Hızla dönen tekerlekler çakıl taşlarını dört bir yana fırlatıyordu. Ona istediği kitapları okumak için yaptığım yolculuklar, günün ilk saatlerinde başlayıp güneşin batışına kadar sürüyordu. Aslında konuşmayı pek sevmeyen biri olarak bu teklifi neden kabul ettiğimi bir türlü kendime anlatamıyorum. Doğrusu onun benden istediği oldukça insani fakat yine de “Niçin ben?” diye düşünmüyor değilim. Evet, konuşmaktan kendimi bildim bileli hep kaçmışımdır. Belki de bunun nedeni dinleyenimin olmamasındandır kim bilir? Ona, uzun kış gecelerinde okuduğum her cümle, fırtınanın içinden çıkıp üzerimde dolaştırdığı görmeyen gözlerine yansıyordu. Görme yetisini nasıl kaybettiğini bana hiçbir zaman anlatmadı. Bir seferinde ışığının söndüğü gün kalbinin inceldiğini söylemişti sadece. Bu konuşma ona kitap okumaya başladığım ilk günlere rastlıyordu. Doğrusu, o zamanlar ne demek istediğini anlayamamıştım. Hoş şimdi de tamamıyla anlayabildiğimi söyleyemem, ancak bir şeyleri hissedebiliyorum artık. Ona sadece metinleri değil yolculuğum boyunca gördüğüm köyleri, kasabaları da anlatıyorum. Dünya her geçen gün değişiyor olsa da onun zihninde hep aynı kalıyor. Bunu önlemek için var gücümle çabalıyorum. Üniversite yıllarımda Luis’in ne denli usta bir yazar olduğu kadim efsaneler gibi dilden dile dolaşıyordu. Bazen eski günlerine duyduğu özlemle benden daktilosunu almamı söylediği şeyleri yazmamı ister, bense yorgun, unutkan bir zihnin çabasını hüzünle seyrederdim. Bakışlarımı yüzlerce kitabın sıralandığı dev kitaplığa diker, onun okumadığı bir kitabı arardım. Sırf bu çaresiz halinden kurtulsun diye. Ama belki de unutmadığı tek şey onlardı. Hepsini satır satır hatırlar, yine de benden dinlemeyi isterdi. Sakın bu anlattıklarımdan onun bunak bir ihtiyar olduğunu çıkarmayın. Luis’in bu hali kendini yenileyen bir ağacın sonbaharda yaprak dökmesine benzer. Zihni tıpkı sararan yapraklar gibi eski düşünceleri döker ve yerine yenilerini koyar.
Bir an durdu yanan şömineye baktı. Bu öyküyü yıllardır düşünmesine rağmen bir türlü yazamıyordu. Kış ayının soğuğu ateşe boyun eğmiş, evi yazın huzurlu sıcağına kavuşmuştu. Gözlerini tekrar daktilosuna çevirdi ve yazmaya devam etti.
Yine onun şehrine yaklaşıyorum. Koca koca binaların dağları görünmez kılan varlıkları, doğanın çaresizliği yeniden gözlerimin önünde beliriyor. Burayı ne zaman karşımda bulsam onun halini bir lütuf olarak sayıyor, bazen yerinde olmak istiyorum. Şehre yaklaştığımda ayağımı gazdan çekiyor, bakışlarımı ileriye dikiyorum. Fakat arabam yavaşlayacağı yerde giderek hızlanıyor. Bense içimi dolduran garip bir hisle yan koltuğa koyduğum kitaplara bakıyorum. Sırtımdan aşağı terler boşalıyor. Ona, daha doğrusu kelimelere yaklaştıkça, içimdeki his derin bir korkuya dönüşüyor. Adeta yaklaştıkça uzaklaşıyorum.
Yanına, koltuğun hemen sağındaki sepete uzanıp kuru ve budaklı bir dal aldı. Bir zamanlar hayat dolu olan dal, ateşin içinde köz olmaya yaklaşıyordu. Yazmaktan parmakları ağrısa da devam etti.
Korkunç bir ses yankılanıyor şehirde. Sokaklar bomboş. Gözlerim az sonra ulaşacağım yerde kilitli. Sonra her şey birden kararıyor. Yeryüzü sarsılıyor. Yıkıntıların arasından geçiyorum hızla. Sıcak tenimi yakıyor. Ya bu arabadan kurtulacağım ya da mezarım olacak. Ardından kutsal ama çileli bir yolun bitiminde, kelimelerden bir tapınağa giriyorum. Boğazlanan düşüncelerin kanları akıyor kalbime. Devrik cümleler ölüyor bir köşede. İleride, gözle görülemeyecek bir uzaklıkta, onun oturduğunu ve beni beklediğini hissedebiliyorum. Fakat yeryüzü her şeyin kaynadığı bir kazan gibi, yakıcı, acımasız. Kımıldayamıyorum bir türlü. Bir kitaptan boşanırcasına binlerce noktalama işareti dökülüyor üzerime. Her biri değdiği yeri kor gibi yakıyor. Onu görüyorum, şöminenin başında önünde daktilosu. Bir şeyler yazıyor gibi. Gözleri hiç olmadığı kadar parlak. Adeta yangın yeri. Kalkıyor elinde bir tomar kâğıt. Demir çubukla ateşi karıştırıyor. Dalgınlığı her halinden belli. Geç kalan yolcusunu çoktan unutmuş bile. Çubuğu gittikçe daha da hızlı oynatıyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak, kendimi hatırlatmak istiyorum. Ancak elimden bir şey gelmiyor.
Bu sıcakta nereden çıktı böyle. Arabadan iniyorum. Toprak kızıla boyanmış, inceldikçe daha da kızarıyor. Sanki altında dev bir alev topu yeryüzüne yaklaşıyor. Hades’in bir oyunu olsa gerek. Tabanımı yakan zemine meydan okuyarak yürüyorum. Az ileride iki beden Rodin’den hatıraymışcasına öylece duruyor. Adımlarımı ne kadar hızlı atarsam o denli çabuk kurtulurum bu cendereden. Luis usulca koltuğuna dönüyor. Daktilosundaki birkaç sayfa kâğıdı alıyor. Sonra ateşe yaklaşıp elindekileri yırtmaya ve şömineye atmaya başlıyor. O an bileklerime yapışan eller beni parça parça ediyor. Genzimi yakan isin arasından onun gözlerinde uzayan sonsuz boşluğu görebiliyorum.
Son zamanlarda iyice unutkan olmaya başlamıştı. Az önce ateşe attığı sayfalara bir müddet daha boş gözlerle seyretti. Sonra koltuğuna döndü. Telaşla sağa sola bakındı. Fakat bembeyaz kâğıtlardan başka bir şey yoktu. Hızlıca kalktı. Büyük salonun duvarlarını boydan boya kaplayan kitaplığına yaklaştı. Parmaklarını kitapların üzerinde dolaştırdı. Ardından birinde durdu. Ama alıp almamak arasında gidip geliyordu. Kitabın deri sırtından parmaklarına, oradan da tüm bedenine yayılan sıcaklık az önce yaptığı hatayı anlamasına neden oldu. Hızla şömineye döndü. Demir çubuğu aceleyle ateşe daldırdı. Öyküsünden geriye kalan sadece yanık birkaç kâğıt parçasıydı. Başını yeniden kitaplığına çevirdi. Birkaç dakika önce dokunduğu kitap onu çağırıyor gibiydi. Ona göre cennet koridorlarını andıran dev kitaplığına yeniden yaklaştı. Hepsinin merkezindeki kitabı aldı. O an ayaklarının altındaki zemin sarsılmaya başladı. Sanki arzın dengesi bozulmuştu. Parmakları arasında giderek ısınan Bursa otele gelen escort deri, yavaş yavaş şekil değiştiriyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Ev bir sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Ayakta durmakta güçlük çekiyor, tutunacak bir yer arıyordu. Sonra her şey birden durdu. Zaman yavaşlamış, düşen, savrulan nesneler bir tüy hafifliğinde eski yerlerine dönmüştü. Kalbi göğsünü dövüyordu. Bacaklarında derman kalmamıştı. Kendini ahşap zemine bıraktı. Tavandaki süslü avize usulca marmaris rus escort sallanıyordu. Sıkıca tuttuğu kitaba baktı. Önce A harfini gördü. Her şeyin başlangıcı gibiydi. Ardından L E F geldi. Adeta tamamlanan yazgının son harfleriydi. Siyah deri, şeffaflaşıp bir aynaya dönüşürken, yazar kendi dünyasının tüm renklerini görüyordu. Dün, bugün ve yarın bir Alef’in içinde boy gösteriyordu. Kalktı. Daktilosunun başına geçti. Tüm bu olup bitenleri önce kendine Diyarbakır escort sonra bize anlatmanın bir yolunu bulmalıydı. Ama nasıl?