Behçet Necatigil’in 1946 tarihli Bayram Ziyareti şiirindeki yalnızlık duygusunu, sert bir rüzgâra benzetirim. Soğuktur, üşütür insanı, iliklerine işler adeta. Lise öğrencisiyken karşıma çıkan bir hikâye kitabının adı da, henüz okumadan benzer çağrışımlarla ürpertmişti beni: Cumartesi Yalnızlığı… Aradan geçen kırk yıla rağmen, hiç değişmeyen bir çağrışım bu. Her Cumartesi Yalnızlığı, mermer soğukluğu bir anlamda.
Neden yalnızlık ile ilgili onca şiir değil de, Bayram Ziyareti? Bilmiyorum. Yalnızlığı en yalın, en kuru, adeta kaskatı biçimde anlattığı için belki. Taştan heykeller, insan sıcaklığından uzak mermerin soğuk yüzü. Belki iki edebiyatçının o zamanlar pek de ayırt etmediğim, çok sonraları sarsıntılarla anımsayacağım birlikteliğinin sessiz tanığı olmak yaratıyor bu çağrışımı. Belki de Cumartesi Yalnızlığı’ndan Yarın Yapayalnız’a uzanan bir hayatı uzaktan izlerken, babamı anımsamak, onun izlerini aramak…
Yarın Yapayalnız’dan sonrası da var elbette, izlendi de, ama artık uzaktan değil, yıllar sonra yeniden bir araya gelmenin sevinciyle, çok yakından. Örneğin Hepsi Alev’de altı çizilen satırları, yazarıyla da paylaşmanın mutluluğunu yaşayarak: “Kendi kendime kaldığımda, yapayalnız, kapkaranlık, var olmanın sırrını çözememiş. Gün günden ıssız bir yürekle.” Ya da “Rüzgâr mı iyi geliyor?” Ya da “Deniz, yalnız insanların can yoldaşıdır.” Ya da… Ya da…
Cumartesi Yalnızlığı’yla birlikte, çocukluk / ilkgençlik yıllarımın sisli puslu anılarının arasından bir siluet çıkageliyor. Selim İleri’nin Nüzhetiye Caddesi’ndeki evimize, babamı ziyarete gelişleri, kapının zilini hep usulca çalışları, ürkek, tutuk, hayli kırık dökük bir tavırla içeri girişleri… Babamın çalışma odasında onunla paylaştığı sınırlı zamanlarda yüzü sessiz bir gülüşle aydınlanan gencecik bir yazar. Şimdi baktığımda henüz çocuk yaşta, ama o zaman ‘kocaman bir adam’ benim için, babamın arkadaşı ne de olsa!
Cumartesi Yalnızlığı’nı okuduğumda, aynı yalnızlıktan söz etmediğimizi düşündüğümü, ancak bunun bir düş kırıklığına yol açmadığını anımsıyorum. Üstelik o yaşlarda takılıp kaldığım ‘anlamsız’ yalnızlığımın ötesinde farklı yalnızlık kavramlarına da uzandığı için bana çok iyi geldiğini de… Evet, düş kırıklığı yaşamamıştım nedense. Farklı kaynaklardan beslense de, tüm yalnızlıkların aynı yerde buluştuğunu sezmiş olabilir miyim o yaşta? Kimbilir…
Aradan birkaç yıl geçmişti. Çok sevdiğim bir arkadaşıma doğumgünü armağanı olarak aldığım kitapların arasında Cumartesi Yalnızlığı da vardı. Bir süre sonra kısa bir yazı almıştım ondan. Selim İleri’ye yazılan, ama bana verilen bir mektup. Tarih 26 Ocak 1975. Özenli bir el yazısı, hayli sararmış bir kağıt…
“Yazar Selim İleri” diye başlıyor. Kitap kapağından alıntılar olsa gerek: “Doğumu 1949. Hukuk Fakültesi’nde öğrenci. On yıldır okuyup yazıyor. Elinden ilk tutanı Vedat Günyol. Bugüne dek değer vereni pek çıkmadı. Yayımlanan ilk kitabı bu.
Amacı: Daha eşitliksever, daha insancıl, daha duygusal bir yeryuvarlağa ulaşmak için çektiği bunalımı – varsa eğer – duyanlarla paylaşmak.”
Bu alıntının ardından şöyle devam ediyor arkadaşımın mektubu: “Var galiba Selim… Bugüne kadar değer verenin çıkmamış ya hani, ben de onlardanım. Adını bile bilmiyordum. Sonra Ayşe senden bahsetti bana. Hikâyelerini anlattı, bir kitabını hediye etti doğumgünümde. Biraz önce okudum onu, utanarak. Seni bugüne dek okumamış, tanımamış olduğum için utanıyorum. Yine Ayşe anlattı. Behçet Necatigil’i çok severmişsin. Hem Hüznün Hikâyesi’ne de onun iki mısraıyla başlamışsın: Sonra büyür daha da / Korkunç yalnızlığımız…
Büyür Selim, yalnızlığımız, sevgisizliğimizin karşısında sevgisizlikler de büyür. Cumartesi yalnızlıkları yaşamak isteriz, ama onu da başaramayız. İçerde kocaman sevgilerimiz vardır çünkü, bir türlü silip atamadığımız anılar vardır. Hep konuşuruz, gitmek deriz, gideceğim deriz. Bir yandan da büyüyen korkularımız…
Bir de kitaplar vardır. Ama onlar da dünyamızı daha da genişletip kayboluşumuzu çabuklaştırmaz mı? En iyisi… En iyisi…
O sıralar yaşadığımız olaylara ilişkin ayrıntılarla sürüp gidiyor mektup. Sözcüğün tam anlamıyla bunaldığımız, çevremizi ve dünyayı anlayamamaktan dolayı rahatsız olduğumuz yıllardı. Kendimizi tanıma çabası içinde ne yapacağımızı bilemiyor, yönümüzü bulmaya çalışıyorduk. Tam da o döneme rastlayan bu ilk kitabıyla ‘benim yazarlarım’ın arasındaki vazgeçilmez yerini almıştı Selim İleri. Yalnızlık, hemen her yapıtındaki izleklerden biri olarak bugüne dek geldi onunla birlikte, farklı biçimlerde çıktı karşımıza. Hiçbir zaman tekrara düşmeden, hep şaşırtarak kırk yıldır yaşıyor yapıtlarında, okuruna da benzer duygular yaşatarak. Her seferinde “Daha iyi anlatılamaz!” diye düşündürdükten sonra, bir başka yapıtında bir kez daha şaşırtıp “Anlatılabiliyormuş demek ki!” dedirterek…
Yıllar geçtikçe, yaşadıkça ben de yalnızlığın değişik yansımalarını algılamaya başladım, yalnızlık çeşitlemelerini öğrendim. Yalnızlıkla doğrudan ya da dolaylı her karşılaşmamda Selim İleri’yi, bir de heykellere bayram ziyaretine giden adamın şairini anımsadım. Ama bu iki usta edebiyatçının, biri otuz yaşında, öteki henüz yirmilerindeyken yalnızlığı dile getiriş biçimlerine duyduğum hayranlık hiç değişmedi.
Selim İleri, Necatigil şiiri için yazdığı, şiir tadındaki bir kitabında ‘Kırık İnceliklerin Şairi’ olarak tanımlamıştı Necatigil’i. O ise benim için hep ince hüzünlerin ve yarım kalmış, asla tamamlanamayacak, kimselere anlatılamayan duyguların yazarı oldu. Sevgili yazarımıza – izniyle ‘ve dostuma’ diye ekleyerek – nice yıllar, bir gece ansızın bastıran yalnızlığımızı bölen, bizi kuşatan koyu ıssızlığın içinde “Yalnız değilim!” duygusu yaratan nice yapıtlar diliyorum.