önüne sermesi bakımından önemli. Savaşlar çıksa ve köprü yıkılsa da. Duvarlara “Herkes bir şeyler verdi, bazıları her şeyini.” yazılsa da. Bosna’daki savaşın, şehrin bölünmesinin Velez’e yaptığı etkileri okumak da ilgi çekiciydi. Eski Yugoslavya’nın başarılı takımlarından biri bu sene küme düşmüş. Hepimizin bildiği gibi: “Futbol asla sadece futbol değildir.”
Bahsedeceğim son şey ise bir Bülent Ayyıldız öyküsü: Tayf. Bosna Savaşı’nda Çetnikler tarafından sistematik tecavüze uğrayan annelerin, bir nefretle rahme düşen çocuklarından birini anlatıyor. Bu olayı öğrenene kadar, bir annenin çocuğunu boğabileceğine dünyada inanmazdım. Düşürülemeyen çocuğun doğmasını beklemek ve dakikalar önce doğurduğu bir çocuğu boğmak. Sokağa bırakılan, yetimhanelere atılan günahsızlar. Hem annenin hem çocuğun bir daha onarılamayacak travması. Ölmeyecek kadar şanssız ama evlatlık alınıp başka bir ülkeye götürülecek kadar şanslı olan bir kızın hikâyesi Tayf: “Gözlerine bakıyorum. Bunlar senin gözlerin değil. Onlar içinde ufacık kum tanelerinin ince, camdan bir boğumu nefretle aşıp doldurduğu şekerlenmiş bir çift nokta sadece.”
Derginin yolculuğu devam ediyor. Duyduğumuza göre kapsamlı bir Yugoslavya dosyası çıkacak yakında. Başka Dergi, rüyasını göreceğimiz birçok gök armağan ediyor bize. Rengini Neretva’nın binbir çeşit mavisinden alan.
Gülhan Tuba Çelik