“Toprak topraktır, nerede yatsan aynı.”
Seethaler, Bütün bir Ömür
Robert Seethaler, çarpıcı yalınlıktaki anlatımı ve tüm sahiciliği ile geri döndü. Geçtiğimiz haftalarda raflardaki yerini alan Toprak, tıpkı Bütün Bir Ömür’de olduğu gibi, unutmak için ayrıyeten çaba sarf ettiğimiz gerçeklikleri, yani ölüm ve yalnızlık temasını işleyerek, hayata dair cevapsız sorular soruyor ve bizleri düşünmeye sevk ediyor.
Toprak romanı, ölüm olgusu üzerinde ne kadar düşünürsek düşünelim önlemenin mümkün olmayacağını hatırlatmakla beraber, “ölüm”ün anti-tezi olan “yaşam”ın da bir o kadar manasız ve basit olduğunu imliyor bıyık altından…
Yazarın, “İyi cümle basit bir cümledir,” sözündeki gibi, belki de iyi bir yaşamın da aslında basit bir yaşam olduğunun farkına varıyoruz sayfaları çevirirken. Günün birinde nefesimiz tükenip bedenimiz toprağa karıştıktan sonra, geri dönüp baktığımızda ne hissedeceğimize dair bir düşünü atıyor ortaya. Sorusunun cevabını, ölülerin, ölmeden önceki yaşam kesitlerinde bulmaya çalışıyoruz.
Tanrı’ya daha fazla inansaydık, kendimizi onun yanına çağrılmış ya da kabul edilmiş hisseder miydik ölürken? Ama hayır, bazen şükretmek isterken bile varlığını sorgulayıp şüpheyle yaklaşmayı seçtik biz. Tanrı’nın yarattığı kusurlu kullar olarak neden kusursuzluğa bu kadar takıldığımızı anlamak istedik, bizi duyup duyamadığını bilmek istedik. Cevap alamayınca da yokluğuna inandık ve devam ettik. Sevginin önemini yeterince anlamış olmalıydık. Anne sıcaklığını daha fazla hissetmek, ona sokulmak, ona sarılmak ve onu ne kadar çok sevdiğimizi ona söylemeliydik. Babalarımızın ellerini tutup onları ne kadar çok anladığımızı gözlerinin içine bakıp söylemeliydik. Kardeşlerimizin sırtlarımıza yaslanmasına izin verip, onlardan gelecek her şeyi taşıyabilecek güçte olduğumuza inandırmalıydık onları. Daha çok “seni seviyorum” demeliydik belki de. Birkaç kez gerçekten âşık olmalı ve bunu her defasında ilk kezmiş gibi yaşamalıydık.
Fakat her hâlükârda özel hissetmek ve özel hissettirmek isterdik. Mutsuz olduğumuz yerden kaçmak, belki bir daha hiç oraya uğramamak, bunu sahiden gerçekleştirme cesaretini içimizde bulmak ve tabii aslında her şeyden önce kendimizi tanımak ve gerçek benliğimizi ortaya koymak isterdik. Daha çok şey yapmak, yaptığımız şeylerle mutlu olmak, tembelliği yenmek isterdik her birimiz. Yenemesek bile bunu kabullenmek, günün sonuna varıldığında bile hâlâ tezgâhta olan bir simit gibi bekleseydik ya da.
Bağışlamak ve bağışlanmak da çok önemliydi elbette. Daha çok bağışlamak, sonrasında hayatımıza devam etmek isterdik biz de. Zamanımızı bir an’a takılı kalarak yitirmemek, değerlerimizin zamanla beraber kayıp gidişini izleyerek geçirmek istemezdik, eminim. Kendimize vermediğimiz değeri bir başkasına altın tepside sunmamalı, kırk yerden sökülmüş ve artık dikilse bile iş görmeyecek bir çorap gibi çıkarıp atmamalıydık benliğimizi. Heba olmamak isterdik işte. Nihayet dinleneceğimiz anın toprak olmamasını dilerdik…
İşte yazar Robert Seethaler, usta anlatımıyla konuşturduğu, bir zamanlar aynı kasabada yaşamış fakat farklı zamanlarda ölmüş tam yirmi dokuz kişiyi ayrı ayrı yazmasına rağmen aslında tek bir ağızdan konuşuyor. Çünkü ölüm, bütün bu olmamışlıklarla beraber kimse için farklı bir olgu değil. Hatta belki de hepimizin eşitlendiği tek yer…
Metni Almanca aslından çeviren Regaip Minareci, etkili dil kullanımıyla tüm anlatıyı daha bir sahici kılıyor Türkiyeli okur için. Toprak, okurun rafında kendine güzel bir köşe bulacağa benziyor.