“İnsan Zihninde Gezinmek Hem Korkutucu Hem De Müthiş”
Salih Tokgözoğlu ile ilk öykü kitabı Yıldızlı Çukur odağında yapmış olduğum söyleşi insan zihninin yarattığı tekinsiz durumlar üzerine hayatın nasıl şekillendiği, neler olabileceği, korkunç durumların nasıl ve ne sebepten ortaya çıkabileceği üzerine gerçekleşti. Kalabalık semtimizde kadınlar kendi kişisel bakımlarına oldukça dikkat ederler. Yıldızlı Çukur’daki öyküleri okuduktan sonra şunu düşünmeden edemiyorsunuz: İnsan zihninde gezinmek hem korkutucu, hem de müthiş. Şüphesiz ki öyle, çünkü yaşamın zihnimizde yarattığı tortular, ailemiz, çevremiz, her şey ve herkes tüm kuvvetiyle etkiliyor bizleri. Sonuçta yıldızlı çukurların içine boylu boyunca uzanabiliyoruz, bir parça gökyüzü görebilmek için.
İlk öykü kitabı Yıldızlı Çukur odağında Salih Tokgözoğlu ile gerçekleştirdiğim söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Edebiyat ile olan bağının nasıl başladığını, sonrasında seni nasıl geliştirdiğini ve öyküler/hikayeler yazmaya başlama heveslerini nasıl beslediğini sorarak başlamak istiyorum. Ankara hukuk mezunusun, avukatsın. Edebiyatla olan bağının seni mesleki anlamda yönlendirmesinde payı var mı mesela?
Salih Tokgözoğlu: Edebiyat ile bağım zannediyorum ilkokul yıllarımda başladı. Okumayı biraz erken öğrenmiştim. Bu nedenle henüz ilkokula başlamadan, artık sıkılmaya başlayacak kadar çocuk kitabı okumuştum. Ömer Seyfettin’in, Peyami Safa’nın, Refik Halid’in kitaplarını okumaya başladım. Çocukken bu isimleri ilk okumaya başladığımda çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Ama sonradan çocuk kitaplarına dönüş mümkün olmadı okudukça ben de edebiyatı sevmeye başladım. Ciddiyetle ilk yazımı lisenin birinci sınıfında yazdım. İlk hikayemi ise lisenin ikinci sınıfında. Arkası yarın şeklinde bir polisiye hikaye yazıp gece sınıfın duvarına yapıştırdım. Sabah geldim herkes okuyor, aralarında konuşuyordu. Acayip hoşuma gitti. Ben de bunu günlerce sürdürdüm. Lisenin ikinci sınıfında artık tamamen yazar olmaya karar vermiştim. Disiplinli olabilmek için kronolojik olarak başta Türk Edebiyatı’nı okumaya karar verdim. Ahmet Kabaklı’nın Türk Edebiyatı Ansiklopedisini alıp, baştan sona, oradaki her bir yazarın bir kitabını, şairse en azından birkaç şiirini okumaya başladım. Hemen her hafta dergilere yazı gönderdim. Sürekli reddedildi. Reddedildikçe daha çok yazmaya, okumaya çalıştım.
Okumak ve muhakeme hukuk için önemli, bunları seviyordum. Ayrıca babam avukat, babamı bir avukat olarak da seviyordum. Son olarak da yazar olarak para kazanamayacağımı ve hukuk mesleklerinin bu konuda rahat olduğunu düşünüyordum. Bu sayede para kaygısıyla yazmam diye planlamıştım. Ankara Hukuk’u seçmemdeki tek neden ise aşık olduğum kız –şimdi eşim- Ankara’da bir üniversite seçmişti ben de yakın olsun diye oraya gittim. Üniversite de sürekli okudum, yazdım ve sınıfta kaldım. Ancak bir noktada, eşimle evlenmeye karar verdik. Bu sebeple okulu bitirdim ve avukat oldum. Ama meslek umduğum gibi çıkmadı. Bana yazmak ve okumak için çok az zaman bırakıyor. Hatta neredeyse hiç bırakmıyor. Bir de ben yazdıkça, okudukça dalgın ve sorumluluklarıma karşı lakayt oluyorum. Bu da işimi kötü yapacağım korkusu ile edebiyat ile ilgilenirken beni gemliyor. Mesleğime karşı nankör değilim fakat aramızda sürekli soğuk rüzgarlar esiyor.
Aynur Kulak: Yıldızlı Çukur. İlk öykü kitaplarında genelde daha fazla öykü ile karşılaşır okur fakat, Yıldızlı Çukur’da böyle değil. Sadece beş öykü vardı zaten, bu öyküler üzerinde çalıştım mı dersin yoksa hayır daha fazla öykü vardı ve aralarından bu beş öyküyü mü seçtim dersin? Beş farklı öykü, farklı karakterler, farklı olay örgüsü, mizansenler, atmosfer yaratımı söz konusu fakat tek bir zihin mevzu bahis sanki. Biz bu zihnin içinde “kendini” anlatma çabası içinde devinen, zihnin bilinç yapısını, genetiğini dededen- babadan almış ruhların hikayelerini “ısrarla” anlatmalarına tanıklık ediyoruz. Ben onlar gibi değilim, farklıyım, bu benim hikayem gibi bir çaba var fakat, alacakaranlık durumlarda, kara bulutların dağılması konusunda hiçbir kıpırtı, değişim yok sanki öykülere baktığımızda, ne dersin?
Salih Tokgözoğlu: Önceki sorunuzda biraz bahsetmiştim, aslında onlarca öykü yazdım sanırım. Ancak bu yazdıklarımın hepsini kitap için gerekli görmüyordum. Yazar bazen kendini eğlemek için hikayeler yazabilir, evde sıkıldığında yazı ile muziplikler yapabilir, oynayabilir. Fakat çoğu zaman yazdıklarının sanat eseri olarak bir kıymetleri olmaz. Bu sebeple kitap dosyamı hazırlarken yazdıklarımın birçoğuna hiç bakmadım bile. Kalanlara karşı da son derece takıntılıydım. Hala da öyleyim, kitap yayınladığı hâlde aynı öykülerde sürekli değişiklik yapıyorum. İlk başta sekiz öykü seçmiştim. Sonra bir anda üçe düşürdüm. Sonradan Kayıkçının Ölümü’nü yazdım. Yayınevlerine hep dört öykü olarak gönderdim. Saat Beş adlı öyküm ise çok daha sonra, editörüm Tugay Kaban’ın tavsiyesi ve ısrarı ile kitaba girdi. Aslında kitabın ilk kabul almış hâlinde o da yoktu.
Ben kendimi bildim bileli, yani çocukluğumdan itibaren etrafımdaki herkese her şeye sürekli kızgındım. Herkesin her hareketi bana batıyordu. Kendimi hep daha düşünceli, daha zeki, daha duygusal, daha ahlaklı biri olarak görüyordum. O yüzden bildim bileli kendi kendime söylenerek, konuşarak yaşıyorum. Bir yandan da hayal kurup kendi istediğimi anlatıyordum. Yani edebiyat olmasa da ben zaten sürekli bir şeyler anlatıp duruyordum. Nerede ne olduğunu tam kestiremiyorum ama bir süre sonra her şey değişti. Kendimin zannettiğim gibi biri olmadığımı fark ettim. Tam aksine kendimi düşündükçe her yönden aşağı bir kimse olduğumu kavradım. Bu defa kızgınlığım geçti. Fakat sizin bahsettiğiniz “alacakaranlık bulutların dağılması” ihtimali diye bir ihtimal kalmadı. Sonuçta kendimde kaybettiklerimi kimde arayabilirim, kime hesabını sorabilir ya da nasıl ümitle var olabilirim. Kabullendim. Herkese kızgınlığım geçti. Fakat, fakat işte…
Aynur Kulak: Ailemizin Tuhaf Tamiratı. Gayet nahif, kendi hikayesini sakin sakin anlatmaya başlayan bu ilk öykü kitap boyunca peşimize bırakmayacak olan ikircikli durumları, tekinsizliği, şüpheyi, alacakaranlık duyguları hiç aceleye, paniğe yer vermeksizin getirip içimize yerleştiriyor. Aile dibi görünmeyen bir çukur. Aileden, genetik yapıdan miras müthiş bir çukurluk bu; girift, iç içe geçmiş aile yapısında Muhsin Bey’in eşi Tülin, Muhsin Bey’in ikinci benliği mi, karısı mı gerçekten, belki de kardeşidir kim bilir, sorularını bize sordurtan, ne dersin? Okuyucunun zihniyle daha ilk öykü itibariyle böylesine sakin ve soğukkanlı bir biçimde, hiçbir şey yapmıyormuş gibi bir kenara çekilerek oynanması dikkat çekici en cezbedici unsur. Ne dersin?
Salih Tokgözoğlu: Bir önceki sorunuzda açıklamış olduğum süreç sanırım bu öyküdeki karakterlerin biraz daha rahat anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu öyküde bütün karakterlerin aynı aileden olmasını istedim. Başlı başına bir karaktere dönüşmüş bir aile içerisinde insana daha yoğun bir biçimde yaklaşma isteği. Herkesin nahif ve herkesin gaddar olduğu, herkesin kabiliyetli olduğu ama diğer yandan birbirini aşağıladığı yani herkesin bildiğimiz insan olduğu bir öykü. Ancak öykünün imkanları içerisinde, bir karakter ile bunu yapabilir miydim, bilemiyorum. O zaman sanırım roman olurdu. Oysa adeta bir karaktere dönüşmüş ailenin her bir ferdinde hepsini tekraren ele almak imkanı vardı. Bütün karakterlerin aşağı yönleri, bunun yanı sıra nahif yönleri ve bunların hiçbir zaman birbiri ile örtüşmemesi… Ve artık herkesin birbirini suçlamasından geçerek, bambaşka, herkesin suçunu yüklenecek bir şey bulmak… Bir gramofon.
Ve gramofonun bütün günahını temizleyecek olan bir başkasının masumiyeti.
Aynur Kulak: Yıldızlı Çukur. Kitabın kitaba da ismini veren, en çarpıcı öyküsü. “Bir hikayem olmasını istediğimi anlamıyordu.”. Kim anlamıyordu? Öykünün anlatıcısı Ömer mi, Ömer’in karısı Süheyla mı? İnsan zihninde gezinmek hem korkutucu hem de müthiş, öyle değil mi; hiçbir şeye benzemiyor. İnsan zihninde beliren kişilere, yarattığı durumlara, olaylara nasıl böylesine sıkıca tutunmak ister, korkacağını bile bile üstelik, tüm tekinsizlik yaratacak duygulara, şüphelere rağmen. “Güzel anlatıyor. Çok güzel. Kimi zaman bir hatıramızı bana anlatıyor. Ama onun anlattığına inanıyorum.” Kimin anlattığına? Anlatıldığında inanmak istediğimiz hikaye kimin hikayesi, zihnimiz neye ikna olmaya çalışıyor? O çukura girmeden o yıldızları görmek imkansız sanki ve bu öykü gerçeküstü anlatımın da ötesinde insan zihnini anlatması açısından son derece gerçek bir öykü desem, ne söylemek istersin?
Salih Tokgözoğlu: İnsan zihninde gezinmek hem korkutucu hem de müthiş… Bu cümleniz hoşuma gitti. Sürekli her an bunu düşünmek istiyorum sanırım. Acaba bütün hislerin, düşüncelerin, küçük hesapların, planların, iyiliklerin dibinde ne var?
Bu öyküyü yazdım, belki sonu trajik görünüyordur. Oysa benim için öyle değil. Öyküde bile olsa bir kez kazanmak istediğim için yazdım. Ben o kadar kazacağım ve sonu hezeyan olacak. Bunu görmekten bıktığım için yazdım. Sürekli ulvi duygular ve fikirler peşinde koştuğuma inanacağım, bunu yaparken kızacağım, saldırganlaşacağım belki ve sonuna gelince gördüğüm şey kızdığım neyse o olacak. Anlatıp da değiştiremesem bile en azından o çukura gömerim diyerek yazdım. En azından anlatırken buna hakkım olduğunu düşündüm. Ama yine de her şeyin farkında olarak yani işte öykünün sonundaki gibi. Çünkü bunu istemek dahi çok bencilce geldi. Gömüp bitiremedim. Zaten öyküde de gömemedim. Sadece çukura indirdim.
Aynur Kulak: Saat Beş. İçimizi korku ve tekinsizlikle dolduran iki öyküden sonra Saat Beş öyküsü zihnimizde yaratıp inandıklarımıza karşılık olarak dini inanç atmosferi üzerine kurulmuş son derece gerçek, yaşanmış birkaç saatin içine götürüyor bizleri. Senenin bindokuzyüzellidört olmasına veya şehre illa Amerika tarafından hediye edilmiş bir Kabe maketinin gelmesine gerek yok. Annemle, ninemle, teyzemle, kardeşimle şimdi itibariyle bir şehir turuna çıksam aynı diyaloglar, aynı koşuşturmaca içine girerim, öykü bu anlamıyla çok gerçek. Somut olarak inanç mevzusunu da önümüze koyması açısından da çok gerçek. İnsanın zihninde yarattıklarına mı inanması yoksa bir inanca kayıtsız şartsız iman etmesi mi, hangisi daha iyi ya da hangisi daha kötü? Bu konuyu aslında iyi-kötü kavramı üzerinden değil de, inanç kavramı, insanın bir şeylere inanma istenci, beklentilerin yarattığı hikayeler bazında konuşmak isterim.
Salih Tokgözoğlu: Bu öykünün içerisindeki inanca yaklaşımı ve fikri düşünürken öncelikle şunu söylemeliyim ki benden çıkan orijinal bir düşünce değil. Burada inanca karşı fikir yürütme yönünden kapıyı şair Cihat Duman sergilediği performans ile açtı. O bunu yaparken çok derin bir mana üzerine düşündü mü bilemiyorum, sadece bir alaysama olabilir. Ya da daha fazlası da olabilir, ben ise bunu edebiyata dâhil ettim. Bunu yaparken de Cihat Duman’ın performansının çok dışına çıkıp ukalalık etmek, kendime mal etmek istemedim. Ancak doğrudan performansı yazıp, sıradanlaştırmak da istemedim. Öykünün genel temasını ve atmosferini bu düşünce ile tasarladım. Bahsettiğiniz canlılık ve şenlikli hava da biraz buradan geldi sanırım. Her şey çok gerçekçi olsun, cıvıl cıvıl olsun, hep beraber inanalım ve neşemizle inancımızla bu saçmalığın bir parçası olalım. Olan biten budur. Gündelik hayatta da budur.
İnanca dair sorduğunuz soru ise zor. İnancın da birçok yönü vardır sanırım. Ancak dini inanç söz konusu olduğunda, insan ister zihninde yaratsın, ister kendine aktarılan bir ilaha inansın sanırım asıl istenen şey bir coşku ve tutku. Yani neye inanırsak inanalım; bizi sıradana bırakmasın. Bizi coştursun, fanatik etsin, yollara döksün, yerden yere vurdursun, gözyaşları içinde kalalım, utançtan yerin dibine geçelim, sevinçten havaya uçalım, sırf kibrine sahip olabilmek için tevazu diye çırpınalım ve her şeyin bilgece olduğuna inanalım. Sayınca, aslında insana dair her şey inançtan bağımsız ortaya dökülüyor işte. İnançtan beklediğimiz bu. Dinlerin aslı budur ya da değildir ama biz hep bunları yaşamak istediğimiz için sanki bir yerden sonra bütün dinler birbirine benziyor. İnancımız da insan insan kokuyor.
Aynur Kulak: Gece Başı Ağaç Çetesi Hadisesi. Mustafa Rıza Karagül. Kendisini çok sevdim. İlk iki öyküdeki şizoit durumlara yakın karakterlerin tam aksine Mustafa Rıza Bey –yaşına da rağmen- son derece çocuksu geldi bana. Övülmek istenme, tekrar görünmek istenme, hepinizden daha “akıllıyım”ı ilk önce kendine göstererek takdir edilmek istenme ve yarattığı hikayeye hiç şüpheye yer bırakmaz şekilde kayıtsız şartsız, gönülden inanmada inat etme ve tabii ki bu öykünün en önemli unsuru olarak kendi hikayesini kendisinin anlatıyor olması…: “İlk başlarda son derece basit ve masum bir fikirdi.” İnsanın fıtratı, “ben arzusu” basit değil aslında Mustafa Rıza Bey’in düşündüğünün tam aksine, öyle değil mi?
İnsan bizzat kendine şöyle gerçekten masumiyetle bir muziplik dahi yaptırmıyor. Hemen hesaplar başlıyor. Yani ben bu öyküdeki olayı bizzat kendim planladım, oradan biliyorum. İlk başta, yahu şuralar yeşil olsa ne güzel olur, her akşam yapsam yaparım ha, diye düşünüyordum. On beş dakika sonra baktım kendimi halk kahramanı olarak hayal ediyorum. İnsanın bu halleri de güldürüyor beni. Bazen de sevimli geliyor. Kendi kendime “Ulan ne üçkağıtçı adamsın be, katıksız soytarısın!” diyorum. E Mustafa Rıza Karagül de kendi yaşı itibariyle kendi hesaplarını yapıyor. Yaşadığını gerçekten hissetmek istiyor. Bu belki bir aşk da olabilirdi. Ama yeter ki inançta konuştuğumuz gibi bize yaşadığımızı hissettirsin, iyilik ya da kötülükle atan kalbimizi hissettirsin. Ve herkese şöyle çarpa çarpa ben varım diyebilelim. Mesele bundan ibaret zaten. Öyle safiyanelik mümkün mü?
Zaten hikâyedeki plana gerçekten inanan da bir tek deliler var.
Aynur Kulak: Kayıkçının Ölümü. Yukarıdaki beşinci soruda iyi ve kötü kavramları üzerine konuşmayalım demiştim ama bu soruda, bu öykü özelinde, iyilik ve kötülüğün, yaşamak ve hayatta kalmak, yaşamı idame ettirmek adına insana dair olan tüm fıtratlarını nasıl önümüze koyduğunu düşünerek konuşabiliriz gibime geliyor, ne dersin? Küçük teknelere, kayıklara karşılık denizdeki tüm balıkları tek hamlede toplayan bir trole karşı balıkçıların verdiği mücadele söz konusu. Yaşamla cebelleşmenin, hakkını aramanın, çareler bulmak, üretmek istemenin ölümle cebelleşmekten daha zor olduğunu gösterir derecede ölümle cebelleşen bir kayıkçı da var; hikayenin içinde canlı kanlı şekilde hiç görmesek de. “Hepsi dalmış kayıkçıyı düşünüyorlardı. (…) Açlığın şiddeti ile Murat’ın şiddeti arasında sıkışıp kalmışlardı.” Murat’ın öfkesi Mevlüt kaptana ve Mevlüt kaptanın son sahnede karşımıza çıkışı inanılır gibi değil diyeceğim ama tam aksine çok inanılır. Kayıkçının ölümü nezdinde ölümün bir bitiş değil yaşamı alışılagelmiş noktalarından değiştiren bir unsur olduğunu aslında ve iyi ile kötünün denizin yüzeyine nasıl çıktığını konuşmak isterim seninle. Aynı derecede, huzursuzluğun, endişenin içinde yer alıp farklı mücadele biçimleriyle karşımızda beliren Murat kaptan ve Mevlüt kaptan karakterlerinin duygularımızda yarattığı ikiliği de konuşmak isterim.
Salih Tokgözoğlu: Birçoğumuzun, hala var olduğunu iddia ettiği ya da bir zamanlar var olduğuna inandığı o kayıkçı ölüyor. Bir perde gibi sanki kayıkçı. Kötü olanı hem gizleyen, hem engelleyen. Ve biz bir anda biz olarak kalıveriyoruz. Bunu yazarken aslında ben sürekli internetteki bildiğimiz “trollük” üzerine düşünüyordum. Bu kadar basitti. Her şeyi silen süpüren alıp götüren o tuhaf yer ve onun bu en berbat organizmaları. Ancak bu göze çok batan çıkış noktasının hayatın her yanında başka başka görünüm biçimleri var.
Bir yanda bizi sürekli alıştırmaya çalışan ve neye dönüştüğünü dahi göremeyen uzlaşımcılar. Diğer yanda dişini sıkanlar. Gücü yetmediği için kendini salanlar. Öte yanda isyan edenler. Diğer yanda da her gün öldürdüğü gibi öldüren ölüm. Hani dediniz ya yaşamın alışılagelmiş noktalarını değiştiren, diye her günkü sıradan ölümlerin yerine bu sefer kayıkçıyı öldürse, ki öldürdü, ne olacak? Hiçbir şey olmuyor sanırım.
Murat bağırdı çağırdı, sonunda kayıkçı öldü. Mevlüt ise kendi ikbalinin peşinden gitti. E yine kayıkçı öldü. Kim öldürdü şimdi onu? Bunu biz hepimiz hep beraber yapıyoruz. Nasıl bir döngüye girdik anlayamıyorum. Yapmak istemezken de yapmak istemezliğimizle yapıyoruz.
Bu yüzden ne Mevlüt gibilere kızmak geliyor insanın içinden ne de Murat gibilerle ümide kapılmak. Orada sadece İbrahim var, o da çaresiz işte. Hayatta en çok onlara üzülüyorum.
Aynur Kulak: Kitaptaki tüm öykülerin içimizde yarattığı tekinsizlik hissi, emin olduğumuz ama daha da emin olmak istediğimiz şüphe belirtileri, zihnimizin dehlizlerinde gezinirken düşmemeye çalıştığımız çukurlar, ailemizin açtığı o çukurların bilincimize verdiği tahribat, anlaşılma uğruna anlatma isteklerimiz ve çevremizle beraber kendimize verdiğimiz zararlar… Yıldızlı Çukur insan zihninin alacakaranlıkta kalan görünmeyen yanlarını açığa çıkaran yapısıyla aslında lafı hiç dolandırmıyor, minimal anlatımıyla edebiyatımızın tekinsiz/gotik türüne yakınlaşıyor desem ne dersin? Bunu yaparken kurgusal anlamda bir matematik de yerleştirmiyorsun öykülerin içine ya da dil unsurları da devreye girmiyor. Neyse o, olduğu gibi okuyoruz öyküleri sanki ve tüm bunlara rağmen bu kısacık öyküler bittiğinde dimağımızda kalan lezzet çok kalıcı. Ne dersin?
Salih Tokgözoğlu: Sorunun içinde o kadar iltifat var ki ben bu soruya hiçbir şey diyemem. Fakat yine de, ben tamamen hikayeye odaklanmaya çalışıyorum diyebilirim. Sonrasında ise hikaye hangi matematiği hangi dil unsurlarını gerektiriyorsa ona göre yazmaya gayret ediyorum. Mesela dili Saat Beş’de kullandığım gibi Ailemizin Tuhaf Tamiratı’nda da kullansam öykü karikatüre döner, diye düşünüyorum. Ya da tam tersi, o zaman Saat Beş bu kadar neşeli olmaz gibi geliyor.
Dil oyunları, metin biçiminde denemeler, kurgusal denemeler bunlar benim için sadece anlatacaklarıma hizmet etmek için varlar. Gerekli görürsem bunlardan da hiç kaçınmam. Ama şunu diyebilirim ki akıcılık, duruluk gibi özellikler bile bir noktada böyle benim için. Hikâye neyi gerektiriyorsa her şey öyle olmalı. Akmıyorsa akmaz, ne yapayım, diye düşünürüm. Yeter ki anlatılması gerektiği gibi anlatabileyim.
Tabi ne kadar becerebiliyorum, onu bilemiyorum.
Aynur Kulak: Pandemi döneminin içindeyiz hala ve nasıl bir pandemi dönemiydi senin için, okuyabildin mi, neler okudun diye de sormak isterim. Biraz da bu soruyu; bizi bekleyen yeni dönemlerde edebiyat adına hikâyeler nasıl şekillenecek, nasıl öyküler, hikayeler okuruz, edebiyat tüm bu değişimlerden nasibini nasıl alır diye de sormak isterim aslında.
Salih Tokgözoğlu: İlk başlarda kapsamlı bir tam kapanma olmuştu. O dönemde normalden çok daha fazla okuyabilme fırsatı buldum. Diğer tüm dönemlerde benim için aktif iş hayatı aynı şekilde devam etti.
Pandeminin edebiyata, daha doğrusu bizim edebiyatımıza, çok ciddi bir tesiri olacağını sanmıyorum. Ummuyorum açıkçası. Bunu da kısa bir örnekle açıklayayım, bir gün gece bir yasak geldi, on beş yaşından küçüklere sokağa çıkma yasağı. Gece uyudum sabah uyandım, bir açıklama; yasak on beş yaşından küçük çalışanlar için geçerli, değil. Bu bir örnek, buna benzer onlarcası.
Sonra pandemi döneminin edebiyata etkileri üzerine bazı yayınlar izledim. Bu konu ile alakalı bir iki de kitaba baktım. Ne yazıyorlar biliyor musunuz? Yok dezenfektan sıkmaktan anksiyete oluşmuş, sosyal mesafeden paranoyak gibi olmuşlar, yok evde hanımla çocuklarla otura otura daralmışlar, yok kafeler meğer kültürel hayat için ne kadar önemliymiş… E bitti işte hepsi. Şimdilerde paranoyak gibi dezenfektan sıkmak çok azaldı. Çocuklar okulda, kafeler açık, herkes işinde; Kaldı mı kimsenin ruhunda dezenfektan anksiyetesinin o derin yarası?
Bu yüzden pek bir beklentim yok. Gergin bir ortamda eline sürekli dezenfektan sıkan bir karakter yazılır. Sürekli sosyal mesafeye uymak için trajikomik hallere düşen bir adam yazılır. O da işte pandemi döneminin edebiyatı olur.