Thomas Bernhard’ı ilkin Odun Kesmek adlı o soluksuz romanıyla tanıdım. Kitabın kapağındaki üst üste yığılı tomrukların tam önünde sanki bir şey söylemek için durmuş ya söze yeni başlamış ya da sözün bir yerinde durarak aslında konuşacak bir şeyin olmadığını söylemek istercesine göğsüne bastırdığı bir kitabı tutuyordu, Bernhard. Belki tutmaktan çok tutunduğu bir şey gibiydi sağ eliyle göğsünde tuttuğu o kitap. Şimdi bu yazıyı okuyan okur için nasıl bir anlamı olabilir bilmiyorum ama kapaktaki bu fotoğrafa bakınca kitabın içinden çok Bernhard’ın göğsüne bastırdığı bu kitabı düşünüp durmuştum.
Elbette sonradan o kitabın hangi kitap olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Odun Kesmek tıpkı kitapta anlatılan atmosfere benzeyen yağmurlu, sisli ve loş bir gecede bittiğinde aklımda kalan tek şey ise kırgın olmaktan çok küskün ve bir o kadar da öfkeli bir yazarın oldukça dikkat edilmiş bir armoniye bağlı olarak soluksuzca akan ve odun kesen testerelere benzeyen sesi olmuştu. Evet, Bernhard hiçte şaşırtıcı olmayacak biçimde sayfalar boyunca her boyuttaki Avusturya ve Viyana gerçekliğini birer kütük haline getirerek keskin bir dil testeresiyle doğrayıp bir yığın talaş haline getirmişti. Onun yaşadığı topraklarda her şey bundan ibaretti çünkü…
Sevgili Ahmet Sarı’nın bir yazısında söylediği gibi, belki de içten içe Bernhard’ı sevmemize sebep olan bir haldi bu. Değil mi ki onun bu halini öğrenen S.Becket bile Bernhard’ı merak etmiş ve ‘kimdir bu adam’ diye sorabilmişti.
Amras ve Watten işte böyle bir yazarın ilk öyküleri olmaları hasebiyle oldukça önem taşıyorlar. Her ikisi de daha sonra çılgın bir akışla birikecek olan Bernhard külliyatının nasıl bir temel üzerinde şekillendiğini göstermek bakımından da ayrı bir öneme sahip.
İlk öykü Amras’ın adı Avusturya’da, Bernhard’ın Avusturya taşrasını anlatırken hep ön plana çıkardığı Innsbruck’un güneydoğusunda küçük bir şehrin adından geliyor. Latince’de ‘Ad Umbras’dan türetilen Amras’ın kelime olarak ‘gölgelik yerde kurulmuş, gölgede’ anlamını taşıyor. Bu bakımdan Amras’ın bir anlatı olarak içinde barındırdığı loş ve serin atmosfere bakarak Bernhard’ın bu adı sadece bir ad olsun diye seçmediğini düşünmeden edemiyor insan.
Amras’ta bir kule metaforuyla karşımıza çıkan Bernhard, oldukça düşündürücü biçimde geri planda tutmaya çalıştığı bir hastalıktan yola çıkarak bir yere ait olma, anavatan duygusu ve iflah olmaz taşralılığın altını çizerek aslında koskoca bir gerçekliği bütünüyle resmederken başka bir anlamda da bu hastalıktan kurtulmanın yollarını sorgulamış.
Kısaca şöyle bir hikâyeyi anlatıyor Amras; Ergenlik çağını tamamlamış iki çocuk, anne, baba kendilerini esir alan bir çaresizlik sonucunda kitaplarına, dergilerine ve kendi kendilerine sarılarak intihar etmeye karar veriyorlar. Zaten çoktan beri hayatla irtibatını kesmiş haldeki müflis baba ve onun peşinden çekelediği anne içtikleri uyku haplarıyla intihar ediyorlar. Geriye sadece çocuklar kalıyor ve onlar da dayıları tarafından korunmaya alınarak bir kuleye yerleştiriliyorlar. Amras’ta en dikkat çeken şey, annenin varlığını tehdit eden Tirol epilepsisi. Sonra babanın iflası ve taşra hatta anavatan mensubiyetinden yola çıkarak böylesine hastalıklı, çaresiz bir sığınamayışın ele aşınışı olsa gerek. Anne’nin hastalığı ailenin bütün hayatını karartarak aslında yaşamak isteyen babayı kumara yönlendiriyor. Hiç durmadan ilerleyen hastalık, krizler ve babanın iflası bu bakımdan dikkat çekici bir ana eksen hükmünde.
Çocuklar, Walter ve Karl, birbirine çokça benzeseler de temelde bir yerlerde ayrışan iki varlık. Walter müziğe sığınmış ve müziği biliyor. Karl ise doğa bilimleri eğitimi almış ve bu eğitimden bir sığınak bulmanın düşündürücü telaşını taşıyor sürekli. Bu iki genç insan koruma içgüdüsüyle de olsa tam bir yalıtılmışlık içinde hem dışarıdaki dünyaya hem de kendi içlerine kapatılıyor- kapanıyorlar. Kule ise yabancı değil her ikisine de, çünkü daha çocukluklarından beri tanıyorlar kuleyi, kaçıp kaçıp saklanıyorlar orada.
Giderek kimi zaman bir diskontinuiteler ve kontinuiteler dizgesi haline gelen bitimsiz hatta yarım kalmış konuşmalardan sonra ben’den biz’e kadar ulaşan bir dile ulaşabilseler de birleşemiyorlar ve anlatının sonuna doğru Walter’in kuleden yaptığı ölüm atlayışı ile baştan durdukları yeri yeniden belirliyorlar. Walter ölüyor ve onun ölümüyle ben’in ortadan kalktığı bir yalnızlık içinde kalan Karl’ın aklında ben olmaktan ziyade Walter’e göre belirlenmiş bir sen olmak kalıyor. Ben ve Sen… Ben yokum… Sen ve kule… Geride kalan…
Bernhard okurlarının bileceği gibi, onun anlatısında kule antropomorfolojik değeri de olan bir yapısal gerçeklik niteliğindedir. Kule bu anlamda bir metafor olarak kerhen de olsa sığınılan yer belki insan zihni belki bir tomar kâğıt gibidir.
Bu yazıda çokça anlatmak istemediğim Watten ise adını bir oyundan alan ilk Bernhard öykülerinden. İkişerli takımlar halinde, takım arkadaşlarının karşılıklı oturarak ellerindeki kartlar hakkında birbirlerine işaretler, jest ve mimikler aracılığıyla ya da konuşarak ipuçları verdiği iskambil oyundan yola çıkmıştır Bernhard. Amras’la birlikte okunduğunda yaşayan insan için aslında kalan tek şey olarak dikkat çeken bir oyundur Watten.
Bu öykü ile anlattığı şeyi defalarca yapıp defalarca sökerek kendi anlatısını kuran Bernhard’ın içinde yaşadığı toplumsal hali önce tarif edip sonra canhıraş biçimde sökerek yapmaya çalıştığı şey ise bize göstermek istediği bir oyundur. Çünkü Bernhard’a göre hayat bazen hiçte oynanmak istenmeyen ve hep çağrılan bir oyun gibidir…
Star