Selman Dinler’ in ilk öykü kitabı “Alelade Felaketler” Eylül 2023’te Metinlerarası Kitap etiketiyle çıktı. Çeşitli dergilerde takip ettiğimiz, öykülerini severek okuduğumuz Dinler’in zamanın çekmecesinde saklı kalan toplumsal sancıları, bireyin zorunlu ve seçilmiş yalnızlıklarını anlatan “Alelade Felaketler” de on öykü yer almaktadır. Kitaptaki öykülerin neredeyse tamamı trajikomik hâllerin merkezinde içimize yayılan kelimelerin dağılışını ve aktarılma izleklerini bizzat kendisiyle konuşmak istedim.
Dilek Altundağ: Merhabalar Selman Bey. “Alelade Felaketler” ilk öykü kitabınız hayırlı olsun. Öykülerinizde çocukluk düşleri, gençlik hevesleri, ihtiyarlık; gidenler, kalanlar, bekleyenler, arayanlar her şeye rağmen hayata tutunanlar günlük rutinin içinde kaybolsa da zamanın çekmecesinde saklı kalmayı başarabilmiş hayatları konu edinmişsiniz. Öykülerinizde dil oyunlarına girişmeden dış dünyanın seyrini bireyin dünyasındaki etkilerini araştırmaya yönelttiğinizi söyleyebilir misiniz?
Selman Dinler: Öncelikle bu söyleşi için teşekkür ederim Dilek Hanım. Bir yazarı sevindirmek istiyorsanız ona kitabıyla ilgili soru sorun, demişler. Ama yayınlanmasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra kitabımla ilgili konuşmak benim için kolay değil. Dediğim gibi esasında sevindirici bir şey ama diğer yandan, geçmişin asla geçmişte kalmayacağını, yapıp ettiklerimizin paçamıza yapıştığını, nereye gidersek peşimizde sürüklemek zorunda kaldığımız birer yük de olduğunu düşündürdü bana. Hele de bir yazar, üstüne adını yazdığı eseri piyasaya saldıysa, ölümünden sonra bile topluma hesap vermek zorunda. Yani siz bir yıl sonra bana bir soru sorduğunuza göre, ömrüm yeterse belki yirmi yıl sonra da bir başkası çıkıp daha çetin bir soru sorabilir. Hem sizin kadar iyi niyetli ve nazik olacaklarının da garantisi yok. Bu da alnımda bir miktar endişe terlemesine yol açmadı diyemem.
Bu uzun ve alakasız girişim yazdığı her şeyi milyonlarca kişinin merak ettiğini zanneden, oysa kitabı en iyi ihtimalle üç yüz satmış bir yazarın ağzından çıkınca bir büyüklük paranoyasının delili olarak görülebilir. Bu riskle yaşamak zorundayız. Yazdıklarımızın önemsiz olduğunu düşünüyorsak neden yazıyoruz değil mi?Her neyse. Sorunuzun “dil oyunları” kısmına tutunarak bir şeyler söyleyeyim. Dil iki insan arasındaki bir anlaşma vasıtasıdır temel olarak. Bu anlaşma en basit, düz, tek boyutlu ve imalara kapalı bir şekilde de yapılabilir, çok geniş göndermelerle, her yöne çekilebilir bir anlam küresinde, flu izlekler ve çağrışımlar üzerinden de. Ama ne kadar doğrudan ve kayıpsız bir aktarım hedeflersek hedefleyelim, anlattıklarımız karşı tarafa asla bizdeki haliyle geçmez. Bozulur, eksilir, değişir.
Dilin bu kusurunu ya da özelliğini kabul etmekten başka çaremiz yok. Bu noktada okurun zihninde tam bir kontrol ve dilde sıfır kayıp kaçak gibi imkânsız bir hedefle, zararlı bir hırsla, aşırı yazarsak, dil şişer. Çok fazla sıfat, tekrarlar, sadede gelememe gibi şişkinlikler oluşur metinde. Asıl yazmak istediklerimize alan kalmaz, yazmak ve okumak eğlenceli olmaktan çıkar. Oysa okuyan zihin sıçramaya hazırdır. Oyuna dâhil olmak ister. Bazı boşlukları da o tamamlayabilir. Ona güvenmeli, ona hareket alanı bırakmak için metni seyreltmeliyiz zaman zaman. Ben böyle yapmaya çalışıyorum yani. Çünkü kendimde bir aşırı yazma eğilimi görüyorum.
Diğer kutupta ise, dil oyunbazlığı var. Dil oyunlarını abartmak, gündelik dilden fazla uzaklaşmak, şiirleşmek, soyutlaşmak, oradan oraya sıçramak, gökyüzünde küçülerek kaybolmak ve bir noktada okurun “ne anlatıyorsun kardeşim” diyerek kitabı bir tarafa fırlatması riski. Her şeyin fazlası zarar ama dil oyunlarının fazlası, kabız nesirden çok daha riskli bence. Dümdüz, pırıltısız, sıkıcı bir dille de bir yere gidilebilir ama beceriksiz taklalarla kontrolümüzü kaybedersek, kendi ayağımıza çelme takarız ve Allah korusun boynumuz altımızda kalır.
Dolayısıyla dil oyunlarına dikkat, diyelim. Dil oyunlarına meyleden yazarı okur şüpheyle süzer. Bu daha basit, daha düz bir dille anlatılamayacak bir şey olduğu için mi böyle perendebazlıklar yapıyor yazar, yoksa olmayan yeteneklerinin ikamesi olarak bu üçkâğıtçılıklarla beni kandırmaya mı çalışıyor, diye sorar kendi kendine.
Tabii bu söylediğim okur gerçekten var mı, bilmiyorum. Olmayan birini uydurmuş olabilirim. Belki de okur, sınırlı anlatım becerisine, dar muhayyilesine, güdük entelektüel birikimine karşın, kendinden daha büyük bir işe imza atmak için elinden gelenin fazlasını yaparak, ayaklarıyla da yazarak, okura rengârenk bir sirk gösterisi sergilemeye gayret eden, bu uğurda komikleşmekten, sahteleşmekten korkmayan yazarı daha çok seviyordur. Benim gibi sıradan, halkın içinden biri olduğu halde, beni eğlendirmek için ne şebeklikler yapıyor, burnuyla kaval çalıyor, Allah ondan razı olsun, diyor da olabilir mi? Olabilir. O yüzden bu gibi konularda kesin bir dille konuşmamak lazım belki de.
Dilek Altundağ: Üniversitede İTÜ Kimya Mühendisliği’nde eğitim gördünüz. Öykü dünyasının üretken yazarlarından olduğunuzu biliyoruz. Edebiyat ve öyküyle ünsiyetiniz nereye uzanıyor? Bu yolculuğu okuduğunuz kitaplar içinde bulunduğunuz ortam varsa sizi etkileyen şahsiyetler üzerinden değerlendirmenizi istesem neler söylerdiniz?
Selman Dinler: İlkokul ikide bir kış gecesi, sobanın başında toplanmışken, Babamın Hz. Ali’nin bir cengini bize okuduğunu hatırlıyorum. Tam da olması gerektiği gibi hayal meyal ve gerçek mi, yoksa sonradan uydurma mı belli olmayan bir hatıra biçiminde. Coşkuyla, neşeyle doldum dinlerken, kelimeler içime işledi.
Ertesi yıl, ilkokul üçteyken, Yozgat Yerköy’de, tren raylarını ve buz tutmuş toprağı geçerek bir kütüphaneye gittiğim konusunda biraz daha iddialı olabilirim. O iki katlı bina, esmer, bıyıklı, zayıf kütüphaneci, yine soba sıcaklığı. Jules Verne, Kemalettin Tuğcu, Ömer Seyfettin.
Babam ziraat mühendisi olduğu ve bizim gibi fakir ülkelerde orta direk, köyden yeni çıkmış aileler çocuklarını aç kalmamaları için mühendis, doktor, öğretmen olmaya yönlendirdiği için, bir sınav canavarı olarak payıma Fen Lisesi ve İTÜ düştü. Sıranın altında kitap okuyarak, yalnızca sınavlara çalışarak mezun oldum. Allah’a şükür aç kalmadım. Onun dışında mühendislikle bağım, iş yerinde aldığım maaşı bir hırsızlık olarak görmeyeceğim seviyede. Yani özel bir merakım yok sayısal bilimlere. Bilime de öyle çok saygı duymam zaten. Fakir ülke vatandaşı olmanın trajedilerinden biri de bu, bana mahsus değil. İnsanlar sevdikleri bölümlerde okumazlar pek. Yeri gelmişken şunu da söylemek istiyorum: Türkiye bugün potansiyelinin çok altında bir Ortadoğu ülkesi görüntüsü veriyorsa, bunun sebeplerinden belki de birincisi, zeki, başarılı, parlak çocuklarını çok büyük oranda sayısal bölümlere yönlendirmesidir.
Edebi olarak beni etkileyen şahsiyet? Birincisi babamdır. Çünkü ben ülkemizde, büyüdüğü evde kütüphane olan şanslı azınlıktanım. Lisede babam İsmet Özel’in Erbain’ini almıştı. Necip Fazıl’ı, Mehmet Akif’i babamın kitaplığından okudum hep.
Abdullah Amca’mı da anmak isterim bu arada. Bir ara bakkal işletmişti ve doksanlı yıllarda dergiler, gazeteler dışında, çizgi roman da satılırdı buralarda. Ona yardıma gittiğim bir yaz tatilinde, yutarcasına okudum tüm o vampirli maceraları, her şeyi.
Onun dışında maalesef çocukluktan itibaren altı boş bir kibirle, kendi içime kapalı olduğum için, sanat, edebiyat ortamlarından uzak durdum. Neredeyse hiçbir öğretmenime saygı duymadım, karşıma beni ezip geçecek, küçük kabuğumu kıracak biri de çıkmadı diyebilirim. Edebiyat derslerinden hatırımda kalan hiçbir şey yok, yalnızca sıkıntı.
Çok sonra, artık gençlik yırtıcılığından uzaklaşmış, köpek dişlerim dökülmüşken sıradan bir adam olduğumu kabullendim ve doğru düzgün bir şeyler yazıp başka arkadaşlarla temasa geçtim. Yaşadığım şehir olan Sakarya’da usta öykücü Necati Mert öncülüğünde toplanan edebiyat okumaları grubuna da üç dört yıl devam ettim. Çok konuştuk, tartıştık o meclislerde.
Elbette arkadaşlarımı ve sevgili eşimi de anmam gerek. Yıllar içinde birbirimizden çok şey öğrendik. Özellikle karım, bende en çok iz bırakan entelektüel kaynaktır.
Dilek Altundağ: Feridun Andaç, “Erdal Öz’ün öykülerinde ‘durum ve olay’dan yola çıkarken veya oraya varırken; iyi bir atmosfer öykücüsü olduğunu da kanıtlar. Bitirim bunun en güzel örneğidir.” demiştir. Sizin öykülerinizde iyi bir atmosfer yaratmak için yazma ritüelleriniz nelerdir? Kısaca bahseder misiniz?
Selman Dinler: Atmosfer bence de çok önemli. Sahne için önce dekor ve ışık gerekir. Renkler, kokular, sesler. Bir kurban pazarı tasvir etmem gerekiyordu kitaptaki bir öyküm için. Kurban pazarlıkları, kazıklanmamaya, mümkünse kazıklamaya odaklanmış diken üstünde müşteriler, kaderlerinden habersiz bekleyen hayvanlar. Derme çatma çadırlar, çirkinlik ve mutluluk bir arada. Bayram. Bu atmosferi kurmak için kendimi zorladım. Yavaş yavaş inşa etmeye çalıştım. Bugün elimizin altında Youtube gibi bir imkân var, açtım kurban haberleri izledim, pazarlık yapanların sözlerini not ettim. Ritüel denir mi buna bilmiyorum ama bir mekân kuracaksam, internetteki kaynaklardan faydalanmaya çalışıyorum.
Dilek Altundağ: Gerçek hayatta mizahi diliyle tanıdığımız Dinler’in öykülerinde de ironi görmek hiç şaşırtmadı bizi. Oktay Akbal’ın “İnsanın yapısı yazma yapısını belirler.” sözünü aklıma getirdi. Bu sözün ışığında gülme öğesini ‘espri’/ ‘komik’ unsurların ötesine taşımak gibi bir misyonu üstlendiğinizi söyleyebilir misiniz?
Selman Dinler: Mizahı severim ve çok önemserim. Mizah insan zihninin gerçekliği bükerek alaşağı etme gücünü gösterir. Özellikle Anadolu insanı, zalime, muktedire boyun eğse de arkasından gönlünce alay ederek ruhundaki bağımsızlığı korumuştur tarih boyunca. Kemal Tahir romanlarında bunun nefis örneklerini görebiliriz. Türkçemiz kıvraktır, argoya da kayar kolayca, küçük bir vurguyla bile adamın ayağının altından halıyı çeker. Dolayısıyla mizah her zaman bir yönüyle saldırgandır. Zekâ da saldırgandır çünkü. Verili düzeni reddeden, ona tehlikeli bir absürt alternatif üreten mizah, eleştiriyi de barındırır içinde. Bu anlamda evet, saldırgan ruhum, mizahımla dizginlenerek belki bir toplumsal eleştiri verimine dönüştüyse, her şerde bir hayır vardır, diyerek işin içinden çıkabilirim.
Dilek Altundağ: Okura duygusu geçen öykülerinizdeki sahici karakterleriniz; tırcının dedesi, kurban panayırında Onur, kaportacı Kaycan usta, küçük yamyam, define avcıları gibi her an karşımıza çıkabilecek kişilerden, hayatın içinden seçmişsiniz. Karakterleri hakkını vererek işlemek zor mudur?
Selman Dinler: Evet inanılmaz zordur. O yüzden çok da beceremem, benim karakterlerim tam da karakter sayılmaz. Üzerlerindeki karikatür izleri maalesef hala görülebilir. Gerçek bir karakter yaratmak çok az yazara nasip olan, müthiş bir yetenektir. Bizde Haldun Taner, M. Ş. Esendal, Orhan Kemal bu işin zirveleri. Yabancılarda Çehov, Tolstoy, Flaubert gibi büyük isimler sayılabilir. Karakter çok önemli, hatta kimilerine göre edebiyatın hammaddesi karakterdir. Madam Bovary, Anna Karenina gibi klasiklerde isim zaten doğrudan karakterin adıdır.
Edebi karakter çok ayrı bir başlık, uzun uzun irdelemek gerek ama kısaca şunu söyleyeyim. Sanat gerçekçi olmak için içinde bir miktar sahtelik barındırmak zorundadır. Gerçekçi edebi karakter, gerçek karakter değildir. Bazı yönleri öne çıkarılmış, bazı yönleri silikleştirilmiş, bir bakıma karikatürize edilmiş bir kişidir karakter. Bu karikatür oranı doğru tutturulamadığında gerçekçi karakter ortaya çıkmaz.
Gerçekçi karakterin olmadığı uçuk kaçık kitaplar da yazılabilir, onları da severim. İhsan Oktay’ın, Patricia Highsmith’in karakterleri anormal, kitabi tiplerdir ama bir bakıma eser içinde inandırıcıdırlar. Önemli olan da sanırım bu.
Dilek Altundağ: “Tanrısal Boğanın Kurban Edilişi”, “Herkesin Bildiği Şu Kedili Kadın” gibi öyküler hızlı ve gitgide tüketilen bir çağın içerisinde karşımıza çıkan insanları kendi aynanızdan yansıtmışınız. Cesur ve korkusuzca dile getirmiş karakterler üzerinden edebiyat dünyamıza ait eleştirileri kara mizah kullanarak yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Selman Dinler: Fazlasıyla eleştirel bir kitap olarak eleştirebilirim kitabımı. Bu kadar eleştiri olmalı mı? Bilmiyorum. Hikâyeyi, akıcılığı, merakı ön plana almaya çalıştım ama geriye kalan ne bunlardan? Salt eleştiri mi? Bir huysuzluk, memnuniyetsizlik, ahlakçılık taslama ve mıymıylık olarak eleştiri? Bilmiyorum. Ülkemizde bir şeylerden memnun olmak, daha doğrusu memnun kalmak, o mülayim gülümseyişi muhafaza etmek çok güç. Yenidoğan bebekleri katleden, sonra onlarla alay ederek bir kere daha katleden caniler siyasi görüşlerinden bağımsız olarak tanrıları para çevresinde ittifak etmiş, çakarlı araçlarıyla emniyet şeridinden yardıra yardıra gider, sıradan vatandaşın üstüne direksiyon kırarken, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için sağdan soldan kemirici haşereler gibi ülkemizin temellerine saldırılar sürerken, sadece edebiyat dünyasına değil, her şeye karşı içimizde bitmek bilmez bir öfke ateşi yanması doğal değil mi? Kolay değil bugün yaşamak. Bizi her şey sinirlendirebilir. Dünyanın hali, Gazze’deki soykırım… Kanlı bir kaosa doğru gidiyoruz. Bu karmaşada insanların ruhsal bir dinginlik bulmak için sığındığı edebiyatta yine eleştirel, iğneli şeylerle karşılaşması da onlara bir haksızlık mı, bilemiyorum. Bunları düşünüyorum.
Dilek Altundağ: Dergilerde yazmaya başladığınız dönemdeki duygularınızla tematik bir kitaba sahip olma sürecindeki yazarlığınızda nasıl yol aldınız?
Selman Dinler: Güreş videoları izlemekle mindere çıkmak farklı şeyler. İnsanın sırtı yere gelmeden de güreş öğrenilmiyor. Meydana çıkana kadar herkes Kurtdereli Mehmet Pehlivan’dır, mesela. Bu nedenle dergilere yazmak, eser ortaya koymak, meseleyi somutlaştırmak çok önemli. Düşe kalka, hatalarını görerek, eleştirilerden nasibini alarak ilerlemek lazım. Hayal kırıklıkları, umutsuzluk, kendi yeteneğine duyulan büyük inançla inançsızlık arasındaki salınımlar yıpratıcı ama başka bir yolu da yok. Kendimi biyolojik olarak tek ayağı çukurda bir ihtiyar ama edebi anlamda emziği yeni atmış bir bebek gibi görüyorum. Yazacağım çok şey var, henüz çok acemiyim, inşallah ileride daha güzel şeyler sunabilirim okura.
Dilek Altundağ: Söyleşilerde yazar dostlarıma hep sorarım. Semih Gümüş, “İyi okur iyi yazarın yanında durur,” der. Peki, bu sözün ışığında sizin de okurunuza son olarak iletmek istedikleriniz nelerdir?
Selman Dinler: İyi okur, iyi yazarın yanında durur. O iyi okurlar iyi atlara binip gittiler, diyesim geldi şimdi. Türk okuruna o kadar çok sağlıksız, Gdo’lu çeviri, bozuk dil, uyduruk Türkçe yutturuldu ki, bugün damağı kömür yemekten hissizleşen ama gurmelik iddiasını da sürdüren, çilek aromalı çikletle dağ çileğini ayırt edemeyen bir sürü talihsiz dolanıyor ortalıkta. Televizyon, gazeteler, milli eğitim, çok satarlar, her şey bir olmuş, Türkçe’nin mezarını kazıyor sanki. Toplumu bir arada tutan dil bağları çok zayıfladı. Bundan elli sene önce en basit katiplik görevine layık görülmeyecek dil bilmezler şimdi allame-i cihan olmuş, ödül dağıtıyor. Üstelik gerçeklik zemini de altımızdan kayıyor, post truth çağında. Bazen kendimi bir kâbus içine hapsolmuş hissediyorum. Bağırsan sesin duyulmaz, uzandığın omuzlar sen uzandıkça uzaklaşır ya.
Yine de insanın olduğu yerde umut vardır. Yunan ordusu Polatlı’ya kadar geldiğinde bile insanlarımız yırtık çarıklarıyla savaşmaya devam etti. Bir gün bu savaşta galip gelerek, bir dil etrafında kenetlenen bir millet de olabileceğimize inanmak istiyorum. Büyük yazarlarımız var. Yenileri de durmaksızın çabalıyor. Gelecekte bir vasatta anlaşabiliriz.
Okurlarıma iletmek istediğim mesaja gelince, elimden geleni yaptığımı bilmenizi isterim. Çalışıyorum. Sizi seviyorum ve size saygı duyuyorum. Kafanızı şişirdiğim için özür diliyorum. Buraya kadar sabrettiğiniz için teşekkür ediyorum. Siz bu hilkat garibesi dünya içerisinde insan kalmaya çalışan, direnen, çok değerli kişilersiniz. Elimde güzel hikayeler var. Üç tane romanım sırasını bekliyor şu anda. Okuduğunuzda sizi heyecanlandıracağını, dünyayı unutturacağını umduğum kitaplar. Benden büyük, benden ayrı olmasına uğraştığım şeyler. Zamanı geldikçe onları bastırmaya çalışacağım. Sevgiler, selamlar.