Kitabı bitirip kapağını kapattıktan sonra aklımıza takılan soruların cevaplarını bulamıyoruz “İnsanlar ne zaman bu kadar duyarsız oldu? Vicdanlar ne zamandan beri kör, sağır ve dilsiz oldu? Ya da durum hep böyleydi de biz mi bilmiyorduk?” Çok soru var cevaplanması gereken. Kitaba başladığınızda ilk olarak “Güldiyar’a ne oldu?” sorusu karşınıza çıksa da bitirdiğiniz de bu sorunun aslında ne kadar değersiz olduğunu fark ediyorsunuz ve sorulması gereken asıl soruyu soruyorsunuz: Bu insanlara ne oldu?
Eser, kısaca Güldiyar ve babası Muzaffer’in yaşadıkları olayları ve bu olaylar karşısında toplumun takındığı tavrı anlatıyor. O gün ilk defa sefertasını yanına almayan babasına, yemeğini götüren Güldiyar eve döndüğünde bambaşka biridir artık. Evden çıkarken mor benekli eteğini ve iki yana dağılan saçlarını savuran kızdan eser yoktur. Annesi Bahriye kızına defalarca ne olduğunu sorsa da cevap alamaz. Ve nihayet Güldiyar, annesinin sorularına gözyaşlarıyla cevap verir. Ne var ki gözlerinden yaş yerine taş dökülür. O günden sonra hayat değişir onlar için. Kısa bir süre sonra bu olay çevrede duyulur. Her gün bu taşları görmeye gelen insanlar ve bu insanlardan faydalanan siyah takım elbiseli adamlar eseri büyülü bir gerçeklikten distopik bir esere dönüştürür yavaş yavaş.
Dikkatinizi çeken bir şey de eserin başından sonuna kadar duyulan klarnet sesidir. Başlarda neşeli, sonra yavaş yavaş kederlenen bu klarnet sesiyle bir aşk anlatılar aslında. Cevher’in Güldiyar’a olan aşkı; yarım kalmış, belki tek taraflı, belki hiç dile gelmemiş bir aşk …
“Düpedüz ağlıyordu bu klarnet, sese dönüşmüş acılı bir insan misali kendini yerlere atıyor, sonra dizlerinin üstünde doğruluyor, doğrulunca çırpınıyor, çırpınırken de adeta oluk oluk gözyaşı döküyordu.”(s.127)
Hasan Ali Toptaş, eserini gergef işleyen bir genç kız edasıyla nakış nakış işleyerek yazmış ve bu nakışlar ruhumuza, aklımıza, kalbimize dokunuyor .İfadelerin güzelliği kimi zaman bir şiirin, kimi zaman bir masalın içindeymişsiniz gibi hissettiriyor. Öyle güzel anlatılar var ki sanki her gün önünden geçtiğiniz bir yeri ilk defa fark ediyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Kafamızı kaldırıp bakarız “Aaa! Burası ne zamandan beri var?” deriz hani .
“Sonra çocukluğunu yad edercesine, hiç gereği yokken şöyle bir sıçradı ve sıçrarken hafifleyip birden bire kelebeğe dönüştü. “(s.10)
“ ‘Kızım’ dedi anne sütünden yapılmışa benzeyen sıcacık bir sesle.” (s.16)
“ … mecalsiz bir inilti bohçası gibi sundurmanın altına attılar onu.”(s.125)
“… gece çatıların, antenlerin, avluların, ağaçların ve cümle mâhlukatın üzerine basa basa yürüdü, o bir eliyle sokak lambalarının sarı ışıklarına tutunarak yürürken ağrısı, sızısı, gamı kasaveti olmayanlar uyudu, içinden kafasına takılan şeyi izah etseydim şimdi yârimden ayrılmaz, mis gibi onun koynunda yatardım diye geçirenler yastıklarına sarılarak bir sağa bir sola döndü, işsizler gözlerini boşluğa dikip acı acı of çekti…”(s.28),
Aslında yazarın anlattıkları hep var. Yanımızda, belki yakınımızda ama farkında değiliz. Sahi, bu insanlara ne oldu böyle?