Bilinen tüm otoriteleri tiye alan bir anti kahraman: Mela Quno Efsanesi
Sedat Sezgin’in Mela Quno Efsanesi romanı Ange Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Tanıtım bülteninden
Bir başyapıt yazmayı düşleyen ancak hayal kırıklıkların diplerinde yaşayarak kurgu ile gerçekçilik arasında sıkışıp kalmış bir yazar. Asiliğin ve alaycılığın sınırlarında dolaşan bir anti kahraman: Mela Quno. Hikâyelerle bezenmiş bu yapıt toplumun tüm egemenleriyle dalga geçerek okuru adeta amuda kaldırıyor. Mela Quno bir kahraman mı (İşte ben, beklediğiniz Mehdi, sizi aydınlatmaya, kendinizle yüzleştirmeye geldim), bir anti kahraman mı, yoksa çıldırmanın eşiğinde olan bir toplumun hezeyanlarla dolu kahkahaları mı buna siz karar vereceksiniz.
Tadımlık
Gördüm. Burada. Tam da sizin oturduğunuz sandalyede, sizin gibi çok sevdiğim, hürmet ettiğim bir ağabey, büyüğümüz oturuyordu. Hatta şeylerden bahsediyorduk, sen söyle, her zamanki konu. O gün yine biri güpegündüz ensesinden vurulmuş, çarşının ortasında, binlerce insanın içinde. Ağabey, bunlarda ne vicdan var ne de merhamet. Kafasına sıktın, öldürdün; demez misin bunun karısı, çoluk çocuğu var, kimler bakar bunlara. Git onları da öldür, kurtulsunlar. Vallahi daha iyi. Aç susuz ne yapacaklar dört duvar arasında. Bu zamanda kardeş kardeşe bakmaz, istese de bakamaz. İş yok güç yok. Nerden bulsun parayı. Dediğim gibi, şimdiki gibi ağır ağır, yavaş yavaş kesiyordum ağabeyin saçını. Nasıl olsa müşteri yok. İnanır mısın, bilmiyorum o zamanlar para mı yoktu, insanlar mı küsmüştü, neydi bunun sebebi, bugün bile anlamış değilim, günde iki ya da en fazla üç müşteri geliyordu. İnsanlar dışarı çıkmaya korkuyorlardı. Nasıl korkmasın, her Allah’ın günü, gözlerinin önünde birileri kurşunlanıyor, kanlar içinde yere yığılıyor. Kimse de öyle koşacak, yaralıya yardım edecek, yok öyle bir şey. Görmedim, duymadım. İnsanlar artık gölgelerinden korkuyor. Baba oğlundan, oğul babadan korkuyor. Anne kızından, kızı annesinden. On bin kâğıt sayan gidip birini öldürüyordu. Hapse de girmek yok. Bunu din adına yaptıklarını söylüyorlardı bir de. Bir kâfir daha eksildi bu dünyadan. Hiçbir yere sığdıramazsın bu mantıksızlığı. İnanır mısın, beş yaşındaki çocuk bile inanmaz bunun din için yapıldığına. Üç yaşındaki çocuk da. Ama gel de söyle. Karının, çoluk çocuğunun yanında bile bunu dile getirmeye korkuyorsun, ya kulaklarına giderse. Acıma yok. Tek bir kurşun. Dediğim gibi o günleri bir daha Allah göstermesin, kimseye göstermesin, düşmanın bile olsa göstermesin. Düşündükçe şimdi bile tüylerim diken diken oluyor. İnsan bu kadar da vahşileşir mi? Bizim bir komşumuz vardı, partiye giderdi. Sizden iyi olmasın, çok iyi bir insandı. Çocukken beni çok severdi, konuşur sohbet eder, bana para verir, git bakkala canın ne istiyorsa onu al derdi. Oğlu da arkadaşımdı, inanır mısın beni oğlundan ayrı bir yere koymazdı, o kadar ki çok severdi. Hiçbir zaman, bu benim oğlumdur ona daha çok para vereyim dememiştir. O yok, melekleri buradadır şimdi. Onların iki katlı evleri vardı. Üst katın balkonuna sabah erkenden masasını sandalyesini koyar çayını içerdi. Hatta bazen erkenden kalkar, dükkâna gitmek için hazırlanırdım. Seslenirdi bana. İllâki gel bir çay iç öyle git derdi. Amca, babam bekler dükkânda derdim; beklesin, onun işi ne, derdi. Bir çay içmeden hayatta bırakmazdı beni. Yaşıtım olan oğlu, gerillalara katıldı sonra. Amca da arada bir partiye gitmeye başladı, yoksa eskiden partidir, bilmem nedir hiç bilmezdi. Zaten çok geçmeden çocuğunun cenazesi getirildi. Cudi’de mi, Gabar’da mı vurulmuş, birkaç arkadaşıyla. Hatta cesedi almak için çok uğraştılar. Devlet cesedi vermiyordu, cenazesinde olay çıkmasını istemiyordu. Neyse ki birileri araya girmiş, ancak öyle alabilmişler oğlunun cesedini. Ağabey, görenler demiş, delik deşik olmayan bir tek karış bile yokmuş bedeninde. Paramparçaymış. Yıkamak için çok uğraşmışlar, etlerini öyle (elleriyle gösteriyor) leğene sokup yıkamışlar, yoksa imkânsızmış. Neyse. Bu amca, bu güzel insan, bir gün yine evdekilere demiş, ben şöyle bir hava alacağım. Çıkmış. Öğlen olmuş dönmemiş, ikindi olmuş dönmemiş. Karısı ve iki de kızı var. Herhalde partiye gitmiş, diye düşünmüşler. Akşam ezanı okunmuş, gelmemiş hâlâ. Tam da o sıra kapıları çalınmış. Bakmışlar elinde iki naylon poşetle bir çocuk kapıda duruyormuş. Ne istiyorsun demişler. Çocukta bilmiyormuş tabii. Bir araba gelip kapının önünde durmuş, o sırada geçmekte olan çocuğa bu poşetleri şu eve bırakabilir misin demişler, para da vermişler. Çocukta kabul etmiş tabii. Çocuğa da tembihlemişler: Evdekilere söyle amca göndermiş bu poşetleri, hemen bu bağırsaklardan güzel bir şırdan yapsınlar bu akşam. Teyze de kızmış tabii. Mademki canı şırdan çekmiş neden daha erken göndermemiş bunları. Kızmış, saymış amcaya. Kızlarını çağırmış, gelin siz taşıyın, babanız o kadar çok acıkmış ki bir sürü almış. Bu kadar canı çektiğine göre hemen yıkayıp akşam yemeğine yetiştirmeye çalışalım azını. Arada da amcaya sövüyormuş teyze. İşte böyle ağabey, poşetleri açmışlar ne görsünler. İçinde de küçük bir not varmış: “Allah bu kâfirin cezasını bu dünyada verdi.” Bu adamlarda din yok iman yok. Kuran’ın hangi ayetinde bu vahşeti yapın diyor. Kıyamet gününe yakın bir zamanda din adına bir sürü vahşetler yapılacak demiş peygamber efendimiz. Onların şerrinden Allah’a sığınırım demiş. Kıyamet günü çok yaklaşmış. Tüm belirtiler görünmüş. Yüksek binalar. Al işte, Batman’da bile gökyüzünü göremiyorsun artık. Ben çocukken hatırlıyorum, o zaman yazın sıcaktan gece içeride uyuyamazdık. Bugünkü gibi klimalar da yok, herkes damda yatıyor. Sırtüstü uzanır yıldızları sayardık kardeşlerimle. Ama şimdi, hiçbir çocuk yıldızın ne olduğunu bilmiyor, çizgi filmlerden biliyor sadece. Yıldız diye sordun mu? Gökyüzünde parlak ışıklar diyor çocuk. Bu şekilde ezberlemiş. Yıldız mıldız gördüğü yok. Bak, merhametten eser kaldı mı? Baba oğulu, oğul babayı taşımıyor artık. Hastalandın mı, bir başına hastane köşelerinde sürünüyorsun, yaşlandın mı bilmem hangi huzur evine mi bakım evine mi bırakılıyorsun, ya da bir an önce ölsün bu babamız da kurtulsak diyorsun. Size demiyorum tabii ağabey, lafın gelişi. Hepimiz böyle olduk. Bunda biz suçluyuz demiyorum, kıyamet gününe yakın bir zamanda olduğumuz için böyleyiz biz. İstesek de istemesek de kıyamet gününe yakın zamanda insanlar böyle olacak. Allah böyle istemiş çünkü. Neyse, işte böyle bir günde ağabeyin saçlarını tıraş ederken, baktım, bir de ne göreyim. Gözlerime inanamadım. Çırılçıplak, anadan doğma orta yaşlarda bir adam dükkâna girdi. Deli desem, bakışları bir delininkine hiç benzemiyor. Biz burada sık sık delileri görürüz, ansızın içeri dalarlar, lavabodaki musluklardan birini açar ağzını musluğa dayarlar, kana kana su içip giderler. Tek kelime de etmezler. Bu deli öyle bir deli değil. Selamun aleykum deyip sandalyelerden birine oturdu. Avucundaki parayı aynanın önüne koydu. Azıcık saçlarımı toparla dedi. Rambo’nunki gibi olsun. İnanır mısın, ağzımızı bıçak açmıyor, müşterilerde susmuş onu izliyor. Dediği gibi saçlarını Rambo modeli yaptım. Ama ne yaptıysam ne ettiysem parasını almadı. Hakkındır dedi. Daha sonra dükkânımızın adını değiştirdik: Mela Quno Berber Dükkânı. Müşterilerimiz o gün bugündür hiç eksilmedi, ben söyleyeyim beş sen söyle on beş kat arttı. Allah mekânını cennet yapsın.
Sedat Sezgin kimdir?
1981 Batman doğumlu. Çocukluğunu köyde geçirdi. Lisans eğitimini sağlık alanında tamamladı. Yazın yaşamına öyküyle başladı. Sözcükler, Lacivert, Sincan İstasyonu, Şehir, Ekin Sanat gibi dergilerde öyküleri yayımlandı. Ayrıca Demokrat Haber, Edebiyat Haber, Oggito, Artı Gerçek, K24 ve başka platformlarda yaptığı okumalar ve çeşitli filmler üzerine yazılar yazdı.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.