Hatice Günday Şahman: 2011’de yayınlanan ilk kitabınız Hayat Apartmanı sonrasında, Flamingo Çocuk, Emanetimdeki Hayatlar, Kumsalda ve Akılsız Sokrates neredeyse peş peşe yayınlandı. Akılsız Sokrates (2016) ile Sakarmeke (2020, İthaki Yayınları) arasında ise yaklaşık dört yıllık bir ara var. Bu zaman aralığını, sakarmekenin uçmadan önce kanatlarını çırparak koşması sürecine benzetebilir miyiz?
Mehmet Fırat Pürselim: Belki de… Sakarmeke’de daha önceki yazdıklarımdan daha farklı tür, biçim ve anlatı arayışlarına giriştim. Aslında Akılsız Sokrates’teki kimi öykülerde uç veren filizin olgunlaşması da diyebiliriz. Bu süreçte, sakarmekeler gibi benim de epeyce kanat çalıştırmam gerekti. O sakarlık halini aşabilmek ve gökyüzüne yükselebilmek için geçen dört yıl boyunca, çok okudum ve çok düşündüm, kimi öykülerdeki tıkanma halini aşabilmek için tekrar tekrar yazdım.
Hatice Günday Şahman: Kitapta öykülere isim veren, öykülerin içinde kendine yer bulan farklı kuşlar varken, öykü isimlerinden olmayan sakarmeke, kitabın kapağına neden ve nasıl kondu? Ayrıca kitabın ismi Onat Kutlar’ın Karameke öyküsünü çağrıştırdı. Yıllar sonra edebiyata dönmek isteyen Onat Kutlar’ın “Ben bu öykülerde, yazının bana verdiği olanaklarla, bu garip kuşun uçuşunu, onu durdurmadan, anlatmaya çalışıyorum” söyleminin, sizin “Derdimi kuşlarla anlatmaya çalışmışım.” söyleminizle örtüştüğünü gördüm. Sakarmeke ile öykülerinizde sıkça yaptığınız gibi, ustaya bir saygı selamı göndermek mi istediniz? Yoksa öncelikle özgürlük olmak üzere farklı çağrışımlarla yüklü kuş metaforunun ortak bilinçaltımızdaki yansıması mı bu benzerlik?
Hatice Günday Şahman: Sakarmeke’den Serçe, turna, puhu, güvercin, martı, leylek, kumru ve diğer kuşların kanatlarında yükselen öykülerin yazım sürecini sormak isterim. İlk hangi öykünüze yuva kurdu kuşlar? Sonrasında nasıl gelişti? Bilinçli bir leitmotiv olarak mı, yoksa kendiliğinden mi girdiler kurguya? Kuşlarla ilgili özel bir araştırma ya da gözlem yapma ihtiyacı duydunuz mu?
Mehmet Fırat Pürselim: Çok samimi olarak, söyleyeyim ki, dosyayı tamamladıktan sonraki ince işçiliğe yönelik okumalarım sırasında hemen her öyküde kuşların kanat çırptığını fark ettim. Yani bilinçli olarak kuşları arka plan olarak seçmedim. O yüzden bir sıralama yapmam doğru olmaz. Fakat şöyle bir durum da var. Ben toplumsal meseleleri dert edinen bir yazarım ve kuşlar üzerinden bunları anlattım. Simurg gibi bir kuş meclisinde; sakarmeke aidiyetin, serçe güzellik dayatmalarının, martı göçün, turna özgürlüğün, pepuk kuşu kardeşliğin temsilcisi olarak söz alsın isterim. Baykuş, ben ve okur baş başa verip düşünürsek, sorguladığımız oranda kafeslerimizi açıp içimizdeki kuşları serbest bırakabiliriz, belki.
Dediğim gibi gözlemim büromun camından yıllardır süren bakmalarım. Kuşlarla ilgili bu kitap özelinde değil, sırf sevgimden ve merakımdan zaman zaman belgeseller izlerim, kitaplar, makaleler okurum. Onlar gibi havada süzülürken tüm ağırlıklarımızdan ve dertlerimizden kurtulduğumuzu hayal ederim.
Hatice Günday Şahman: Öykülerde yazarları, şairleri, kitap isimlerini, alıntıları ustalıkla kurguya dâhil ediyorsunuz. Bu yerleştirmeleri yazmanın hangi aşamasında yapıyorsunuz?
Mehmet Fırat Pürselim: Bunlar benim okurla oynadığım oyunlar. Genellikle ilk yazım aşamasında giriyor bunlar metnin içine sonrasında ufak tefek eklemeler yapıyorum. İsterim ki, benim okuyup sevdiğim kitapları, yazarları onlar da okusunlar hatta sevsinler. Birlikte tek bir öyküyü değil daha ötesinde bir şeyleri paylaşalım. Metinler arasında, disiplinler arasında dolaşalım. Sakarmeke, onları 1984’e, Dava’ya, Biz’e uçursun. Farklı mekânlarda ve zamanlarda bir duyguyu paylaşalım ve edebiyatın büyüsü içinde birbirimize karışalım.
Hatice Günday Şahman: Öykülerinizde ana izlek olarak göç, iktidar, ötekileştirme, işsizlik, mültecilik, popüler kültür, kadına şiddet, tutsaklık, yoksulluk, yalnızlık, yabancılaşma gibi toplumsal sorunları, olayları, açmazları odağınıza almanızın sebebi nedir? Hukukçu olmanız ve aynı zamanda sosyoloji eğitimi almanızın bunda etkisi var mı?
Mehmet Fırat Pürselim: Bunlar aslında üzerine kafa ve yürek patlattığım dertlerim. Özellikle yazayım demiyorum ama içimdeki yürek sıkıntısı bunları yazdırıyor. Nasıl ki mutluluklar paylaştıkça büyür, dertler azalırsa; bunlar da okundukça azalsın hatta tamamen ortadan kalksın ve bir daha yazma isteği duymayayım, istiyorum. Picasso’nun Guernica’yı kendisinin değil faşistlerin yaptığını söylemesi gibi bu metinleri de ben yazmıyorum, içinde debelendiğimiz toplumsal sistem yazdırıyor. Hukukçu olmamım, sosyoloji eğitimi almamım hatta amatörce yaptığım felsefe okumalarımın katkısı bilinç düzeyinde oluyor ama yazmamın sebebi yürek bağlamında gerçekleşiyor.
Hatice Günday Şahman: Yeni kitabınızda ele aldığınız birbirinden farklı temaları öyküye dönüştürürken, içten ve yalın anlatımı elden bırakmadan ve kuşkusuz edebi estetikten ödün vermeden, anlatım türleri açısından da bir farklılığa yöneldiğinizi gördüm. İç monolog, bilinç akışı, epik anlatım gibi. Aynı zamanda önceki öykülerinize göre daha yumuşak, daha ironik bir üslup kullanmışsınız. Ancak bu arada bir parantez açıp Erektus Kalesi öyküsünde, içerikle uyumlu olarak yer yer oldukça sert bir anlatım olduğunu belirtmeliyim. Bu dönüşümün nedeni nedir ve bazı öykülerde oldukça dramatik konuları işlerken, ciddi eleştiriler ve saptamalarda bulunurken kaleminiz zorlandı mı?
Mehmet Fırat Pürselim: İlk baştan bu yana boğazıma oturan yumruları yazdım. Fakat başlarda bunu daha doğrudan ve dramatik ve karamsar biçimde yazıyordum. Baktım dertlerin biteceği yok ama bu karamsar ruh hali ülkeyi olduğu gibi beni de cinnete sürüklüyor. Dert varsa çaresi de var diye düşünerek hem kendimi hem de metnimi daha umutvar biçimde kurgulamaya başladım. Gerçekleri nasıl başka türlü ifade edilebilirim diye düşünürken Gezi’yle birlikte gelişen o ironik dili metnime yedirmeye çalıştım. Süleyman Peygamberden bu yana, güneşin altında anlatılacak yeni bir şey olmadığı söylenir. Kaba bir hesapla insanlar 3 bin yıldır aynı şeyleri anlatıp duruyor. Farklı biçimleri deneyerek metni canlandırmak mümkün. Tabii bir de iyi yaptığım biçimlerin dışına çıkmak kendimi sınamak da istedim. Özellikle Serçe ve Erektus Kalesi’ni yazarken o dili ve biçimi yakalayabilmek için çok uğraştım, defalarca üzerinden geçtim. Beni okuyan bilenleri ilk başta şaşırtan bir deneme olsa da, geri dönüşlere baktığımda altından kalkabildiğimi sanıyorum.
Hatice Günday Şahman: Martı Avcısı dışındaki öykülerin tamamı birinci tekil anlatıcı. Bazı yazarlar tarafından sınırlayıcı olduğu söylenen bu anlatıcıyı tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Mehmet Fırat Pürselim: Özellikle ben anlatıcı ağzından anlatayım diye bir düşüncem olmadı hatta tıpkı kuşlar gibi bu yoğunluğu da dosya haline geldikten sonra fark ettim. Genellikle bir öyküyü kafamda yıllarca dolaştırıp olgunlaştırdıktan sonra yazmaya otururum. Bu sebeple anlatıcı bellidir yazmaya başladığımda. Bitirdiğimde metinle anlatıcı arasında uyumu yakalayıp yakalayamadığıma bakarım. Zaman zaman farklı anlatıcılardan dinlemenin daha doğru olacağını düşünerek değiştirdiğim olmuştur. Sınırlayıcı yanları olsa da ben anlatıcının samimi olması, beni cezbediyor. Kaldı ki sınırlılığı aşmak da mümkün, yeter ki, yazar bunun için kafa patlatsın.
Hatice Günday Şahman: Saramago’nun Körlük ve Huxley’in Cesur Yeni Dünyası romanlarına göz kırpan, distopik bir kurmaca Ledli Zaman Hikayesi’nde, daha ilk cümlesi “Geceleri aydınlık gitgide büyüyordu…” ile başarılı bir tersinleme yaparak, aydınlığın karanlığa dönüştüğü, mutluluk reçeteleriyle, iktidar tarafından baskılanan ve tek tipleştirilen birey ve toplumun açmazlarını işlemişsiniz. “Geçenden on geçmeyenden yirmi lira alınan Deli Dumrul köprüsü” gibi çok ince politik göndermelerle beslediğiniz, yer yer kara mizaha dönüşen, KGS (kişisel gün sistemi) gibi zeki keşiflerle, distopik atmosferin başarıyla oluşturulduğu, okuru farklı sorgulamalara yöneltecek bu öyküyü yazarken temel çıkış noktanız neydi?
Hatice Günday Şahman: Serçe çok katmanlı ve neredeyse novella sayılabilecek uzunlukta bir öykü. Empati kurma ve kadın karakter kurgulama başarınızın tartışılmaz olduğu bu öyküde, Serçe’nin hayallerini, rüyalarını, iç sesini yansıtırken nelerden beslendiniz? Bu öykü özelinde insanların memleketleriyle, dinlediği müziklerle, yaşadığı semtle mimlenmesi gibi farklı durumları öyküye taşırken, incelikli ve ayrıntılı bir bakışla öyküyü katmanlandırırken nelere dikkat ediyorsunuz?
Mehmet Fırat Pürselim: Gustave Flaubert’in, Madam Bovary benim, demesi gibi Serçe de benim Turna da… Yazdığım karakteri ne kadar içselleştirersem o derece onun bedenine, beynine ve ruhuna bürünebilirim ve onu samimi ve sahici biçimde anlatabilirim. Erkeği ya da kadını kazıdığınızda altındaki insana ulaşabiliyorsanız cinsiyet fark etmeksizin anlatabilirsiniz, işte ben hep oraya ulaşmayı seviyorum. Serçe’de Okmeydanı’nda yaşayan, Dersimli Alevi bir kız üzerinden hikâye anlatılıyor ama hiçbiri doğrudan verilmiyor, tamamı satır aralarına serpiştirilmiş durumda. Nişantaşı, yaşanılan mekânın karşıtı ama bir yandan da günümüzün dayatmaları gereğince parlatılan, ideal olarak sunulan, ulaşılması hedeflenen arzu nesnesi. Edebiyatta ayrıntıyla ilgili durumu resim sanatıyla bağlantılı açıklayabiliriz. Geçmişte resmin amacı gerçeğin birebir yansıtılmasıyken fotoğraf makinelerinden sonra deformasyonla bambaşka biçimde resmedilmesi yoluna gidilmiştir. Bunu en güzel Picasso’nun tabloları üzerinden okuyabiliriz. Gerçekçilikten uzaklaşmasını, kübizm, sürrealizm gibi farklı tarzları denemesinin altında sanatın doğrudan değil dolayı anlatımla kurulması yatmaktadır. Bu resimlerde hemen gördüklerimiz değil tuvale gizlenen detaylar daha kıymetli hale gelmektedir. Söyleşinin başında andığım Guernica tablosunun mesajı da detaylarında gizlidir. Aynı şekilde klasik edebiyatın gözümüzde canlandırmaya yönelik tasvir anlayışı sinemanın gelişmesiyle, daha da önemlisi küreselleşme ve dünyanın büyüsünün bozulmasıyla birlikte doğrudan anlatmaktan ziyade hissettiren, dolaylı bir tarza dönüştü. Ben de kahramanı ufak tefek detaylar üzerinden ama tam olarak okura hissettirmeye çalışıyorum. Bu öyküyü anlatırken de özel bir çalışmam ya da gözlemim olmadı. Zaten sürekli sokakta, metroda, metrobüste, vapurda, parkta, esnaf lokantasında… olan biriyim. Gördüğüm, bildiğim insanlar üzerinden anlatıyorum yani. Okura tabiri caizse, anlatılan senin hikâyendir ey okur, diyorum.
Hatice Günday Şahman: Günümüzün en önemli sorunlarından toplumsal cinsiyet rollerini, ataerkil dayatmaları, kadınların kuşatılmışlığını ve nihayetinde iktidar olgusunu farklı yönleriyle yansıttığınız Erektus Kalesi öykünüzde, geleneksel epik tarzıyla bu temayı bir araya getirme fikri nasıl oluştu? Kadınların erkeklerin esaretinden kurtulup, mor flamalı kalelerinde, (feminist ütopyanın ilk örneklerinden Charlotte Perkins Gilman’ın Kadınlar Ülkesi romanında olduğu gibi) kendilerine ait bir yaşam sürdürmeleri yerine, onları erkeklere karşı saldırıya geçen, şiddet ve kıyım uygulayan, sonuçta zafer kazanan (!) bıyıklı, sakallı, kaslı eril simgelerle donatılmış kadınlara dönüştürürken asıl meseleniz neydi? Neye işaret etmek istediniz?
Mehmet Fırat Pürselim: Bu öykü pek çok feminist ütopik eserle karşılaştırıldı ve bundan müthiş mutluluk duydum. Dili kadim, anlatımı epik ama ne yazık ki zamanı gelecek. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından sonra distopik Erektus Kalesi gerçekleşiyor şeklinde yorumlar da aldım. Günümüz insanı Homo Sapiens olarak nitelendirilirken Homo Erektus bir alt sürümü olarak tarihten silinmiştir. Fakat aklı fikri ereksiyonda olan erkek üzerinden okunduğu zaman zihinden hiçbir zaman silinmediği somut biçimde ortadadır. Erektus Kalesi, erkeklik ama daha da özelinde erk eleştirisi. Erkeklerin eşit, barışçıl ve özgür bir düzen kuramadıkları ortada, umut kadınlarda ama kadınların erkekleşmeden kuracakları yeni EŞİT, BARIŞCIL ve ÖZGÜR dünyada.
Hatice Günday Şahman: “Efendiler buna şapka derler. Başa giyilir. (…) Efendiler buna kitap derler. Okunur. Zihin açar.” cümleleriyle etkileyici ve yerinde bir benzetmeyle başlayan Atatürk Yalnızlığı isimli öykünüz, çok aşina olduğumuz, tarih boyunca farklı coğrafyalarda sık sık karşımıza çıkan okumanın hainlik olarak nitelendirilmesi ve kitapların yakılması ekseninde gelişen bir kurgu. Bazılarının yakmaktan, bizim de okumaktan, yazmaktan vazgeçmediğimiz kitapların, edebiyatın bireyleri, toplumu dönüştürücü gücü üzerine neler söylemek istersiniz? Neden korkulur bu denli kitaplardan? Ve neden sıkı sıkıya tutunuruz kitaplara?
Mehmet Fırat Pürselim: Edebiyat ne işe yarar? İki kapak arasındaki kâğıtların insanı, insanları ve toplumu değiştirme gücü var mıdır? Bizler; kadın cinayetleri, etnik ayrım, görmezden gelinen cinslere uygulanan şiddet, kısıtlanan özgürlükler gibi toplumsal konularda yazıyoruz. Ama mürekkebimizi kendi küçük deremizin ötesine taşıyabiliyor muyuz? Bunları çok düşündüm. Zaman zaman her şeyin anlamsız olduğu sanısına da kapıldım. Sonra o mürekkebin açık denizlere ulaştığına dair geri bildirimler, insanlık tarihinde zaman zaman geriye gidişler olsa da istikametin nihayetinde ileriye doğru olduğuna dair okumalarım, toplumsal değişimin insanda başlaması, insanın değişiminin de de ilk kafasında şekillenmesi gerçeği karşısında; toplumu yasaların, baskıcı iktidarın, kolluk güçlerinin değil sanatın dönüştürebileceğine inandım. Baskıya uğrayan toplum gönülsüz ve görünüşte bir makyaj yapar ama en ufak bir fırsatta o boyalardan kurtulmanın yolunu arar oysa sanat bu değişimi gönüllü ve hücrelere nüfuz ederek yaptığından dolayı toplumun DNA’larına işler. Değişimi insanların kafalarında başlatan sanatı bu yüzden hiçbir baskı odağı sevmez. Bastırmaya, yasaklamaya; başaramayınca da kendi ideolojisine uygun yaldızlı boş taklitleri öne çıkartmaya, gücüyle ‘sanat’tan kopmuş ‘çı’ları yanına çekmeye çalışır. Peki, biz sıkıntı çekeceğimizi bile bile neden tutunuruz sanata, çünkü sanatın sıkıntılarımızın sebebi değil ilacı olduğunu biliriz de ondan. Kitaplar, edebiyat, sanat, yasalardan da, iktidarlardan da, tüm kurumlarıyla devletten de güçlüdür. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi Rusya’da da Tolstoy okunuyor, Dostoyevski okunuyor. Biz de hâlâ Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre okumaya devam ediyoruz.
Hatice Günday Şahman: Edebiyatın en temel izleklerinden biri olan aşka dair yazdığınız Her Vakit ve Bekledim de Gelmedin öykülerinizde duygu aktarımı ve şiirsel anlatım çok güçlü. Aşkla edebiyatın birbirini beslemesi, tamamlaması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Fırat Pürselim: Aşkı anlatanlar edebiyatın en güzel sayfalarıdır bence. Keşke sadece aşkı anlatabilsek, kalemimizin başka derdi olmasa. Bir aşktan bir de sanattan dolayı çekilen acılar insana mutluluk verir. Uykusuz geceler, yanındayken coşkunluk, azıcık uzaklaşınca depresif duygu durumu, yüzüne ya da boş sayfaya saatlerce bakma halleri, tek bir gülüş ya da tek bir satır için canını verebilmek bir aşkta bir de sanatta olur. Aşk bir kuşsa edebiyat onun kalbidir, edebiyat bir kuşsa aşk onun ruhudur.
Hatice Günday Şahman: Ne zaman güleceğimizi, ne zaman hüzünleneceğimizi bilemediğimiz, mutluluk ve mutsuzluk gibi karşıt duyguların bir arada yaşatıldığı öykülerde; “At gözlüklerimizi çıkarıp, ömürleri sınırlı ledli lambaların tersine sonsuz ısı ve ışık kaynağı olan güneşe umutla bakacağımız, içimiz sıkıldığında kanat çırparak yükselip yükselip süzülmeye başladığımızda ferahlayacağımız, sürgün bir ülkede yaşamayıp bir gün o özgür güneş ülkesine uçacağımız,” inancını, yaşam sevincini hep canlı tutmuşsunuz. Peki Fırat Pürselim gerçekte bu kadar iyimser mi? Var olan koşullar altında iyimser yaklaşımını nasıl koruyor?
Mehmet Fırat Pürselim: Bu soruya çok sevindim. Kitapta yazdığım onca dert, tasanın sonunda insanların umudunu diri tutmalarını da çok önemsedim. Hatta kapaktaki kuşların dahi o özgür güneş ülkesine uçtuklarını ve okuyanların da böyle hissetmelerini kalben arzuladım. Duygum size geçtiği için çok mutlu oldum. Daha önceden de söylediğim gibi ben ağırlıklı olarak toplumsal dertlerimizi kendime dert ediniyorum ve edebiyatım da bu yöne doğru bakıyor. İlk dönem yazdıklarımda da benzer konuları daha doğrudan, daha karamsar ve kötümser yazıyordum. Bu okuru olduğu kadar beni de etkiliyordu. Yazarken depresif duygu durumu çepeçevre sarıyordu. Yazdıklarımı okuyan annem bir gün bana dedi ki, ‘Oğlum hayat sana neler yaşattı? Ne kadar acı çekmişsin böyle.’ O zaman sorgulamaya başladım, doğru anlatım biçimi bu mu, diye. 90’lar Türkiye’sini anlatan Emanetimdeki Hayatlar’ın hâlâ başka biçimde anlatılamayacağı düşüncesindeyim. İyi ki yazmışım ama bir daha bu şekilde yazmayacağım, dedim kendi kendime. Bir hayatımız var, iyiyse güzelleştirmek, kötüyse değiştirmek, en azından bunun için çabalamak, elimizde. Bir şeyler değişecekse onu yapacak olan başkaları değil biziz. Çok sevdiğim bir öykü var, herkes, birisi, herhangi biri ve hiç kimse adlı dört kişi hakkında, bilenlerin affına sığınarak onu anlatayım: “Yapılması gereken bir iş vardı. HERKES bu işi BİRİSİ yapar diye düşündü. O yüzden HİÇ KİMSE yapmadı. BİRİSİ buna çok kızdı çünkü bu HERKESİN işiydi ve HERHANGİ BİRİ yapabilirdi. Ama HİÇ KİMSE, HERKESİN yapamayacağının farkında değildi. Sonunda HERHANGİ BİRİNİN yapabileceği bir işi HİÇ KİMSE yapmadığı için HERKES, BİRİSİNİ suçladı.” Ben bir yerden sonra başkalarını suçlamayı bıraktım. Suçlayarak, kendini kandırmak dışında bir yere varılamıyordu çünkü. Sanırım bunda yaşla birlikte gelen olgunlaşmanın da payı var. Doğadaki yaşama direncini görüp de iyimser olmamak mümkün değil. Hayata, gülümsemenin gücüne, değişime, özellikle de gençlere çok inanıyorum. Evet, iyimserim çünkü umutsuz olmaya hakkımız yok.
Hatice Günday Şahman: Akılsız Sokrates kitabınızın son öyküsü Yedi Martı, “Yedi martı havalandı… Hepsi de kar beyazdı…” Sakarmeke’nin son öyküsü Martı Avcısı ise “…Göç mevsimiydi, kuşlar uçup gitti. Azad da peşleri sıra.” şeklinde bitiyor. Bu rastlantı mı? Uçup giden kuşlar farklı sonlarda tekrar tekrar kendileri mi konuyor cümlelerinize? Siz de biz de Azad gibi onların peşi sıra gitmeye devam edeceğiz mi sonraki yazacağınız metinlerde?
Mehmet Fırat Pürselim: Materyalizm evrende rastlantı olmadığını ve her şeyin mekanik bir nedensellik içinde ortaya çıktığını söyler. Ben her ne kadar bunu bilinçli yapmadığımı söyleyecek olsam da, bilinçaltımdaki düşüncelerimin bir sonucu olmalı. Güzel insanların aslında ölmediğine, kuş olup özgür güneş ülkesine gittiğine inanıyorum. Biz de peşleri sıra…
Mehmet Fırat Pürselim: Salgın dönemi, hayatımızı değiştiren bir dönem oldu. Veba, tifo, verem gibi salgın hastalıkların artık geride kaldığını düşünürken, birden bire kendimizi maskelerin arkasına gizlenirken bulduk. Daha fazla evimize kapandık, daha az görüşür olduk, sıkıldığımız rutinin bile; işe gidebilmenin -tabii işimizin olmasının-, maskesiz biçimde nefes alabilmenin, istediğimiz saatte marketten istediğimiz herhangi bir ürünü alabilmenin -tabii bunları alabilecek parayı kazandıracak bir işimizin olmasının- bile ne kadar değerli olduğunun farkına vardık. Salgın dönemi; iş, sosyal ve özel hayatımızda kalıcı değişiklikler bırakarak sona erecek. Ama sanal imza günleri, zoom toplantıları, online atölyeler bundan sonra edebiyat dünyasının bir yerlerinde olacak. Teknolojiyle ilişkisi, çözemediği problemden korkan öğrenci düzeyinde olan biri olarak, başta çekingen yaklaşsam da, sürecin uzaması karşısında adapte olmaya başladım. Hatta bu pandeminin bir yandan hayatımızı sınırlandırırken bir yandan da sınırlarımızı genişlettiğin farkına vardım. Dünyanın en güzel kitabevlerinden Tarsus Antik Sahaf (bu vesileyle İzmir’den Zorba, Bağdat Caddesi’nden Gergedan, Erciş’ten Şarlo Kitabevlerine de selam ve sevgilerimi göndereyim) ve ‘ben en iyi bildiğim işi yaparak ayakta kalacağım’ diyen İsmail Kün Abimin öncülerinden olduğu sanal imza günlerinin ilklerinden birinde dostum Fuat Sevimay’la birlikte imza attık. Kanada’dan, Fransa’dan, Ankara, Bursa, İzmir, Erzurum, İstanbul’dan… dünyanın ve ülkenin dört bir yanından okurlarla birlikte sohbetler gerçekleştirdik. Normal zamanda ulaşamayacağım pek çok kişiyle iletişim kurmaktan çok mutlu oldum ve o zaman bunun da ayrı bir güzelliği olduğunu keşfettim.
21. yüzyılda tüm dünyayı etkileyen bu dönemin sanatı etkilememesi de elbette düşünülemez. Salgının romanı yazılmaya başlandı ve bundan sonra da daha yoğun biçimde yazılacak, filmi, tiyatrosu, resmi, fotoğrafı, heykeli vs. olacak. Benim kafamda da, ilk günlerden bu yana dönen distopik bir öykü var. Bunun dışında ilk kapanma döneminde, uzun zamandır elimde sürünen birkaç taslağımı yazıya dökebildim, biraz toprakla oynayabildim. Bu anlamda verimli kullandığımı söyleyebilirim. Sinema, tiyatro, müzik sektörü için oldukça yıkıcı geçen pandemi süreci edebiyat açısından sanırım o kadar da yıpratıcı gerçekleşmedi. Sakarmeke için bildiğimiz normallerdeki imza günlerini, yüz yüze sohbetleri gerçekleştiremesek de; bunları sanala taşıyarak okurla buluşabildiğim için mutluyum.
Ama bu mutluluğumu gölgeleyen daha büyük bir mutsuzluğum var: Bu süreçte işsiz kalan, müzik aletlerini satmak zorunda kalan, tiyatrosuna kilit vuran, film çekemeyen, intihar eden, hastalıktan hayatını kaybeden tüm sanatçıların acısı. Şu an bu salgının çaresi var ve insanlar kapitalizmin kâr hırsı yüzünden nafile yere ölüyor. Aşının fikri mülkiyeti olmaz, tüm insanlığın ortak malıdır.
Hatice Günday Şahman: Sizin uzun soluklu öyküleriniz gibi, uzun bir söyleşi oldu. Verdiğiniz cevaplarla kendinizi ve yazma sürecinizi bizimle paylaştığınız için teşekkürler.
Mehmet Fırat Pürselim: Kırmızı Etek benim çok sevdiğim bir kitap olmuştu, yeni kitaplarınızı okumayı pek çok okurunuz gibi ben de iştahla bekliyorum. Bin bir emekle hazırladığınız sorular ve Sakarmeke’yi uzun uzun anlatmama vesile olan bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim.
Akılsız Sokrates öykülerini okumuş ve sevmiştim.
Hatice Günday Şahman ‘ın soruları ve yazarın cevapları, Sakarmeke’yi hemen okuma isteği uyandırdı.
Sakarmeke’yi okuduğumda içimden kuşlar havalanmıştı. Söyleşiyi okurken de aynı şeyi hissettim. Kalemi kanatlı Mehmet Fırat’a ve Sevgili Hatice Günday’a teşekkürler.