Babamı dinlemeliydim.
Ona ilk parçamı çaldığımda, “Bu da ne? Müzik değil ki bu. Tıpkı son zamanlarda dinlediğin şu saçma sapan şeylere benziyor,“ dedi.
Söylediklerine kendi çaldıkları sazın eşlik ettiği ve sesleri Anadolu blues diyebileceğimiz bir şeyle dolup taşan Ruhi Su, Âşık Veysel, Zülfü Livaneli gibi adamların müzikleriyle büyüdüm.
„Hiç değilse Jimi Hendrix, hatta Frank Zappa’ninkine benzeyen bir tınısı olsa, ama bu sadece dam, dam, dam, dam, ne bir enstrüman ne bir melodi.“
Babam bir açıklama yapmamı bekliyormuşçasına yüzüme baktı. Bense, böyle bir tepkiyi tahmin ettiğim halde ağlamamak için zar zor kendimi tutuyordum. Omuz silkerek homurdandım:
„Yarın.“
Henüz yirmi yaşıma bile basmamıştım ve üç yıldan beri sarmış, hiphop dinliyordum, her gün, saatlerce. Şarkılara ben de rap yaparak eşlik ediyor, sözleri ezberliyor, maxi albümlerin sadece enstrümantal kayıtlarının bulunduğu B yüzlerini dinleyip tek başıma söylüyor, birbirinden farklı rapçilerin tekniklerini anlamaya ve taklit etmeye çalışıyordum. Tüketim sonuçsuz kalmazmış, hiçbir zaman.
On altı yaşımda şiirler yazmıştım, İngilizce, üç yıl sonra ise yabancı sözcüklerin arkasına gizlenmek istemiş olduğumu anladım. Ve şimdi Almanca rap yapıyordum, yıl 1993’tü. Fresch Familiee’nin Ahmet Gündüz’ü çoktan piyasadaydı, Fantastik Dörtlü’nün da’sı müzik listelerinde bir numaraya tırmanmış ve bana umut kapılarını açmıştı. Kasper palyaçosu olmaya karar vermiş bu sonradan görme dörtlü, teknikleri, kafiyeleri ve konuları itibariyle bende tam bir olmamışlık duygusu uyandırdığı halde başarabilmişse, yol bana neden açık olmayacaktı.
Babama parçayı ertesi gün değil de, ancak haftalar sonra dinletmeye cesaret edebildim. O zamana kadar pek çok arkadaşım parçayı dinlemiş ve beni kutlamıştı, onların şarkıyı sevmelerinin bir nedeni de kişisel gibi göründüğü halde yüz kızartmayan bir tipin hikâyesini o güne kadar Almancada hiç duymamış olmalarıydı.
Babama, melodisizliğin ve flow kavramının ne anlama geldiğini, kafiyelerin nasıl işlediğini ve neden çoğunlukla tam uyumlu olmadıklarını açıklamaya çalıştım. Şiirlere sadece zamanımıza uygun yeni bir biçim verdiğimizi, yapmaya çalıştığım şeyin Yunus Emre’yi ve Pir Sultan Abdal’ı besteleyen Ruhi Su’nunkinden pek de farklı olmadığını söyledim.
Dört çeyrek döngüsünden korkmaması gerektiğini, bunun sadece sözlerin altına döşenmiş bir groove, aslında yapmak istediğim şeyin dünyalar yaratmak olduğunu ve altta akan ritmin sadece bir araç olduğunu anlattım.
Babam beni hep dinlemiştir, açık bir insandı, kuşkuları öyle hemen geçmese de yaptığım parçaları dinledi; ama dil ona bir dünya açmak yerine, o dünyayı kapatıyordu. Ona satırları Türkçeye çevirmeye çalıştım; zamanla ne yapmak istediğimi kavradı ve bir yıl sonra ilk EP’mizi çıkardığımızda, bütün akraba ve tanıdıklara bundan söz etmeye başladı.
“Başlarda şunu düşündüm: Bu nasıl bir gürültü böyle. Oğlumun böyle bir şey yapmasını istemedim,“ dedi babam. „Ama yaşlıların yeniyle olan ilişkisi böyle zaten, o kadar yeni ve alışılmadık oldukları için önce onlara kuşkuyla bakarsınız. Alışmanız gerekir. Anladıktan sonra öyle bir alev sarar ki insanı. İster rock’n roll, ister saz, ister ney ya da hiphop olsun, içimizdeki aşkı alevlendiren müziktir.“
Bu sözler benim için müzik gibiydi. Geceler boyu söz yazmaya başladım. Yorulduğumda gözlerimi ovuyor, çekleri, seksi, Beck’s ve iç çamaşırların havada uçuştuğu partileri hayal ediyordum. Hiphop ev kiramı ödeyecek, bir nebze barışın sağlandığı gelecek olacaktı, özlemlerimize, öfkemize, acımıza, endişelerimize ve korkularımıza ve metafiziksel devrimimize bir ses verecekti. O, bütün bir yaşamımız olacaktı ve öyleydi de. En azından bir süreliğine.
Anında ritimler geliyordu ve ben onlara sözler yazıyor, nereye gitmek istediğimi biliyordum. Belki de henüz çok gençtim ve dünyayı anlamak için çevreme baktığım halde hayat beni henüz yeterince şaşırtmamıştı
Alman hiphopunda, sonraları göçmen kökenli diyecekleri insanlar vardı. Anlaşılmak için uğraşan yabancılar. Örneğin TCA Microphone Mafia İtalyanca, Türkçe, İngilizce rap yapıyordu ama alkışlar hiphop dinleyicilerinden çok, çok kültürlülüğü sesli sesli alkışlayanlarca geliyordu. Irkçılığa karşı angaje olan ve ilerde Cumhurbaşkanı Johannes Rau’un takdim edeceği bir madalyayla birlikte Bertelsmann Vakfı’nın Uyum Ödülü’nü alacak olan Sons of Gastarbeita[i] bir zaman sonra Fj Bobo ile aynı sahneyi paylaştılar. Amaç ırkçılık karşıtı bir bağlantı kurmaksa, araç bazen şüphe uyandırabiliyor.
Hedefim birilerine bir şey öğretmek ya da inanç aşılamak değildi, bazı şeyleri daha iyi bildiğim için söz yazmıyordum; bu dünyada şarkı sözü dışında bir dayanak bulamadığım, müzik dışında keyfince gelmediği halde geldiği gibi gidiveren başka bir aşk olmadığı, içinde yüzebileceğim tek açık deniz sözcüklerin çıkardığı tınılar olduğu için yazıyordum.
Hiphop yapıyordum, konularımı alabildiğine etrafa saçma şansına sahiptim. Bir sözleşmeye imza attım, bir süre sonra ev kirasını da gayet rahat öder oldum. Başlangıçta sahnede olmak, sallanan insan kalabalığını görmek, ön sıradakilerin sözlerime olduğu gibi eşlik edişlerini dinlemek harika bir duyguydu. Kendini beğenmişlik, insana kanat takıp uçururmuş.
Geriye dönüp baktığımda, ilk dört yılın sarhoşluk içinde geçmiş olduğunu görüyorum, Hiphop yaşıyorduk, bir düş yaşıyorduk ve ben, gerçek çıkışım dokunabilecek kadar yakınımdaymış gibi görünmesine rağmen, geleceği hemen hemen hiç düşünmüyordum.
Gelecekleri konusunda endişelenen, daha az başarılı bazı meslektaşlarım ise bir zaman sonra öğretmenlik eğitimi almaya başladılar; bugün ülkede rap piyasasında başarısız olmuş çok sayıda öğretmen mevcut.
Geleceğim hakkında ben de kafa yormaya başlamıştım, dinleyici kitlem, bir zamanlar olmayı düşündüğüm kişi ve elime geçen azıcık para…
Babam, hiphopun ne olduğunu anladığından beri bana karışmıyordu ama endişeliydi, çünkü konu paraysa her şeyi nasıl oflayıp puflayarak kotarmaya çalıştığımı görüyordu.
Bir Curse konserini dinleyici istekleri başlamadan önce terk ettikten sonra evdeydim ve çökmüştüm. Curse, güçlü kişiliği ve zekâsıyla tanınıyordu, ona üniversitelilerin rapçisi deniyordu ama şarkı sözleri bana göre hâlâ iddiasız ve vasattı. Dinleyicilerse Curse’in mısralarını bu haliyle bile anlayabilecek düzeyde değildi. Çoğu henüz on altısına bile basmamış, ot çekmek ve ritimlerle ileri geri sallanmak dışında bir şey bilmiyordu. Bunu mu istiyordum? İlerde, kırkımda, hâlâ, anlaşamadığım, aramızda hemen hemen hiçbir ortak noktanın bulunmadığı, beni anlamayan ergenlere mi seslenecektim. Kelimeleri esrar partilerine müzik ziyafeti sunmak amacıyla mı birbirine uyumlu hale getirecektim, battle-rap’in her geçen gün biraz daha baskın geldiği ve kimsenin kendi yeteneği dışında başka bir konuya ilgi göstermiyormuş gibi göründüğü bir camiada mı başarılı olmak istiyordum? Bol rakipli, Amerikan kopyaları ve klişeleriyle dolu, beef denilen sürüyle sığırın yan yana geldiği bir camiada… Ne işim vardı ki orada? Hiphop olarak kendini kabul ettirmeye başlayan konseptin artık hayal ettiklerimle bir ilgisi kalmamıştı ve geleneksel başarıya olan kuşkum her geçen gün biraz daha artıyordu. Yıllar sonra Retrogott bir rap parçasında şunları söyleyecekti: Geleneksel başarı koca bir „halkın“ aptallığının onaylanmasından başka ne olabilir ki.
Bu insanlar için mi devam edecektim? Beni birden fazla kültüre bulaşmış ve faşolara karşı bir duruş şeklinde algılayan ve bu yüzden alkışlayanlar için sahneye çıkmak istemediğimi erkenden kavradım, ancak şimdi de bu sürü için değil de kendim için hiphopa devam etmek istiyordum; bu bana yetebilirdi ama ev sahibime değil.
Diplerdeydim. O gece hiç tanımadığım birilerine bütün hayatımı anlatabilirdim. Orada oturmuş, penceremin önündeki sokak lambasına bakarken, kalem ve kâğıt dışında bir tesellim yoktu. Yazmaya başladım. İçinde hiçbir kafiyenin bulunmadığı, ritme dikkat etmediğim ya da ölçünün beni esir almadığı biçimde yazıyordum. Yazıyordum, bu dünyada yakalayabildiğim tek şey buydu, yazıyordum.
Bu sadece yazı olarak mı kalacaktı? En yakın çıkış yolu edebiyat değil miydi? Yaşını başını almış ve eğitimli insanlar… Kafiyeye dikkat etmeden, söylemek istediğin her şeyi 4 dakika 30 saniyeye sığdırmak zorunda olmadan kendini dilin akışına bırakmak ve onunla birlikte sürüklenmek. 400 CD sattığın halde, konserlerde bunun 5000 kişi tarafından kopyalandığı gerçeğini yaşamamak. En sevdiğin araçla, sözcüklerle çalışmak ve dünyayı sözcüklerle biçimlendirmek… Bunu ben daha önce niye akıl etmemiştim.
„Yapma.“ dedi babam.
„Efendim?“
„Yapma.“
„Neden?“
„Onlar başka insanlar.“
„Evet, onlar eğitimli, okuyorlar, farklı ilgi alanları var, onlar için akşamı kurtaran tek şey ot değil.“
„Bu elit bir kesim.“
“Ee, ne var bunda?“
„Hiçbir zaman oraya ait olmayacaksın.“
„Koca bir hiphop camiası da ufuklarının ne kadar dar olduğunu göremeyen, resmi olarak hiphop damgasını almamış her şeyi reddeden elitlerle, kendini beğenmiş sonradan görmelerle dolu.“
„Bu ülkede söz konusu kültürse, üst kesime karışamazsın,“ dedi babam. „Yeterince paran varsa, bu, ekonomide mümkün, yetenekli ve çalışkansan sporda ve hatta pop müziğinde de mümkün, çünkü müzik sınırları aşabilir ama edebiyat değil. Onların diline hâkim olman hoşlarına gitmeyecektir.“
Söyledikleri, bana, yabancı olarak kendini kurban rolünde görmeye hazır birinin kuruntulu sözleri gibi geldi. Eve gittim ve işe koyuldum. O güne kadar hiç birbirini takip eden iki yüz sayfa yazmamıştım, ama yaptığım işi seviyordum, tuşların tıkırtısını, metnin çoğalışını seviyordum, roman biçiminin sunduğu özgürlüğü, sözcüklerin ritimlerden bağımsız ve karakterlerimin canlı oluşunu seviyordum; metnin arkasına gizlenebilmek ve bir albümdekinden farklı olarak dikkatimi daha uzun bir süreye yaymak güzeldi.
Sonuç iyiydi, bir yayınevi bulmak ise umduğundan daha kolay oldu; ancak roman yayınlandıktan sonra babamın söylediklerini hatırlamam gerekecekti.
Öyle bir roman yazmıştım ki, içinde tek bir yabancı isim bulunmuyor, göç konusu işlenmiyor, federal çaplı bir uyum yarışmasında ödül almayı hedeflemiyordu; ama yazılan her eleştiri, her gazeteci kökenime vurgu yapıyordu. Okuma etkinliklerinde aksansız Almancam dolayısıyla övgüler alıyor ve kültürler arasındaki parçalanmışlığım konusunda soru yağmuruna tutuluyordum. Türk olmuştum, bu konudaki tutumum önemli değilmiş gibi görünüyordu.
O sıralar Kool Savaş, Eko Fresh, Summar Cem ve Azad hiphop yapıyorlardı. Kimse onların kökenlerini araştırmıyor ve izleyicileri, en sonunda küçümsemeye başlamış olduğum o kitle, Alman hiphopunu ileriye taşıdıkları için onların başarısını kutluyordu.
İkinci romanım yayınlandığında durum değişmedi, yalnız Alman hiphopu Massiv, Basstard ve Haftbefehl ile birlikte yeni bir ivme kazanmıştı. Benim bu yeni damarı nasıl değerlendirdiğim önemli değildi, oyunun dışındaydım ve görüyordum ki tarzımın gerçekten de hiçbir şansı yokmuş, ama yine de dergiler benden uyum konusunda bir makale yazmamı istediklerinde, kimsenin bu gençlerin kökenleriyle ilgilenmemesine, onların gerçek isimlerine takılıp kalmamasına gıptayla bakıyordum. Hiphopçu olarak bizden feature ya da örnek parçalar yapmamız istenebilirdi ama hiç kimse bizi bir konu etrafında sınırlamazdı.
Edebiyat müessesinde belirgin bir şekilde daha az ot çekiliyormuş gibiydi, kıyafetler daha dar ve muhafazakârdı, genel kültür daha yüksekti, ancak ufukları ortalama bir hiphopçununkinden daha geniş değildi. Yeni meslektaşlarıma eskiden hiphop yaptığımı anlattığımda, şaşkınlıkla yüzüme bakıyorlardı. O kadar aptal görünmüyorsun gibi bir tepkiyi birden fazla kişiden duydum. Hiphop onlara göre kaba bir dil, ırkçılık ve pornografi maskesi altında geniş çapta genç kitlelere satılan bir para istifleme aracıydı. Seksistlerin ve pezevenklerin hatalı kahramanlaştırılmasıydı.
Bu pek de reddedilmeyecek bir düşünce değildi ama edebiyatın sadece polisiyeden, fantastik romanlardan oluştuğuna dair düşünceyi de doğrulamıyordu. Sadece Dan Brown, Gaby Hauptmann, Nele Neuhaus, Stieg Larrson ve Paulo Coelho gibi yazarlar yoktu.
Edebiyatın rape ne kadar yakın olduğu, her ikisinin de ritimle, seslerle, metaforlarla, ölçümlerle, hafızanın en olmadık noktalarının karşılaştırmasıyla ilgilendiği gözden kaçırılıyordu.
Gazetelerin kültür köşelerinde entelektüel parmakla hiphopun yaraları deşiliyor, yarı çıplak kadınların seks objesi olarak aşağılandığı ve ticari birer metaya dönüştüğü videoların tekdüzeliğine ve gençliği yanlış örnekler aracılığıyla hedefsizliğe sürüklemesine işaret ediliyordu. Kabataslak genellemeler yaparken kendilerini pek zeki zanneden bu aklıeveller, öyle görünüyordu ki çoksanatlar listesinin de öyle pek zekâdan ve sağgörüden beslenmediğini anlamıyorlardı.
Yine evde oturmuş, pencereden dışarıya bakıyordum, Wikipedia’da ismim Türk-Alman yazarlar listesinde duruyordu. Bu, şeylere tam adını verme ve sınıflandırma ve böylelikle anlama illüzyonunu yaratma isteğinden kaynaklanıyor olmalıydı.
Ama ben, adımın Dendemann ve Prinz Pi ile tüm o albümleri çıkaran ve sadece Türkçe rap yapan Sultan Tunç, Killa Hakan gibi Alman hiphop müzisyenlerinin listesinde yer almasının nasıl olacağını hayal ediyordum. Evde oturmuş, hangisinin daha kötü olduğunu düşünüyordum: Hiçbir zaman Alman olarak kabul edilmeyecek, hep yarı Alman edebiyatının dışına konumlandırılacak olan bir yazar mı, yoksa rapte tam tutturamamış bir Almanca öğretmeni mi?
Bu tasnifleme çıkmazının daha pek çok nesle ihtiyaç duyduğunu, işe erken başladığımı anlıyordum. Ve pop piyasasının kırkına varmak üzere olan birine açık olmadığını biliyordum. Babam haklıydı. Onu dinlemeliydim.
„Evet,“ dedi babam. „Ama beni dinlemedin. İyi de ettin. Bu yüzden müziğe başladın. Şimdi ise gidebileceğin başka bir yol yok, ama boş ver! Ciddiye almadığın insanların seni takdir etmesini ne yapacaksın ki? Eğer yapayalnızsan, yanında hiç kimse yoksa belki de doğru yoldasındır. Her ciddi yazar yalnız yürür, dik dur!“
Selim Özdoğan 1971 yılında doğdu. İngiliz dili ve edebiyatı, felsefe ve etnoloji okudu. Uzun bir süre ABD, Hindistan, Jamaika ve Güney Amerika’da bulundu. 1996’da Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin, 1998’de ise Adalbert von Chamisso Teşvik Ödülü’nü kazandı. 2006’da Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin verdiği yurt dışı bursuyla Madrid’de yaşadı. Goethe Enstitüsü aracılığıyla İsrail, İzlanda, Fransa, Türkiye, İsveç, Çekoslovakya, Norveç, İspanya ve Hollanda’yı dolaştı.
Çok sayıda roman ve hikâye kitabı farklı yayınevlerinde basıldı, metinleri çeşitli antoloji ve dergilerde yer aldı. 2006-2009 yılları arasında Zeit gazetesinin online dergisi olan Zünder adlı dergide köşe yazarlığı yaptı. Özdoğan, canlı performanslarıyla ün yapmıştır.
[i] Konuk İşçilerin Oğulları. Konuk işçinin karşılığı olan Gastarbeiter telaffuz edildiği gibi Gastarbeita şeklinde yazılmıştır. (ç.n.)