Erkek olsam, diyorum bazen, bıyık ya da üç günlük bir sakal bırakır, favorilerimi de abartılı bir şekilde uzatırdım ve paralı biri olmam halinde Mustang markası bir araba kullanırdım. Ama erkekken de param olmazdı. Hem sonra diye ekliyorum, erkek olsam kesinlikle boş kafalı dişilere yavrum diye hitap ederdim, ha ha, bundan nasıl da zevk alırdım. Ayrıca, çevremde mutlaka yanlış anlaşılırdım, çünkü özü sözü bir, erdemli ve dürüst bir erkek olurdum, kesinlikle. O adam bir kız olsaydı, eminim bana âşık olurdu, diyor Friedrich. Bense, sen de boş kafalı bir dişi olsan, hemen denerdik diye cevap veriyorum. Böyle bir dişi kesinlikle olmazdım, diyor Friedrich. Böylece, başka bir hayatta her şeyin hayal ettiğimiz gibi gelişmesi halinde, denemeye karar veriyoruz.
Friedrich sanat aşkı yüzünden arkeoloji eğitimini yarıda bıraktı. Öyle herkesin kolay kolay sahip olamayacağı bir Bizans sikkesi var elinde. Geç Bizans döneminden kalma diyor sikkesi için, on dördüncü, on beşinci yüzyıldan kalma. Sikkenin bir köşesinde bir delik açmayı ve onu bir madalyon şeklinde boynuma takmayı düşünüyorum bazen ama bu düşünceden hemen de vazgeçiyorum, çünkü Bizans sikkeleri delinmez.
Friedrich zeki bir insan. Pedagojiyi özümsemiş, sakin bir sesle konuşuyor; onu sayısız kere bölmeme rağmen ses tonu hiç değişmiyor. Tam bir sohbet adamı. Söylediklerine onay beklemek için konuşanların tersine, insanı ilgiyle dinleyen, dinlediklerini hazmedenlerden. Böylece, gözlerimize uyku girene kadar iki yarım iki tam üzerine konuşmaya devam ediyoruz. Ertesi sabah müzik setinde Schubert’in Kış Yolculuğu çalmaya devam ediyor, mumlarsa sönmüş oluyor. İyi ki o yarım, ben tam halimizle yanmadık, diye düşünüyorum dişlerimi fırçalarken.
Hazırcevap biri Friedrich ve çok iyi sahanda yumurta pişiriyor. Benim pişirdiklerimin yanında onunkiler öyle lezzetli ki, belki de onunkine sahanda yumurta adını koymamak gerek, yoksa benim pişirdiğime ne diyecektik?
Ben sigara içerken o zaman zaman sigarillosunun tadını çıkarıyor. Ben onun sigarillolarını tadarken o çoktan nargilesinin başına geçmiş, gözleri şehlalaşmış, ev ise adeta bir birahaneye dönüşmüştür. Kırmızı şarap ve buğday birası onu es geçer. Ama beyaz şarap, neden bilmem, beni çarpıyor diyor Friedrich masadaki zeytine uzanırken. Fakat çarpılmak sarhoş olmak anlamına gelmez ki, diye ekliyor ve itiraz edercesine başını sallıyor. Eğer bir gün öncesini hatırlamıyor ve yatağına nasıl geldiğini bilmiyorsan içki çarpmıştır seni.
Bu benim başıma hiç gelmedi diye düşünürken gözlerimin parladığını biliyorum. Çünkü onun daha detaylı anlatabileceği hikâyeleri olduğunu ama bir kez daha kendisini çarpan içki yüzünden bunları anlatmadığını kavrıyorum.
Holdeki duvarda siyah italik bir yazıyla yazılmış şöyle bir ifade var: “Corruptio optimi pessima.” Latince bir söz bu ve “en iyinin soysuzlaşması en kötüsüdür” anlamına geliyor. Buradaki en kötü şey zaten var olan en kötünün daha da kötüsü mü? diye soruyorum ve Friedrich bana öyle bir bakış fırlatıyor ki, sanki soruyu soran o.
Friedrich hep SPD’yi seçiyor ve her defasında siyasetle işini bitiriyor. Yetti artık, bundan sonra SPD’yi asla seçmem, diyor. Hemen (aşırı sağcı) NPD’ye gidelim istersen, diyorum ama o sakinleşmiyor. Ta ki bana bir milletvekilinin makalesini gösterene kadar, çünkü bu kez de ben köpürüyorum. Friedrich böylece kendiliğinden sakinleşiyor.
Friedrich’in odasında Kheiron’un bir resmi asılı. Üç dakika resmin önünde dikiliyorum ve o anlatmaya başlıyor: Kheiron bir Yunan mitolojisi kahramanı, ismi de Yunanca. Latincede ona Chiron denebilir. Tanrıların dostluğunu kazanmış bir bilgin. Ayrıca Kronos ile Philyra’nın oğlu, Zeus’un üvey kardeşi. Kentaur’lar arasında en adil olanı. Bir Kentaur – Zentaur da denir – at insandır diye açıklıyor ardından Friedrich, Zeus’un da üvey kardeşi.
Zeus’un üvey kardeşi… Üvey kardeş, yani yarım kardeş, Zeus, diye tekrarlıyorum içimde. Sonuçta Kheiron üst gövdesi erkek ve alt tarafı at olan bir at-insan. Kendisini iki kere yarım olarak gören birinin oturma odasında böylesi resimler bulundurmasına şaşırmamalı. Ben evime eminim tam bir at ve tam bir insan resmi asardım ve bu resimler olması gerektiği gibi güzelce birbirlerine uzak dururlardı.
Friedrich’ten hoşlanıyorum. Normal insanların çoktan uykuya daldığı saatte telefonlaşmaya başlıyor ve şafak sökümüne kadar Shakspeare’in çevirileri üzerine konuşuyoruz. Hangi tür müziği sevdiğimi biliyor. Tahminlerde bulunuyor ve sonra sevinçle haykırıyor: Biliyordum işte! Evet, Gustav Mahler’in 5. Senfonisi’ndeki Adagietto’yu da bildi. Üstelik Friedrich’in benim gibi Almanca’da artikel sorunları var. Bence, ondan hoşlanmam için bu bile yeterli bir neden.
Friedrich’in anne babası Türkiye’den geliyor. İkisi de saf kan Türk olduğu için ona Friedrich’e benzer bir tınısı dahi olmayan bir isim koymuşlar. Onu Friedrich olarak çağıran tek kişi benim. Çünkü tanıştığımız gün ikimizin de elinde adı Friedrich Nietsche olan bir filozofun bir kitabı vardı.
Friedrich’i Friedrich olarak çağırmam hoşuna gidiyor, Kevin, Casimir veya Louis demenden daha iyi diyor ve devam ediyor: Almanlar da artık eskisi gibi öyle iki tane tam değiller ki.
Almanca aslından çeviren: Menekşe Toprak
Safiye Can Offenbach’ta doğdu. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde felsefe, psiko-analitik ve hukuk bilimleri okudu. Master eğitiminden sonra Alman dili ve edebiyatı ile sanat tarihi bölümlerini bitirdi. Horst Bingel Vakfı’na bağlı edebiyat derneğinde çalıştı. Çeşitli yazı şiir atölyelerini yönetti ve uluslararası af örgütü International Amnesty’de gönüllü görev aldı. Bir süre liselerde Almanca öğretmenliği yaptıktan sonra, uzun yıllar Burghofbühne tiyatrosunda reji asistanı olarak çalıştı.
Edebiyatta şiire ağırlık veren Can’ın şiir ve düzyazıları hem görsel hem de somut özellikler taşıyor.
Safiye Can çok sayıda ödülün sahibi ve bağımsız yazar ve çevirmen olarak Frankfurt’ta yaşıyor.